๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:06:47



Konu Başlığı: Nakşilikte Nisbet
Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:06:47
Nakşilikte Nisbet

Abdurrahman Candan

İmam Rabbanî hazretleri müritlerine yazdığı mektuplarında Nakşîliğin esasları hakkında detaylı bilgiler verir. Zaman zaman Nakşîliğin diğer sufi metotlara üstünlüğünü de ele alan bu mektuplar, Nakşîliğin tanınması için çok önemlidir. Zira İmam hem ilmî hem de tasavvufî tecrübesi ile bu konuda muktedir bir şahsiyettir. Ayrıca o Nakşîler arasında sıkça geçen ve mânâsı çok açık olmayan bazı kavram ve sözleri de açıklar. Bu kavramlar arasında nisbet kelimesi önemli bir konudur. Nakşilikte nisbet; Hakk ile sâlik arasındaki sevgi ve alâkaya verilen isimdir. Hâce Ammek adlı bir yakınına yazdığı mektupta İmam, Nakşî nisbetini şöyle anlatır:

Muhterem Oğlum! Bu yüce silsilenin büyükleri (k.s)  buyuruyorlar ki; Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir. Burada anlatılan nisbet tabiri ile huzur ve şuur kastedilmektedir. Bu büyüklere göre makbul olan huzur; kendisinde gaiplik hali olmayan huzurdur. Böyle devamlı olan huzura ise (Yâd Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd dâşt olmaktadır.

İmam’ın sözlerinden anlaşıldığına göre onun Hakk ile özel bağ olarak tabir edebileceğimiz nisbet kelimesini en iyi anlatan Nakşî prensibi Yâd Daşt kavramıdır. Nakşî nisbetinin üstünlüğü bu kavramda aranmalıdır ona göre:

Bu fakirin anladığına göre, yâd dâşt’ın tafsilatı şudur: Allah Teâlâ’nın isimleri, sıfatları fiilleri ve itibârları düşünülmeksizin, yalnız Zât-ı ilâhînin zuhûr etmesine yani kalbe, ruha görünmesine “Tecellî-i Zât” denir. Bu tecelliye; Tecellî-i Berkî, şimşek tecellisi demişlerdir. Yani, şü’ûn ve itibâr perdelerinin aradan kalkmasıyla zâtın görünmesi, şimşek çakar gibi bir an gelip geçer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bilakis huzur bir anlık olup gaybet hali sürekli olmakta ve sufinin çoğu vaktini işgal etmektedir. İşte Nakşî büyükleri böyle olan nisbete kıymet vermemiştir.

İmam’a göre Nakşîlikte muteber olmayan bu tür berkî tecellîyi diğer tarikatlar sonun sonu yani en üstün mertebe olarak görürler. Nakşî büyükleri ise aksine bununla yetinmezler ve daimi tecelliyi terviç ederler. Onlara göre söz konusu huzur hali devamlı olup asla perdelenme olmaz; isim, sıfat, şuun itibarlarının perdesi olmaksızın Hakk Teala devamlı tecelli ederse gaybetsiz huzur gerçekleşir. Bu durum Nakşî meşayihini diğer tarikatların şeyhlerinden ayırıcı bir özelliktir. İmam bu durumun o dönemde fazla bilinmediğini hatta Nakşî silsilesinde olan bazı kimselerin bile bunu unuttuğunu söyler:

Bu yüksek nisbet, öyle garip oldu ki, bu silsilenin erbabına durumu anlatsam çoğunun bunu inkâr etmesi muhtemeldir. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allah Teâlâ’nın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektedir. Yukarıda olmak hayale gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarikatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki yukarıda bildirdiğimiz Yâd dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları aşıldıktan sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. (27. Mektup)

İmam’a göre bu nisbeti yani mânevi hali elde etmek için halis bir niyetle mürşidin sohbetinde bulunmak gerekir. Bu nisbeti söz veya yazı ile açıklamak mümkün değildir. Zira nisbet ancak hal transferi ile elde edilebilir, tecrübe edilmeden anlaşılamaz. Zira her makamın kendine has bilgi, vecd ve halleri vardır. Bir makamda zikir ve teveccüh uygun iken diğer bir makamda Kur’an okumak ve namaz kılmak münasip olur. Bazı makamlar sadece cezbe yoluna mahsustur, bazıları da seyr u süluka özgüdür. Bazı makamlar ise her ikisiyle yani süluk ve cezbe ile iç içedir. Makam vardır ki her ikisinden de uzaktır, yani ne cezbeyle ne de süluk ile bir alâkası vardır. İşte en yüksek makam bu olup Allah Resulü’nün sahabesi bu makamla insanlar arasında mümtaz bir yer kazanmıştır. İmam’a göre Ashab-ı Kirâm tasavvufi metotların üstünde bir yer alır, onlar cezbe ve süluka girmeden sırf Hazret-i Peygamberi görmenin şerefi ile en üstün kemâlâta ermişlerdir. Başka bir deyişle onların nisbeti bütün tasavvufi nisbetlerin üstündedir. (32. Mektup)

İmama göre tasavvufî nisbetlerde de asıl olan ilerlemedir. Bir önceki şeyhe göre sonra gelen zamanına uygun içtihatlar yapabilir, değişik uygulamalarla nisbeti zenginleştirip güçlendirebilir. İmam geçmişin aşırı şekilde idealleştirilerek değişime ve gelişime kapalı bir tasavvuf anlayışı sergilemesini kabul etmez ve bu konuda halifelerini uyarır:

Mektubunuzda Şeyhimizin nisbetlerinin hala devam ettiğini, ne kadar zaman geçerse geçsin bu nisbette artma ve azalma olmayacağını yazmışsınız. Ey saygıdeğer kardeşim! Bir sanatın kemale ermesi ancak fikirlerin ve düşüncelerin birbirine eklenmesi ile olur. Öyle değil mi? Sibeveyh’in kurduğu Nahiv ilmi sonradan gelen nahivcilerin katkılarıyla onlarca kat gelişmiştir. Aslında bir ilmin çoğalmadan aynı kalması noksanlık olur. Nitekim Bahauddin Nakşibend hazretlerinin zamanında bulunan nisbet, Abduhâlik Gucdüvani Hazretlerinin zamanında yoktur. Her zaman da böyle olmuştur. Bundan başka, kıymetli hocamız Bâkî-billah hazretleri, bu nisbeti daha da olgunlaştırmak istiyordu. Eğer daha yaşasaydı, Allah Teâlâ’nın iradesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekti. Bunun yükseltilmemesi için uğraşmak doğru değildir.

İmam Rabbanî hazretleri bu sözleri ile durağan bir tasavvufu değil de, aksine zaman ve zeminin şartlarına uygun bir tasavvufi terbiyeyi savunmaktadır. Bu açıdan bir mürşidin vefatı ile onun yerine irşad ile vazifelenen mürşid arasındaki terbiye metotlarındaki farklılık normal, hatta gereklidir. Eğer böyle olmasaydı tasavvuf bir araç değil amaç olur, ruhbanlıkta olduğu gibi hiçbir şekilde değişmediği için insanlığa rehberlik edemezdi.

Bu sebeple özellikle sâlikler, mürşid değişikliğinde önceki dönemleri aşırı idealize ederek değişime kapalı olmamalı, hayattaki mürşidin tavsiyelerine can u gönülden kulak verme konusunda ihmal göstermemelidirler.