๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 17:28:48



Konu Başlığı: Mutezile ye göre kıyamet halleri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 17:28:48
Mu’tezile’ye Göre Kıyamet Halleri


Bir önceki makalemizde Mu’tezile’nin kabir azabı konusundaki görüşleri üzerinde durmuştuk. Şimdi de o makalenin bir devamı niteliğinde olan kıyamet halleri üzerinde duracağız. Kıyamet hallerinden maksat; mîzan, sual, hisab, organların konuşması ve sayfaların açılmasıdır. Mu’tezile’nin önemli âlimlerinden olan Kâdî Abdülcebbâr, kıyamet halleriyle ilgili hususların hak olduğunu ve bu hususlara inanmanın ve ikrar etmenin vacip olduğunu dile getirir.1 Şimdi de Kâdî Abdülcebbâr üzerinden Mu’tezile kelam ekolünün kıyamet halleri konusundaki görüşleri üzerinde duralım:


1-Mîzân


Mîzan, Arapça’da “ve-ze-ne” kökünden hem tartmak mânâsına mastar hem de tartı âleti, terazi mânâsına ism-i alettir.2 Vezin, eşyanın diğerine nisbetle mikdarı veya mikdarının tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette vezin, daima bir muadele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir.3

Ehl-i sünnet kelamcıları Mu’tezile’nin mîzanı inkar ettiğini söylemektedir.4 Hâlbuki Kâdî Abdülcebbâr’a göre, Allah’ın, mükelleflerin durumu ortaya çıksın, cennetlik mi cehennemlik mi olduğu belirsin diye, mîzanın bir kefesine nûr, diğer kefesine zulmet koyması câizdir. Müellif, amellerin tartılmasından câiz görmediğimiz durum, maddi olmadıkları halde maddi nesneler gibi düşünülüp tartılmak üzere teraziye konulmaları şeklindeki yorumdur. Bu sebeple mîzanı, amelleri tartan bir terazi olarak düşünmüyoruz. Çünkü tartılanlar, cisim değildir, demektedir.5

Bütün kelâmi ekollere göre mizan haktır. Bu ekollerden Mu’tezile’nin en önemli temsilcisi olan Kâdî Abdülcebbâr da mizanın kurulacağını söyler ve kendi ifadesi ile Kur’an’ın muhkem âyetlerinden saydığı şu âyetleri delil olarak getirir:

“Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye hiçbir şekilde adaletsizlik edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.”6

“Artık kimlerin (sevap) tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir. (Çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.”7 Bu ve Kur’an’da bulunan diğer âyetler (bkz. Araf 7/18; Karia 101/6-7; Kehf 18/105) bu manayı içermektedir.

Mu’tezile genel olarak amellerin ağırlıklarının olamayacağını dolayısıyla da maddi şeyleri çağrıştıran nesneler gibi tartılamayacağını düşündüklerinden dolayı mizanla ilgili âyetleri tevil etmişlerdir. Bu bakış açısından yola çıkan Kâdî Abdülcebbâr’a göre bu ayetlerde Allah, mizandan, adalet manasının dışındaki şeyleri kastetmiştir. Çünkü Kur’an’da bu âyetlerin dışındaki başka âyetlerde mizan, adalet manasına da kullanılmıştır: “..Kitab ve mîzan indirdik.”8 Bu mana kapsayıcılık ve mecaz yoluyladır. Allah’ın kelamını, hakikat manasına yorumlamak gerekir, hakikat manasından mecaz manasına dönmek câiz değildir. Eğer, mizan mutlak manada adalet olsaydı, ağırlık ve hafiflik manası ispat edilemezdi.9

Allah’ın, nûru itaat için bir ilim ve zulmü de masiyet için alâmet olarak yaratmasına hiçbir engel yoktur. Sonra, mizanın iki kefesinden birini nur, diğer kefesini de zulüm kılabilir. Şayet, nur kefesi ağır gelirse, sahibine sevap ile hükmeder, eğer zulmet kefesi ağır gelirse, sahibine günah ile hükmeder. İşte aynen bunun gibi, itaat sayfalarını mizanın bir kefesine, masiyet sayfalarını da diğer kefesine koyması da böyledir, diyen Kâdî Abdülcebbâr, mizan konusundaki akîdesini şu şekilde temellendirmeyi sürdürür. Allah hangisi ağır gelirse sahibi için ona hükmeder. Bu işin keyfiyeti böyledir. Faydasına gelince, kıyamet günü bu mü’minin sevincini, kafirin de kederini ve hüznünü artırır.10

Kâdî Abdülcebbâr’a göre ehlu’l-adl’in çoğu, Kur’an’ın bahsettiği şekilde mizanı kabul eder. Onu, ancak (Mu’tezile’den) az bir kısmı inkâr eder. Mizanı inkâr edenler, hasenât ve seyyiâtın insanın bir takım amelleri/davranışları olduğunu, işlenip geçildiğini, artık bir daha iadesinin mümkün olmadığını, eğer iadesi mümkün olsa bile, tartılmalarının mümkün olmadığını söylemekte, işte bundan dolayı Yüce Allah mizan ile adaleti kastettiğini söylemektedirler. Çünkü mizan, adaleti bilmenin göstergesidir/yoludur. Bu yol da mîzanın varlığını kabul etmeye mani değildir.11

Diğer taraftan Kâdî Abdülcebbâr’a göre Allah, dini açıdan sorumlu tutulan kimsenin iyilik ve kötülüklerini yazmakla ilgili görevliler yaratır. İyilik ve kötülüklerin yer aldığı sayfaların tartılmasına hiçbir engel yoktur. Hasenât kefesi ağır basan cennetlik, kötülük kefesi ağır basan ise, cehennemliktir. Mizanın manası konusunda bir başka görüş de, onda iyiliklerin alâmeti olarak nûrun, kötülüklerin alameti olarak zulmetin yaratılacağı şeklindedir.12

Kâdî Abdülcebbâr, mîzan konusuna maslahat açısından da şöyle yaklaşmaktadır. “Bütün bunları bilmenin ne yararı vardır? Zaten Allah cennet ve cehennem ehlini bilmektedir” denilirse, mükellef dünyada bunları düşündüğü zaman, âhirette İlâhi lütfa mazhar olur, büyük sevinçlere ulaşır. Nitekim Yüce Allah, cennet ehlinden bazılarının hikâyesini onların dilinden şöyle anlatmıştır:13 “ Gir cennete! Denildi. Keşke dedi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!”14 Dolayısıyla Kâdî Abdülcebbâr, Allah’ın, kullarına ilâhi bir lütuf olarak mîzanı gerçekleştireceğine inanmaktadır. Ayrıca o, Kur’an’da zikredilmiş olan mîzanı, hak ve adâletten kinâye olarak görmektedir.

2-Sayfaların Açılması

Kıyamet gününde sayfaların açılması ile ilgili olarak Kur’an’da şöyle bahsedilir: “(Amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında.”15 Diğer taraftan organların konuşacağına dair bir haber de şöyledir: “Yapmış olduklarına; dilleri, elleri ve ayaklarının, aleyhlerine şahitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır.”16 Bir başka âyette de: “Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz”17 buyrulur. Kâdî Abdülcebbâr’a göre insanın organlarının konuşturulması iki şekilde olacaktır: a) Ya Allah konuşmayı (kelamı) insanın organlarında yaratarak, sorumluluk yükler ve onun aleyhine şahit tutar, ya da b) Her bir organa bağımsız olarak canlılık verir ve onun aleyhine şahit tutar.18 Görüldüğü gibi Kâdî Abdülcebbâr, insanın organlarının konuşturulması ile ilgili âyetleri Allah’ın kelamının zâhirinden ne anlaşılmışsa o şekilde yorumlamıştır. Böylece o, kişinin amellerinin yazılı olduğu sayfalara, yani amel defterlerine inanmakla birlikte, sayfaların mâhiyetinin ne olduğu konusunda yorum yapmamaktadır.19

3-Sırat

Sırat lügatte cadde, ana yol yani işlek büyük yol demektir.20 Cadde mânâsına sırat kelimesi Türkçe’de kullanılmaz. Ancak cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe mecbur olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin, inişli, yokuşlu ve düzlü bir köprü gibi düşünülen ve zamanımızdaki ifadesi ile (elektrik v.s.yi) taşıyan bir havai hatla anlaşılabilen bir ahiret caddesinin dinî ismi olarak bilinir.21

Kâdî Abdülcebbâr’a göre, sırat, insanlar üzerinde yürüdükleri zaman, cennet ehline geniş/kolay gelen, cehennem ehline ise dar/zor gelen, cennetle cehennem arasında bir yoldur. Kur’an’da buna şöyle delil getirilir: “Bize doğru yolu göster, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yolunu..”22

Eserlerinde sırat konusuna yer veren Kâdî Abdülcebbâr; “biz, sırat hakkında Haşviyye’nin söylediği gibi, kıldan ince kılıçtan daha keskindir” demiyoruz. Mükellefler, onu geçmekle sorumludurlar. Kim sıratı geçerse cennet ehlinden, kim de geçemezse cehennem ehlindendir. Çünkü ahiret, teklif yurdu değildir, demektedir.23

Kâdî Abdülcebbâr, “sırat”ı, Mu’tezile’nin ileri gelen bilginlerinin; “kendisine tutunanları cennete götüren, âsileri de cehenneme götüren taatlere delâlet eden delillerdir” tanımını tutarlı görmez. Çünkü böyle bir görüşte, Allah’ın kelamını, zâhiri gerektirmeyecek şekilde hamletmek vardır. Eğer Allah’ın kelamını, hakikate hamletmek mümkünse, hakikat manasına hamletmek gerekir. Burada yapılması gereken, mecâza gitmeden Allah’ın kelamını hakikat manasına almaktır, diyen müellif, harfî/zâhiri bir anlama yöntemini seçmiş olmaktadır. Sözlerine devamla Kâdî Abdülcebbâr, biz:“Sırat, bu taatlere yapışmanın gereğine ve kaçınmanın çirkinliğine işaret eden şeydir”diyen Allah’ın kullarından hiçbir kulun dediğine rastlamadık. İşin doğrusu şudur: Cenâb-ı Hak, cennet yoluna gidiş yolu kıldı. O da bizim zikrettiğimiz taatlerdir, demektedir.24

Kâdî Abdülcebbâr’a göre, sırat hakkında avamın vasfettikleri ve bazı haberlerde söz konusu edilen şeyler doğru değildir. Doğru olan, hesaptan sonra, sıratın cennet ve cehennem ehli için bir yol olmasıdır. Cennet ehli cehennemin kapısına uğrar, cehennem ehli orada alıkonularak içeri alınır, cennet ehli ise oradan geçerek kurtulur. Bunda mükellefler için faydalar vardır. Bu durum şu âyette açılanan manaya uygundur: “İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.”25

Kaldı ki, Kâdî Abdülcebbâr’a göre, sıratın kıldan ince, kılıçtan keskin olması yorumu doğru olmadığı gibi, böyle bir yolda yürümek de zaten mümkün değildir. Müellif, sırat konusunda yöneltilebilecek faraza suallere de cevap verir. Bu suallerden birisi de şudur: “Aynı ortak yoldan cehennem ehli de geçtiği halde, cennet ehline nasıl kolay oluyor” denilirse, “her ne kadar cennetlikler ve cehennemlikler aynı yolda yürümektelerse de kalplerindeki keder, üzüntü aynı değildir. Cennet ehlinin kalpleri sürurla, cehennem ehlinin kalpleri de kederle doludur ve bunun tesiri altındadırlar” cevabını veririz.26 Görüldüğü gibi Kâdî Abdülcebbâr, sıratı, hissî anlamlar vermek yerine lafzî anlamları tercih eder bir görüşü benimsemiştir. O, bir anlama yöntemi olan mecâza gitmeden, Kur’an’da zikredilen sıratı, dünyada “tarîk-i müstakîmden/dosdoğru yoldan” kinâyedir, şeklinde anlamıştır.

d. Şefaat

Şefaat; kendisinden bir şey istenen kimsenin bir başkasına yardımcı olarak eklenmektir. Daha çok, saygı bakımından konumu yüce olanın daha aşağıdakine katılması için şefaat kelimesi kullanılır. İşte kıyamet günündeki şefaat da bu anlamdadır.27

Kâdî Abdülcebbâr, şefaat konusunu, beş ana prensibin üçüncüsü olan el-va’d ve’l-vaîd ilkesi bağlamında ele alır. O, şefaati inkâr eden kimsenin büyük bir hata işleyeceğini ileri sürerek, şefaatin günahkârlara ve Allah düşmanlarına değil, sevap ehline ve Allah dostlarına derecelerini artırmak suretiyle olacağını iddia eder. Kâdî Abdülcebbâr, şefaatin dereceleri artırmak manasında olduğuna dair Kur’an’dan şu âyetleri kendi temel tezine delil olarak getirir:

“(Onlar) Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler.”28

“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler).”29 Bu âyette, bağışlanmayı isteme anlamına gelen “istiğfâr”, şefaat mecrâsında cereyan eder.

Kâdî Abdülcebbâr, günahkâr olan kişilere şefaatin olmayacağına delil olarak şu âyetleri getirir: “..Zâlimlerin ne dostu ve ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır.”30 Bu âyette “zâlimler için yoktur” pasajı, âhiret için değil, dünya için geçerlidir. Bir başka âyette geçen “zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur”31 hükmü, daimi olarak ateşten kurtarmaktan daha büyük yardım yoktur, manasınadır. Yani, ebedî olarak cehennemde kalmayı hak etmiş olanlara şefaat yoktur, demektir. Bu durum şu âyette gayet açık ve net bir şekilde ifade edilir: “Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.”32 Kâdî Abdülcebbâr’a göre bu âyetler, şefaatin varlığına delildirler. O, “benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” rivâyetini sahih görmez. Velev ki, sahih olduğu kabul edilse bile, bu rivayet Hz. Peygamberden âhâd tarikle geldiği için zan ifade eder, itikâdî konularda ise, zanna dayalı haberler kuşku taşıdığı için delil kabul edilmez. Bir başka yerde ise, Kâdî Abdülcebbâr, büyük günah işleyen kimseye şefaat edileceğine dair olan rivâyeti, eğer sahih kabul edilecekse “tevbe etme” şartına bağlanması gerektiğini ifade eder.33

Mürcie’nin aksine, Kâdî Abdülcebbâr’a göre, ehl-i salattan fasıklar için değil, mü’minler için şefaat haktır. Müellifin bu görüşü, Mu’tezile ekolünün genel görüşünü yansıtmamaktadır. Bireysel görüşler de olsa, şefaat konusunda değişik anlayışları dillendiren kişiler vardır. Örneğin, Ebu Ali el-Cübbâî, “cehennem ehlinden olan kimse, laneti ve gazabı hak edendir. Onlara Hz. Peygamberin şefaati nasıl câiz olur? Şefaat eden kimsenin şefaatte bulunacağı kimseyi sevmesi ve ondan hoşnut olması gerekir. Eğer, gazab-ı ilâhiyi hak eden bir kimseye Rasulullah şefaat ederse, Allah’ın lanetine ve gazabına müstahak olan kimselerden hoşnut olması gerekir ki, bu sahih değildir” demektedir. Ebû Ali, cehennem ehli bir defa da olsa cehenneme girdiği zaman her ne şekilde olursa olsun oradan bir daha çıkması mümkün değildir. Çünkü onlar ceza ehlidir, diyerek, günahkârlara şefaatin olmadığını iddia etmiş olmaktadır.34 Ebû Hâşim ise, el-Cübbâî’nin aksine, affetmede olduğu gibi günahta israr eden kimseye şefaatın caiz olduğu görüşündedir. Bu ifadenin hem arkasından, şefaat konusunda doğru olan Kâdî Abdülcebbâr’ın görüşüdür, ibaresinden anlıyoruz ki, Kâdî, Ebû Hâşim’in görüşünü benimsememektedir.35 Ama o, farklı düşüncelere saygısından dolayı, kendisi gibi düşünmeyen kimselerin görüşünü nakletmiş olması, takdire şayan bir davranış olduğunu da söylemek yerinde olur, sanırım.

Kâdî Abdülcebbâr, şefaat konusundaki görüşünü, şâhidin gâibe kıyas edilmesi ilkesiyle açıklamaktadır. Örneğin, nasıl ki, dünyada bir kimse kasden öldürülürse, öldürene şefaat câiz olmadığı gibi, ahirette de şefaat câz değildir, diyen müellif, büyük günah işleyenlere şefaatin câiz olmadığının felsefesini yapmaya devam ediyor. Bu konuda o, Peygamberimiz büyük günah işleyen kimseye, eğer şefaat edecekse, o zaman şu durumlar ortaya çıkar: O, ya şefaati kabul edilir ya da edilmez. Eğer, şefaati kabul edilmezse, onun Allah katındaki değeri azalacağından bu doğru değildir, şefaatinin kabul edilmesi halinde ise, sevabı hak etmeyen kimseye sevap vermiş, mükellefi hak etmediği halde lütufla cennete koymuş olacağından bu da câiz değildir. Çünkü bu tutum kabihtir/çirkindir, Allah’ın kabih bir fiil işlemesi câiz değildir. Öyleyse büyük günah işleyenlere şefaat doğru değildir.36 Kâdî Abdülcebbâr’ın bir başka delili de, cezanın devamlılık yönünden hak edilmesidir. O halde, fıskına devam eden bir fasık, Hz. Peygamberin şefaati ile nasıl olur da cehennemden çıkabilir? Fâsık bir kişinin cehennemden çıkamayacağına; “hiç kimseden şefaat kabul olunmaz”37, “zâlimlerin ne dostu ve ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır”38 âyetleri delildir. Allah Teâlâ kesin bir dille zâlimler için bir şefaatçinin olacağını nefyetmiştir. Eğer zulmün şefaatçisi peygamber olaydı, ondan daha yüce ve daha büyük bir kimse olmaması gerekirdi. Bu muhaldir. Buna da şu ayetler delildir:

“(Resulüm) hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?”39

“Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.”40

Kâdi Abdülcebbar bu âyetler bağlamından hareketle cehennemi hak etmiş olan kimselere ahrette şefaatin olmadığı sonucuna ulaşır. Büyük günah işleyen kimseye şefaatin olacağına dair rivayetleri ahad tarikle geldiği için zan taşıdıklarından dolayı şefaate delil olarak kabul etmez.41

Basra Mu’tezilileri ise, bir kimsenin alacaklı olduğu birinden alacağını tahsilden vazgeçebileceği örneğini göstererek Allahu Tealâ’nın re’sen cezayı kaldırabileceğini kabul etmektedirler. Bu da ancak şefaat yoluyla olabilir. Çünkü şefaat cezayı re’sen kaldırmaktan akla daha yakındır. Öte yandan Mu’tezile, büyük günah işleyen kişi bundan tövbe ettiği takdirde cezasının silineceğini kabul etmekte, şefaatin silinen bu sevabın iadesini temin ettiğini iddia etmektedir.42 Mu’tezile ekolünün kurucu teorisyenlerinden Ebu’l-Huzeyl ise, şefaatin, küçük günah işleyenler için geçerli olduğunu iddia eder. Kâdî Abdülcebbâr’a göre bu görüş doğru değildir. Çünkü küçük günahlar da itaat açısından cezayı gerektirir.43

Ebû Ali el-Cübbâî, cehennem ehli, cehenneme girdiği zaman oradan çıkmaları doğru değildi. Çünkü onlar, cezalandırılmaları gereken kişilerdendir. Dolayısıyla, sevap ehli ile birlikte olmaları câiz değildir. Aksine uygulama çelişki olur. Eğer bunlar şefaat ile cehennemden kurtulup cennete girecek olurlarsa, ya sevap ve lütuf ehlinden ya da cennet ehline hizmet edenlerden olurlar. Akıl, onların sevabı olmadığını, nakil ise, cennete lütuf ile girmenin câiz olmadığını gösterir. Cehennem ehli bir defa cehenneme girdiği takdirde, bir daha oradan çıkarılarak cennete giremezler, orada devamlı olarak kalırlar.44

Özetle Kadi Abdülcebbar’a göre şefaat, ehl-i sünnetin anladığı manada, ahrette günahkâr müminlerin günahlarının affedilmesi konusunda Allah’ın izin verdiği peygamberler, âlimler, şehitler, sadıklar vb. gibi kulların Allah nezdinde aracılık yapmaları manasında değildir. Onun inanç sisteminde şefaat, cennette, cennet ehli müminlerin derece ve sevaplarının artırılması anlamındadır. Günahından dolayı cehenneme giren kimse, ne şekilde olursa olsun bir daha cehennemden çıkamaz.

SONUÇ

Bu makalede de görüldüğü gibi Mu’tezile homojen görüşler taşıyan bir aydınlar grubu değil, çok renkli ve farklı görüşler taşıyan bir aydınlar topluluğudur. Bizim bu makalede takip ettiğimiz yöntem, vakıayı olduğu gibi aksettirmek ilkesine bağlı olduğu için eleştirel bir tutum içerisine girmedik. Amacımız Mu’tezile’nin kıyamet halleriyle ilgili görüşlerini muhaliflerinin kaynaklarından değil, bizzat kendi kaynaklarından vermek suretiyle önyargılı bakış açılarının önünü kesmektir. İster onların mizan, sırat, sayfaların açılması ve şefaat konusundaki görüşlerine katılalım, istersek katılmayalım, burada önemli olan doğruyu ortaya koymaktır. Biz de bu makalede bunu yapmaya çalıştık. Umarım, geleneğimizin akılcı damarlarından birisini teşkil eden Mu’tezile’nin kıyamet halleriyle ilgili görüşlerini tanımak okuyucularımız için faydadan hali olmaz.


 
1 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 734-35; a.mlf., el-Muhtasar, s. 248-49.

2 İsfehânî, el-Müfredât, s. 819.

3 İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 819; Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 366.

4 bk. Pezdevî, Ebû Yusr Muhammed, Ehl-i Sünnet Akâidi, (çev. Şerafeddin Gölcük), İstanbul, 1980, s. 230.

5 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muhtasar, s. 249;krş. Çelebi, İlyas, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kâdî Abdülcebbâr, İstanbul, 2002, s. 337.

6 21 el-Enbiya 47.

7 23 el-Mü’minûn 102-103.

8 57 el-Hadîd 25.

9 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l-Hamse, s. 735.

10 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 736.

11 a.mlf., Fazlü’l-İ’tizâl, s. 204.

12 Kâdî Abdülcebbâr, Fazlü’l-İ’tizâl, s. 204.

13 a.mlf., a.g.e., s. 205.

14 36 Yasîn 26-27.

15 81 et-Tekvîr 10.

16 24 en-Nûr 24.

17 41 Fussilet 22.

18 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûli’l-Hamse, s. 736-37.

19 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muhtasar, s. 248.

20 İsfehânî, el-Müfredât, s. 412.

21 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 122.

22 1 el-Fâtiha 6-7.

23 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 737.

24 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 738.

25 19 Meryem 71-72. Ayrıca şu âyetlere de bk. 57 el-Hadîd 13-14.

26 Kâdî, Fazlu’l-İ’tizâl, s. 206; a.mlf., Muhtasar, s. 249.

27 bk. İsfehânî, el-Müfredât, s. 386.

28 el-Enbiya 21/28.

29 Ğâfir 40/7.

30 Gâfir 40/18.

31 Âl-i İmrân 3/192.

32 el-Bakara 2/123.

33 Kâdî Abdülcebbâr, Fazlu’l-İ’tizâl, s. 207-208; a.mlf., Usûl, s. 690.

34 Kâdî Abdülcebbâr, Fazlu’l-İ’tizâl, s. 208-209.

35 Kâdî Abdülcebbâr, Usûl, s. 689.

36 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûlü’l-Hamse, s. 688-89; Çelebi, Akılcılık ve Kâdî Abdülcebbâr, s. 341.

37 2 el-Bakara 48.

38 40 Gâfir 18.

39 39 Zümer 19.

40 21 Enbiya 28.

41 Kâdi Abdülcebbar, Şerh, s. 689-690,

42 Çelebi, Akılcılık ve Kâdî Abdülcebbâr, s. 342.

43 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 691.

44 Kâdî Abdülcebbâr, Fazlu’l-İ’tizâl, s. 209; krş. Çelebi, Akılcılık ve Kâdî Abdülcebbâr, s. 342.


 

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş