๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 25 Nisan 2011, 12:52:32



Konu Başlığı: Namuslu Kadın
Gönderen: Ekvan üzerinde 25 Nisan 2011, 12:52:32
                              Namuslu Kadın

zamanında çok güzel bir kadın vardı. Geceyle gündüz, âdeta onun saçlarıyla yüzünün bir örneğiydi. Pek güzeldi, pek hoştu. İyiliği, takvâsı da bu hoşluğuna eşti. Güzellikte bütün dünyaya bayrak olmuş, her tarafta şöhret kazanmıştı. Alımlıydı, üstelik tatlıydı da... O dilberin saçının her telinde elliden fazla kıvrım vardı, belki de altmıştan fazla...
Bir gün kadının kocası hac için sefere çıkacaktı. Adamın küçük bir kardeşi vardı. Fakat pek kötü bir adamdı.
Ona, karısını kollayıp gözetmesini, ihtiyacı olursa para vermesini tembih etti ve yola düştü. Kardeşi de onun bu emrini canla başla kabul etti ve kardeşinin karısını gözetmeye başladı.
Gece gündüz onun işleriyle meşgul oluyordu. Her an, ona yeni yeni şeyler yollardı. Günün birinde nasılsa kadını gördü. Perde ardından o gönüller yakan güzelin yüzü, gözüne ilişti. Gönlü elden çıktı, baş aşağı yıkıldı. Hayır, yanlış söyledim, ne hale geldiğini anlatmak mümkün değil! O gönüller alan güzelin tuzağına öyle düştü ki, aklıyla bir hayli güreşmeye başladı. Ama her an, aşka biraz daha kızışmaktaydı.
Ne var ki kadından murat alamıyor, bu yüzden de işi düzene girmiyor, bir an olsun kendine gelemiyordu. Aşk üstün olunca akıl yenildi. Ve kadına içini döktü. Onu hem zor kullanarak, hem para ile hem de ağlayıp sızlayarak kendisine itaat ettirmeye çalıştı. Fakat kadın, hakaretler ederek onu defetti.
Dedi ki:
“Allah’tan utanmaz mısın? Kardeşine böyle mi hürmet ediyorsun sen? Dinin, diyanetin böyle midir senin? Kardeşinin emanetine böyle mi riayet edecektin? Yürü, tövbe et, Allah’a dön, bu kötü düşünceden vazgeç!”
Adam, kadına,
“Boşuna çeneni yoruyorsun” dedi. “Beni hoşnut etmek zorundasın. Yoksa sana öyle bir kötülük ederim ki, rezil rüsva olursun. Seni helâk eder, başına, seni mahvedecek ne işler açarım.”
Kadın dedi ki:
“Senden korkmuyorum. Bu dünyada helâk olmak, öte dünyada helâk olmaktan iyidir.”
Bu cevap üzerine o kötü adam, kadının, bu durumu kardeşine anlatmasından korktu ve derhal gidip kiralık dört adam tuttu. O nursuz adamlar da kadına kötülük ederek, zina etti diye tanıklıkta bulundular.
Kadı da, onların şehadetini kabul edip kadının taşlanarak öldürülmesini emretti.
Ve kadıncağız sahraya çıkarılıp bir uğrak yerine götürüldü. Halk, dört bir yandan taşlamaya koyuldu. Sayısız taşlar atıldı. Sonunda “artık ölmüştür” dediler ve ibret olsun diye orada öylece bırakıp gittiler. Zavallı kadın, sahrada toz toprak içinde kanlara batmış bir halde kaldı.
Gece geçip sabah olunca birazcık kendine gelmişti. Ağlayıp inlemekte, nergis gibi gözlerinden erguvana benzer yüzüne lâle gibi kanlı gözyaşları dökmekteydi.
Şafak vakti, bir çöl Arabı, devesine binmiş, bir yerden geliyordu. Kadının feryadını duyup kendinden geçti. Deveden inip ona doğru yürümeye başladı.
Kadına, “Sen kimsin? Bir ölüye benziyorsun, fakat yaşamaktasın. Bu ne hal?” diye sordu.
Kadın, “Hastayım!” dedi.
Arap, “Ben seni iyileştiririm” diyerek onu devesine bindirip evine götürdü.
Gece gündüz onunla ilgilendi; nihayet o gönüller aydınlatan güzel iyileşti. Yeni baştan güzelleşmeye, âşıklara haldaş olacak hale gelmeye başladı. Nar çiçeğine benzeyen yüzü tazeleşti. Zünnara benzeyen saçları halkalandı. Sert taşın içinden lâl nasıl çıkarsa o da taşların altından öyle çıktı.
Arap, bu güzelliği görünce nihayet onun kanına gireceğini anladı. Yüzünün aşkıyla kendinden geçti. Derdinden giysisi kefen kesildi.
Kadına, “Gel, benim helâlim ol! Ben ölmüş bir adamım, beni vuslatınla dirilt!” dedi.
Kadın dedi ki:
“Benim kocam var. Nasıl olur da başka birine varabilirim?”
Fakat aşk, haddini aşınca Arap, kadını gizlice kendisine çağırdı.
Kadın, “A dinsiz!” dedi. “Allah’ın hışmından korkmuyor musun? Allah rızâsı için bana baktın, iyileştirdin. Şimdi ise aşağılık şeytanın emrine uyuyorsun ha! Mademki bir hayırda bulundun, hayrını ziyan etme, iman kâbesini yıkmaya kalkışma. Ben, bu çeşit bir teklife razı olmadığımdan, ne taşlar, topaçlar yedim. Şimdi sen de bana böyle bir teklifte bulunuyorsun. Bilmiş ol ki ben, dinine bağlı bir kadınım. Beni yüz parça etsen de tertemiz vücuduma bir leke getiremezsin. N’olursun, bir anlık şehvete uyup ebedî azaba uğrama!”
Arap, o temiz yaratılışlı kadının iffetine şahit olunca onu, kendisine kız kardeş edindi. Böyle bir fikre kapıldığı için pişman oldu. Çünkü o iş, şeytan işiydi.
Bir de Arap’ın zenci bir kölesi vardı. Bir yere gitmişti, ansızın çıkageldi. Kadının yüzünü görünce gönlünü kaptırdı. Gönlü ve canı yandı, bedeni de mahvoldu gitti.
Gönlü, vuslat dilemişti, ama bu dileğe ulaşmasına imkân yoktu.
Kadına, “Ben geceyim, sen aya benziyorsun. Neden benimle beraber olmayı istemezsin?” dedi.
Kadın dedi ki:
“Buna imkân yok. Efendin de benden bu dilekte bulundu, bir hayli ısrar etti. O, ay yüzlü biri iken vuslatıma nail olamadı da sen nereden buna erişeceksin a kara yüzlü!”
Köle, “Beni aşkından mahrum ediyorsun, ama bilmiş ol ki, sen beni bu dertten kurtarmadıkça benden kurtulamazsın. Sana öyle bir oyun oynarım ki bu yerden hemencecik ayrılır, avare olur gidersin!” dedi.
Kadın, “Senden korkmuyorum!” dedi. “Dilediğini yap! Öleceğimi bilsem, böyle bir işe yanaşmam, takdirimmiş derim, bir an olsun düşünmem bile.”
Köle, kadına çok kızdı, âdeta ateş kesildi. Bir gece kalktı, Arap’ın karısının çocuğunu beşikte kesip öldürdü. Kanlı hançeri de götürüp kadının yastığının altına koydu. Böylelikle çocuğu, kadın öldürdü sansınlar istiyordu.
Seher vakti, zavallı yavrucuğun annesi, çocuğuna süt vermek için uyanınca kesilmiş başı gördü ve acılı yüreğinden bir feryat kopardı. Âleme bir çığlık saldı. Ve ikiye ayrık saçlarını kesip beline bağladı.
Derken, bu cinayeti kim işledi, böyle bir masumu kim canından etti diye araştırmaya başladılar.
Sonunda kanlı hançer kadının yastığı altında bulundu.
Herkes, “O masumu böyle acımasızca öldüren bu kadındır” dedi.
Köleyle çocuğun annesi, onu öyle bir dövdü ki anlatmaya imkân yok.
Arap dedi ki:
“A kadın, ben sana ne kötülük ettim ki benim ay parçası gibi yavrumu öldürdün? Bir masumun kanına girdin?”
Kadın, “Kardeş!” dedi. “Böyle bir şeyi âlemde kim görmüş, kim işitmiştir? Allah, insana düşünüp taşınsın diye akıl vermiştir. A temiz kişi! Akıl gözüyle bir bak! Sen, bana bunca iyiliklerde bulundun. Beni Allah rızası için kardeş edindin, bu kadar lutfun karşılığı bu mudur? Bir düşün! Çocuğunu öldürünce benim itibarım mı artacak?...”
Arap, akıllı bir adamdı. O da kadının dediği şeyleri düşünmüştü zaten. Anladı ki kadının kabahati yok. Fakat kadının orada kalması artık mümkün değildi.
Dedi ki:
“Ne olduysa oldu. Bundan sonra seni görmeyi gönül istemez. Karım, bunu senden biliyor. Seni gördükçe oğlunu hatırlayacak. Her an yarası tazelenecek, yası haddinden aşacak. Sana kötü sözler söyleyecek, seni hoş tutmayacak. Ben iyi davransam bile o sana iyi muamele etmeyecek. İyisi mi artık sen buradan git!”
Ona gizlice üç yüz dirhem verdi.
“Bunu yol harçlığı yap!” dedi.
Kadın parayı alıp yola düştü. Perişan bir halde yolda giderken uzaktan bir köy belirdi. Yol kenarında bir darağacı kurulmuştu. İnsanlar, dört bir yandan gelip darağacının dibinde toplanmışlardı.
O gün meğerse bir genci asacaklarmış.
Kadın, orada bulunanlardan birine,
“Bu kimdir, suçu ne?” diye sordu.
Adam dedi ki:
“Köy, bir emîrin hükmü altında. Emîr zulümde eşsiz bir herif. Kim haraç veremezse onu darağacına çektirir. Şimdi de bu genci asacaklar işte!”
Kadın,
“Vermeye mecbur bulunduğu haraç ne kadar acaba?” dedi.
Oradakiler,
“Bu, yıldan yıla belli olur. Ve o, bu yıl için tam üç yüz dirhem vermek zorunda” dediler.
Kadın, kendi kendine, “Hadi bakalım!” dedi. “Gerçekten merhametin varsa şimdi onu kurtar! Sen recm edilmekten kurtuldun. Sen de onu darağacından kurtar!”
Onlara,
“Bu parayı ben verirsem onu bana bağışlarlar mı?” dedi.
Adamlar,
“Elbette!” dediler.
Onlara hemencecik üç yüz dirhemi verdi. O genç de belâdan kurtuldu. Ve kadın, yeniden yola düştü. Genç de ok gibi fırlayarak kadının ardından seğirtti.
Kadına yaklaşıp da yüzünü görünce canı ağzına geldi, feryadı göklere ulaştı. Aklı başından gitti.
“Beni neden darağacından azat etti?” diyordu. “Darağacında can verseydim çekeceğim acı, bu ay yüzlünün aşk acısından daha hafif olurdu. Bu, ondan da beter!”
Kadına bir hayli söz söyledi, yalvardı yakardı ama fayda etmedi. Kadın bir ateş olmamasına karşın nasıl oluyor da bu duman ondan çıkıyordu?
Kadınla birlikte hayli gitti, ağlayıp sızladı. Fakat utançtan başka eline bir şeycikler geçmedi.
Kadın ona dedi ki:
“Bana böyle mi teşekkür ediyorsun? Senin canını kurtardım. Şimdi bu mu mükâfatım?”
Genç, “Gönlümü de aldın, canımı da... Nasıl senden ayrılabilir, bir an olsun yüz çevirebilirim?” dedi.
Kadın, “Sen bilirsin. Fakat şunu unutma ki, bir kıl kadar bile vuslatıma nail olamazsın” dedi
Bir hayli yolu beraber gittiler. Nihayet bir deniz kıyısına vardılar. Kıyıda bir büyük gemi vardı. İçi malla, tüccarla doluydu.
Genç, kadından ümidini kesince tacirlerden birini çağırdı ve,
“Ay parçası gibi bir halayığım var” dedi. “Tek kusuru isyankârlık. Onun gibi âsi birini hiç görmedim. Ne vakte kadar onun isyanını çekip duracağım! Eşi yok, yok olmasına ama bu huyundan hiç memnun değilim doğrusu. Bir hayli uğraştım fakat artık takatim kalmadı. Usandım. Dilersen sana satayım.”
Kadın, tacire,
“Sakın beni alma! Benim kocam var. Hürüm ben. Bu adamın elinden neler çektim. Nasıl feryada geldim? Bilemezsin!” dedi.
Tacir, kadının sözlerini işitmedi bile. Yüz dinara onu satın aldı. Yüz çeşit hakaretle gemiye bindirdi ve yola koyuldular.
Tacir, kadının boyunu posunu, yüzünü, gözünü peçesinin altından görünce ona candan âşık oldu. Denizin ortasında gönlü coştu da coştu. Şehvet timsahı azdı da azdı. Sonunda dayanamayıp kadına saldırdı.
Kadın,
“Ey ahali, feryadıma yetişin!” diye bağırdı. “Siz müslümansınız, ben de müslümanım. Sizin imanınız var, benim de imanım var. Ben hürüm, evli bir kadınım. Tek şahidim de Allah. Sizin de ananız, bacınız vardır. Sizin de perde ardında kızınız vardır. Biri, onlara böyle bir kötülük yapsa elbette haliniz nice olur? Onlara böyle bir şey yapılmasını istemezsiniz de neden bana böyle bir şey yapılmasına razı oluyorsunuz? Garibim, kadınım, yoksulum, hor hakirim. Zayıf, âciz, hasta ve perişanım. Bu yanan canımı daha fazla yakmayın. Bugünün bir de yarını var!...”
Kadın güzel özlü, güzel sözlü olduğundan gemi halkının yüreği yandı, ona acıdılar. Hepsi birden ona dost oldular, o dertli kadıncağızı korumaya başladılar. Fakat kim yüzünü görse yüzlerce gönülle hemen ona âşık oluyordu. Nihayet gemidekilerin hepsi birden ona âşık oldu. Birbirlerine bir hayli ondan bahsettiler. Ancak aşklarını, bir süre ondan gizlediler. Her gönülde ona karşı bir iştiyak olduğundan nihayet hep birden birleştiler. Ansızın kadını ortaya alacaklar, zorla diledikleri şeyi yapacaklardı.
Kadın, bu uğursuz kişilerin fikrinden haberdar olunca gönlünün kanıyla buladı denizi âdeta. “Ey tüm sırları bilen Allah!” diye duaya başladı. “Beni bu kişilerin şerrinden koru! İki âlemde de senden başka kimsem yok. Bu insanların kafasından şu hevesi çıkar! Kadirsin, dilersen bana ölümü nasip edersin. Zaten ölüm, böyle yaşamaktan daha iyi. Bugün beni ya kurtar yahut da öldür! Bu yanıp yakılmaya tahammülüm kalmadı. Beni ne vakte kadar kanlara boyayacaksın?
Bu sözleri söyleyip kendinden geçti. Deniz bile kadının derdinden dalgalandı. O suyun içinden bir ateştir çıktı. Deniz âdeta cehennem gibi yalazlandı. Gemidekileri bir anda yaktı, yandırdı. Hepsi de bir anda kül oluverdiler. Fakat bütün mallar kaldı, onlara bir şey olmadı. Bir taraftan bir yeldir zuhur etti, gemiyi kıyıdaki bir şehre doğru sürdü.
Kadın ise, o külü gemiden atmış, insanların aşkından kurtulmak için erkek elbisesi giyinmişti. Bu kıyafetle başı yücelerde dolaşmak istemişti.
Derken, şehirden bir hayli insan gelip de onunla karşılaşınca ay gibi bir delikanlı gördüler: Yapayalnız bir gemiye oturmuş, yanında dünyalarca mal, denk denk bağlanmış, yığılmış...
O güneş yüzlüden bu hali sordular:
“Bu kadar malla yapayalnız nasıl geldin?”
Onlara, “Padişah buraya gelmedikçe halimi kimseye söylemem” dedi.
İnsanlar padişaha gidip,
“Efendimiz! Bugün şehre pek gönül aydınlatıcı bir delikanlı geldi. Yapayalnız... Bir gemi dolusu da malı var, beraber getirmiş. Halini kimselere söylemiyor. Ahvalini anlatmak için seni istiyor. Gemiye ve gemideki mallara dair sana söyleyecek sözleri varmış” dediler.
Padişah bu duruma şaştı. Yola düşüp o ay yüzlünün yanına vardı. Onun ahvalini sorup soruşturdu.
Kadın dedi ki:
“Biz aslında kalabalıktık. Gemidekilerin hepsi, beni görünce şehvetle âşık oldular. Ben de bu durumdan kurtulmak için Allah’a dua ettim. Allah da duamı kabul etti, o bir avuç şerlinin şerrini defetti. Bir ateş hepsini yaktı. Beni kurtardı, canımı aydınlattı. Bak, hepsi şuracıkta durmakta. Fakat adam namına bir şey yok, onlardan geriye kalan yalnızca kömür. Ben bundan ibret aldım, bana bu yeter. Ben, dünya malını istemem. Bunların hepsini al! Yalnız senden bir dileğim var. Bana şu deniz kıyısında ibadet için gönüller aydınlatan bir mâbed yaptır. Emret, -iyi, kötü- hiç kimsenin benimle alışverişi olmasın. Kısmet oldukça burada oturup gece gündüz Allah’a ibadet edeyim.”
Padişah ve oradakiler, kadının sözlerini duyup kerametlerini görünce hep birden ona inandılar. Öyle ki hükmüne aykırı hareket etmez oldular. Padişah oraya öyle bir mâbed yaptırdı ki görsen Kâbe dersin. Ve kadın ibadete başladı. Ömrünü kanaatle geçirmeye koyuldu.
Zaman geçip de padişah, ecel tuzağına düşünce vezirlerini ve askerlerini çağırdı.
Onlara dedi ki:
“Ben dünyadan yüz çevirince bu zâhid yerime geçsin, padişah olsun. Onun vasıtasıyla halk rahata kavuşsun. Ey kavmim, bu vasiyetimi tutun!”
Bu sözleri söyleyip ruhunu teslim etti. Yeryüzü, onu içine aldı, gizledi.
Vezirler, beyler ve halk bir araya gelip, beraberce kadının yanına gittiler. Ahvali anlattılar, padişahın vasiyetini söylediler.
Ona, “Dilediğince hükmet! Çünkü padişahlık senin” dediler.
Fakat kadın, saltanata rağbet etmedi.
“Bir zâhid, nasıl olur da padişah olur, cihana hükmeder?”
Dediler ki:
“Ey Allah’ın âbidi, cihana hükmet! Bu bahaneler ne vakte kadar sürecek?”
Kadın, “Görüldüğü kadarıyla bunu kabul etmek zorundayım. Peki!... Fakat bana ay parçası gibi bir kız, bir helâllik lâzım. Yalnızlıktan bıktım usandım” dedi.
Oradakiler, “Padişahım!” dediler. “Bizim, hangimizin kızını istiyorsan iste!”
Kadın, “Bana yüz kız yollayın!” dedi. “Ama hepsi anneleriyle beraber gelsin. Hepsini göreyim de içlerinden dilediğimi seçeyim.”
Padişaha hemen o gün yüz tane gönül aydınlatan kız gönderildi. Kızlar, anneleriyle huzura vardılar. Utançlarından âdeta kendilerinden geçmişlerdi...
Padişah, onlara kendini gösterdi. Kadın olduğunu anlattı:
“Padişahlık, bir kadına yaraşmaz. Bunu kocalarınıza söyleyin de beni de bu ağır yükten kurtarın artık!” dedi.
Kadınlar, şaşırmış bir halde yola düştüler. Kocalarına vaziyeti anlattılar. Küçük büyük, bunu duyan herkes, kadının haline şaşıp kaldı.
Bu sefer, zâhide bir kadın göndererek,
“Mademki sen yüce hükümdarımızsın, bize bir yönetici tayin et! Yok, bunu yapamazsan bizim padişahımız olarak kal!” dediler.
Kadın, padişahlık etmesi için makbul kişilerden birini seçti, sonra yine ibadetle meşgul olmaya başladı.
Birini sultan yaptı da saltanat için yerinden bile kımıldamadı.
Oğul! Sen bir ekmek için âlemi alt üst edersin. Oysa o bir kadın olmasına karşın saltanat için yerinden bile kımıldanmadı. Erkeklerden bir tane böylesini bul da göster bakayım!
Kadının şöhreti âleme yayıldı.
Herkes, “Filân yerde biri var; yeryüzünde duası onun kadar makbul kimse yok. Bir kadın ama erkekler içinde bile onun gibi ağzı dualı birini bulmak imkânsız. Nice inmeli, onun nefesiyle iyileşti, yürüdü” diyordu.
Böylece âleme adı sanı yayıldı. Kimse, onun eşini, benzerini bilmiyordu.
Derken, kadının kocası hacdan geldi. Karısının yüzünü hiçbir yerde görmedi. Bir de baktı ki evine sahip olan kalmamış. Evi barkı yıkılmış. Kardeşi de kör olmuş, şaşkın bir halde kalakalmış. Ne eli oynuyor, ne ayağı. Kötürüm olmuş, oturduğu yere yığılmış! Gecesini, gündüzünü o kadının derdi tutmuş. Cehennem azabı eteğine yapışmış. Kâh kardeşinin hakkı canını yakmada, kâh dermansız bir dertten yanıp yakılmada...
Sonunda kardeşi, karısını sorunca,
“Bir sipahiyle zina etti. Bir topluluk da onun aleyhinde şehadette bulundu. Kadı, bu şehadeti duyunca taşlanmasına hükmetti. Horlukla taşladılar. Sen sağ ol, o göçüp gitti” dedi.
Adam bu sözü duyunca karısının hem ölümüne hem de kötülüğüne pek üzüldü. Hem ağlıyor hem de dövünüyordu. Bir bucağa çekilip yas tutmaya koyulmuştu.
Kardeşini de öyle dilinden başka hiçbir âzası tutmaz gördükçe büsbütün perişan oluyordu.
Dedi ki:
“Ey elden, ayaktan düşmüş kişi! Duydum ki, filân yerde gün gibi meşhur bir kadın varmış. Allah katında duası makbulmüş. Nice körler, duasıyla görmüşler. Nice felçliler, himmetiyle yürümüşler. Dilersen seni oraya götüreyim. Belki o kadın seni yürütür, derdine derman olur.”
Kardeşinin gönlü, bu sözden hoşlandı.
“Aman durma!” dedi. “Hemen gidelim. Ben elden çıktım. Eğer beni seviyorsan çaremi bul!”
O iyi kalpli adamın bir eşeği vardı. Kardeşini eşeğe bindirip yola çıktı. Tesadüf bu ya, yolda bir gece vakti o Arap’a rastladılar. Arap pek cömertti, o gece ikisini de evinde misafir etti ve konuşmaya başladı:
“Nereye gidiyorsunuz?”
Adam dedi ki:
“Zâhid bir kadın varmış. Duasıyla birçok körün gözü açılmış, hastalar iyi olmuş. Yazdığı muskalar her derde derman oluyormuş... Bu, benim kardeşim. Hastalandı, kendisine felç indi, gözleri kör oldu. Ben de o kadına bir götüreyim, belki duasıyla iyileşir dedim. Eli ayağı tutar, gözleri görür.”
Arap dedi ki:
“Bir zaman önce buraya pek akıllı bir kadın gelmiş, kölem, onu iyice bir dövmüştü. Onun uğursuzluğundan kendisine inme indi, gözleri kör oldu. Ben de sizinle onu götüreyim bari. Belki o da zâhidin duasının bereketiyle iyileşir.”
Hep beraber yola düştüler. Bir hayli yol aldılar. Derken bir köye geldiler. Bu köy hani bir genci darağacına çekiyorlardı ya, işte o köydü. Orada bir kulübe vardı, oraya misafir oldular.
Ev sahibi çilekeş bir gençti. Gençti ama kötürümdü, yatalak bir haldeydi. Ne gözü görüyordu, ne eli ayağı tutuyordu.
Birbirlerine,
“Halimiz bu, arzumuz bu, gamımız da bu!... Mademki bu yolu tuttuk, bari burada konaklayalım” dediler.
Gencin bir annesi vardı. O iki elsiz, ayaksızı görünce nasıl bir belâya uğradıklarını sordu. Onlar da hallerini anlattılar.
Kadıncağız duydukları karşısında bir hayli üzüldü ve dedi ki:
“Benim de size benzer bir oğlum var. Ben de sizinle geleyim.”
Ve yerinden kalkıp, oğlunu bir katıra güzelce bağladı. Üçü, beraberce yola düzüldüler. Nihayet bir seher vakti, o kadının huzuruna vardılar.
O sıralarda zâhid kadın, halvethaneden dışarı çıkmıştı. Uzaktan kocasını görünce, sevincinden secdeye kapandı. Bir hayli ağladı:
“Şimdi utancımdan nasıl dışarı çıkarım? Kocama ne derim? Yüzümü göstermeye kudretim yok!” dedi.
Biraz geri bakınca, kan düşmanı olan o üç adamı gördü:    İçinden, “Hah! İşte bu bana kâfi! Kocam, şahitleri kendisiyle beraber getirmiş. Bu üçünün suçluluğuna elleriyle ayakları şahit. Daha ne isteyeyim ben? Bana bu şahitler yeter Allahım!” dedi.
Kadın geldi, kocasının yüzüne baktı. Fakat kadının yüzünde bir peçe vardı.
Dedi ki:
“Ne istiyorsunuz?”
Adam yani kocası cevap verdi:
“Buraya bir dua istemeye geldim. Gözleri kör bir hastam var.”
Kadın, “Bu adam günahkâr. Günahını söylerse bu dertten kurtulur. Yok, söylemezse böyle kör, kötürüm kalır” dedi.
Adam, kardeşine, “Neden böyle bir hale geldin? Günahını söyle de kurtul! Yoksa gamlarla yoldaş olup kalırsın böyle” dedi.
Kardeşi dedi ki:
“Yüz yıl dert çekmek, bunu söylemekten daha iyidir bence!”
Bir hayli ısrar ettiler. Nihayet baştan sonuna kadar yaptıklarını anlattı.
“İşte bu yüzden böyle kötürüm oldum. Artık sen beni ister öldür, ister affet!” dedi.
Adam bir müddet düşündü. Bu durum onun çok zoruna gitti ama içinden, “Karım ölüp gitmiş. Bari kardeşimi kurtarayım” dedi.
Sonunda onu bağışladı. Kadın da dua ederek, bu belâdan kurtardı. Ayağı yürümeye, eli tutmaya, gözleri görmeye başladı.
Sonra Arap, kölesinden, suçunu itiraf etmesini istedi.
Köle, “Beni öldürsen de yine de suçumu söylemem” dedi. Bunun üzerine Arap,
“Doğru söyle! Benden korkmana lüzum yok. Ben seni zaten affettim. Neden korkuyorsun?” dedi.
Hâsılı köle de sırrını açıkça söyledi:
“Çocuğunu beşikte ben öldürdüm. Kadının hiçbir suçu yoktu. Kendi kötülüğümün cezasını çekiyorum” dedi.
Kadın, onun da doğru söylediğini görünce dua etti. Bunun üzerine kölenin de gözleri açıldı.
Ve evine misafir olunan kocakarı da oğlunu getirdi. Oğlu da günahını söyledi:
“Vaktiyle bir kadın beni darağacından kurtarmıştı. Ben de tuttum, onu köle diye sattım” dedi ve hikâyeyi kısaca anlattı.
Kadın ona da dua etti. O genç de bir anda görüp yürümeye başladı.
Sonra hepsini dışarı çıkardı, kocasına,
“Sen dur!” dedi ve yüzündeki peçeyi açtı.
Adam, kadının yüzünü görünce bir çığlık atarak kendisinden geçti. Kendine gelince kadın, yanına gelip,
“Ne oldu sana?” dedi. “Neden yere yığılıp kaldın?”
Adam, “Bir karım vardı, seni ona benzettim. Her yerin tıpkı o. Arada kıl kadar bile bir fark yok. Sözde, yüzde, boyda, yürüyüşte tıpkı osun sen. Eğer o toprakta çürümemiş olsaydı bu dertli adam, sana ‘karım’ derdi!” dedi.
Kadın dedi ki:
“Be adam! Müjdeler olsun sana ki karın, ne yanlış bir harekette bulundu, ne de zina etti. Senin karınım ben! Kendimi Allah’a teslim ettim. Ne taşla öldürüldüm, ne de öldüm. Allah, beni birçok zahmetten kurtardı. Lutfuyla nihayet buraya eriştirdi. Şimdi de, Allah’a yüzlerce hamdolsun, beni sana kavuşturdu.”
Adam yere kapanıp secde etti.
“Ey yüce Allahım! Dilim sana nasıl şükretsin? Bu, gönlümün haddi değil!” dedi.
Sonra gidip yoldaşlarını çağırdı. Olup biteni onlara anlattı. Ve bir feryattır koptu, her dilden ta göklere bir çığlıktır yükseldi.
Köle de, kardeşi de, o genç de utandılar yaptıklarından; ama sevindiler de...
Çünkü kadın, önce onları utandırmıştı ama sonunda onları iyileştirmiş, hakkını helâl eylemişti.
Sonra kadın, kocasını padişah yaptı, Arap’a da vezirlik verdi.
Kendisi de yine oracıkta ibadete koyuldu...



Feridüddin ATTAR