๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:36:42



Konu Başlığı: Müslümanca tavir alis üzerine
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:36:42
Müslümanca Tavir Alis Üzerine Bir Deneme

"Sirtindaki akrebi gösteren
kardesine kizilmaz ve kizilmamali"


a.

Ülke insanlarinin ortak deger yargilarinin ve temel birlestirici unsurlarinin bir kisim insanlarin-firkalarin tekeline geçmesi siyasî ve içtimaî isleyisin en önemli müsküllerindendir. Genelde “devlet” mefhumunun yanlis anlasilmasindan ortaya çikan bu problemin aslî sebebi; devletin “bir teknolojik alet, bir ma-kina, toplumun egilimlerine göre sekillenen bir kurum” olarak degil de; yaptirimci, sinirlayici, baskici, toplumu yönlendirici bir halk çobani yahut bir aile babasi olarak yorumlanmasidir. Fikirlerin baskalari tarafindan kabullenilmesine yarayacak yaptirimci bir kurum olarak da görülen devletin; en küçük iliskilerden en büyük felsefî tartismalara kadar her birimde tartisilmasi, onun vazgeçilmez-ligini ortaya koyuyor. Devletin nimetlerini bir zorlama araci olarak gören zihniyet, cemiyetin inkisaf etmesine sebep olan sosyolojik birimlerin parçalanmasini netice verecektir. Devletin âdil bir hakem rolünden diktatör bir hâkim sekline sokulmasi, her ne ad altinda olursa olsun, insanlarinin riyakâr oldugu bir ülkeyi de beraberinde getirecektir. Otoritenin zayifladigi anda ise tam bir anarsi ortami dogacaktir.

Devlet hizmet yeridir; ister müslümana, ister sosyaliste, ister dinsize... Devletin yönetim usulünü belirleyecek olanlar, ülkenin ekseriyetini teskil eden vatandas kismidir. Su meselenin belirginliginin tepe noktasi ve rejim saatinin kurma kollari insanlarin sadirlarindaki vicdan-inanç-fikir üçlemesidir. Devletin bir kimlige bürünüsünün prosedürü millette olusacak olan uyusma-uzlasma ile baslayacaktir. Sonuçta, bu uzlasmanin tecelli tarlasi olan mecliste su hususun rütuslanip, yani kanun ve nizamnamelerle sinirlari çizilip; kaziyye seklini almasi hem mantikî hem insanî, hem de gerçek Islâmî yöntem olacaktir. Demek ki isin fitrî yapicilari tavandaki “meclis-parti-hükümet kombinezonu” degil; taban olan ve temelleri olusturan milletin kendisidir. Eger bu çark böyle islemiyorsa, o zaman ülkede bir diktatörlügün varligindan söz etmek yanlis olmayacaktir. Devlet milletiyle çatisma halindeyse, temel hak ve hürriyetler çignenebiliyorsa, fitrata muhalif bir siyasal ve sosyal yapinin o ülkede yerlesik oldugunu söyleyebiliriz demektir.

Meshurdur, bir Emevî valisi olan Haccâc-i Zalim, huzuruna gelip Hz. Ömer gibi adaletli olmasini isteyenlere su karsiligi veriyor: "Sizler bir Ebu Zer-i Gifârî gibi olmadikça, ben de Ömer (r.a.) gibi olmayacagim!.." Demek ki idarecilerin rengi, toplumun renklendirmesiyle oluyor. Hiristiyanca düsünen ve dolayisiyla o tarz yasayan, nüfus cüzdanlarinda ise “müslüman” yazan bir toplulukta Islâmî bir devlet “diktatör bir devlet”ten baska bir sey olmayacaktir. Olmasi da mümkün degildir. Görünen o ki bir Islâmî devlet idealinin gerçeklesmesinin çözümü “insanlarin müslüman edilmesine çalismakta” dügümleniyor. Peki su merhalede sorun nedir? Sorun, basarinin hangi yolla elde edilebilecegidir. Resmî kurumlar olan partilerle mi, yoksa içtimaî müesseseler olan cemaatler-tarikatlerle mi? Kalkis noktasi olarak önce birey ve ardindan toplum mu seçilecek; yoksa ise devletten mi baslanacak? Hak ve hakikate uygun ve sünnetullaha muvafik bir sekilde, ihlas ve samimiyeti yitirmeden ve adâleti gözeterek teblig nasil gerçeklestirilecek?

b.

Genis Islâm cografyasinda, Islâm'in insanlara ulastirilmasi çalismalari iki tarzda devam etmekte; a) Sivil Yöntem, b) Resmî Yöntem... Sivil yöntem dedigimiz sey, esasen katilima dayali —çogulculuga degil— ümmet'i ön plana çikaran; asagidan yukariya, halktan devlete bir degisimi öngören yapidadir ve çekirdeginde pozitif ilimlerle birlikte Islâmî ilimleri de kaynastirarak, klasik millî egitim ve ögretimi asip modernist ve rasyonalist dünyaya alternatifler saçmaktadir. Bu degisim planinin tuglalarini ise evrensel düzleme degilmis olan yüzlerce cemaat ve tarikat olusturmaktadir.

Resmî yöntem hakimiyet ve otoriteyi, iktidari ve devleti ele geçirmek düsüncesindedir ve yukaridan asagiya bir çözümü öngörür. Ideologyasinin odagini “ahlâk ve insan (birey)” degil, siyaset ve askerî otorite olusturur. Darbeye sicak bakan bir yapidadir. Küresel düzlemde, etnik-sosyopolitik ve kültürel farklarin olmasi sebebiyle birkaç versiyona ayrilmistir. Hemen aklimiza gelenler; Iran'da Devrimci Radikaller, Sudan ve Suriye’de Ihvan-i Müslimîn Cemaatleri, Ürdün’de Hizbü't-Tahrir Örgütü, Cezayir’de Islâmî Kurtulus Cephesi (FIS) ve Türkiye'de MNP-MSP-RP zinciri... Bir de Türkiye'de ve Senegal'de yer alan, bahsedilenlerden ayri olarak devletin kontrolünde hizmet veren Diyanet Isleri var ki, bunlari bahsimizden hariç tutmak durumundayiz. Süphesiz, saydigimiz olusumlari birbirlerinden ayiran net çizgiler de olmasina ragmen, temelde “siyaset” eksenli olmalari hepsinin ortak noktasidir.

Sunu açiklikla vurgulamak gerekiyor ki; Islâmî cografya üzerinde Pakistan, Malezya, Iran, Türkiye, Ürdün ve Misir gibi ülkelerde “resmî yöntemin” iktidara geldigi görülmesine ragmen, genel gidisatta hissedilir bir iyilesme olmadi. Kimi yerlerde mezhepçilik, kimi yerlerde de siyasî ayriliklar sebebiyle Islâmî yapilanma saglikli bir biçimde gerçeklestirilemedi. Hemen bir örnek verecek olursak, Francis Fukuyama'nin yazdigina göre Iran'da, mil-yonlarca insanin Devrim'in cazibesi ve görkemli atmosferi altinda "Amerika'ya ölüm!" diye bagirdiklari bir zamanda; bir gazeteci Tahran'daki reklam tabelalarina dikkat çekerek sunlari söylüyor: “Korkacak birsey yok, çünkü reklam tabelalari hâlâ yerinde duruyor."1 Reklam tabelalari; yani kapitalizmin yaldizli ahtapot kollari.

Ülkemizde, hangi tonda olursa olsun, TV kanallari ve radyo istasyonlari evlere, mutfaklara, çarsi-pazar ve isyerlerine modern, kapitalist ve nefsanî dünyanin alterna-tiflerini sundukça korkulacak birsey yok gerçekten. Demek ki, tek basina siyaset ve iktidar, evrensel bir alternatif ve ittihad-i Islâm 'a bir dayanak noktasi olamiyor.

Burada, hemen bir hususun altini çizmek istiyorum: Kurtulusun “düsmanin silahiyla silahlanmak” düsüncesinde oldugu muhakkak olmakla beraber, bu yanlis bir yorum ile pekâlâ geri tepecek bir yöntemdir. Meselâ sadece ekonomiyi mutlaklastirip “agir sanayi hamleleri” hazirlamak yeni bagimliliklara zemin hazirlayacaktir. Aslî gücü, modernizmin materyalist vasitalarinda degil; insanî dinamiklerde, ruhî atmosferlerde aramak gerekir. Çünkü, esyayi anlamlandirisin merkezi onlardadir. Bunu anlamak için Bedir Savasi örnek olarak bize yetecektir.

c.

Colin Turner'in yazdiklari hâlâ hafizamdadir. Asrin ihtiyaci olan hizmet tarzinin iman'i esas alan bir halk dirilisi oldugundan bahsediyordu. Son devrin iki önemli Islâmî hareketini karsilastirdigi yazisinda söyle diyordu: "Bediüzzaman'in müdafaa ettigi inkilab; Tahran, Kahire ve Cezayir sokaklarinda çigirtkanligi yapilan cinsten bir inkilab degildir. Risale-i Nur'un inkilabi zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde bir inkilabdir. Bu bir 'Islâm devrimi' degil bir 'iman inkilabi'dir. Bu da iki seviyede gerçeklesecektir: Müslümanlari taklidî imandan tahkikî imana; inanmayanlari da 'ene'nin kullugundan Allah'in (c.c.) kulluguna eristirmekle...”2

Bilindigi üzere Bediüzzaman, kendine “müslüman” diyen kitlelerin Islâm'in ana umdelerinden, en basta imanin tahkike muhtaç olan esaslarindan uzak kaldiklarina; her türlü fikhî-siyasî-içtimaî meseleden daha öncelikli olarak, materyalist-tabiatpe-rest felsefelerin kalplerini ve kisiliklerini zayiflattigi müslüman kitlelerin imanî ve kalbî yönden tahkikî (sarsilmaz) bir sevi-yeye getirilmeleri gerektigine isaret ediyordu.

Süphesiz Turner'in vurguladigi “iman inkilabi”, Said Nursî'nin hedefledigi tecdit (yeniden yapilanma) hareketinin birinci safhasini olusturuyordu. Iman tohumlarinin köklesip filizlenmesi sürecinde, Islâm’in ana umdelerinin, sosyolojik tabanda, yani hayatta icrasina geçilmesi hareketin ikinci basamagini olusturuyordu. Hukuk ve iktidar, daha geniç bir anlatimla ittihad-i Islâm ve hilafet, hayatin rayina oturma sürecinde tartisilacak ve neticeye vardirilacak konular olmak üzere, tecdit hareketinin üçüncü sirasini teskil ediyorlardi.3

d.

Hayat safhasindan kastimizin Islâm'in toplumsal dinamiklerini isletebilmek oldugu açiktir. Yani, düzenin paradigmalarina, kurum ve kuruluslarina, özel giri-simciligin sartlariyla tutarli ve hakikaten Islâmî alternatifler üretmek. Egitime, ekonomiye, san'ata, yayinciliga kadar sos-yolojik karaktere sahip her alanda örnekler gelistirebilmek. Yani bir peygamber meslegi olarak insanlari hâlen ve kâlen ikna edebilmek. Tabiî ki, bu alternatiflerin gerçeklestirilmesi esnasinda; üçüncü basamakta zikredilen hususlarin teskil edilmesi yönünden hukukî ve siyasî alanlarda somut, açik, takiyyesiz, programli, inandirici örnekler sergilenmesi de önemli bir husus. Saniyorum ki resmî yöntemcilerle sivil yöntemciler arasindaki sun'î problemler hayat safhasinin olgunlasmasi sirasinda eriyecektir. Her iki tarafin da, Islâm’in toplumsal dinamiklerinin hayata tatbik olunmasi sürecindeki çalismalarda, birbirlerini tanima ve karsilikli olarak motive etme yönünden hayli yakinlastiklari durum, onlarin ayaklarini yere daha bir kuvvetlice basabilmelerine yardimci olacaktir. Hayalî ve hamasî seylerin zamani degil, isbat ve icraat zamani oldugunu farketmeleri lazimdir.

Ne kadar Islâmî olduklari tartismali olsa da, “dinî” radyo ve TV'lerin çogalmasi, Islâmî müzik ve matbuat endüstrisinin son demlerde en parildayan kesimler olmasi, “ittihad- Islâm ve hilafet nasil olabilir?” tartismalarinin yogunluk kazanmasi, cumhurbaskani da dahil olmak üzere pek çok bürokrat ve politikacinin “laik Türkiye” söylemini birakip “demokratik Türkiye Cumhuriyeti ve anayasal vatandaslik”i telaffuza meyletmeleri saniyorum ki “hayat” safhasinin sinyalleri... Bunlardan sonra, artik hilafet, ittihad-i Islâm vs. gibi siyasal meselelerin tartisilmaya baslanmasi bizi sasirtmamali. Lakin, hayat safhasinda halledilmesi gereken o kadar problem var ki! Müslüman kesimlerin hâlâ kapali sos-yolojik birimler ve ekonomik tesekküller halinde kalmalari; iletisimin, dolayisiyla modern dünyanin dayatmalari karsisinda zayif kalmalarina sebep olmaktadir. Sirketlesmenin çok önemli oldugu su zamanda, küçük olusumlar olarak kalmak ve küçük hedefler pesinde kosmak ne yazik ki hâlâ müslümanlarin israr ettikleri bir durum. Modernizmin maddî ve manevî saldirilari karsisinda maddî ve manevî sirketler olusturmak simdiki asrin bir geregidir. Bu olusumu önleyen seylerin —özellikle siyasî endiselerin— izale edilmesi lazimdir ki, böylece birbirleriyle çatismayan bir makinenin çarklarini isletebilmek mümkün olsun.

e.

Su zamanin çarsisinda en önemli metalar haline gelen siyaset ve ekonomiden çok daha önemli bir husus olan ve iman ve hayat safhalariyla içkin olan bir konu da kültür olgusudur. Son yetmis-seksen senedir dünyayi sarsan olaylar, her ülkede çesitli oranlarda depremlere sebep olmustur. Ülkemizde de bir “fetret” dönemi yasanmistir, yasanmaktadir. Herhangi bir kültürün en önemli unsurlarindan olan dil büyük bir erozyona ugramistir. Tarihimizle bizi baglayan nakislar kazinmis; mekanik ve metalik bir hale girmistir. Bugün kaçimiz Namik Kemal'i, Naima'yi, Evliya Çelebi'yi, Said Nursî'yi, Menâkib-i Sultan Süleyman'i, Ahmet Hamdi'yi, Iskilipli'yi anlayabilecek kelime dagarcigina ve dil asinaligina sahibiz? Üstelik, tüm kudretleriyle, Islâmî kültürün dil dahil her bir ögesini tüm zenginligiyle kusagimiza ve gelecek nesillere aktarmaya çalisan su insanlari karisik kurusuk ve anlasilmaz ifadeler kullanmakla suçlayabiliyoruz. Hatta, ihtiyarlik dönemini zindanlarda, insafsiz memurlarin baski ve tarassutlari altinda geçiren; ilim, makam ve sereflerini, gelecek kusaklarin imanlarini ve kisiliklerini kurtaracak olan eserlerine ve hizmetlerine zarar gelmemesi için feda edebilen, ayaklari öpülesi iman ve kültür mimarlarimiza son raddede bir vefasizlik örnegi gösterebiliyoruz. Eger vefa denilen sey, sadece Istanbul'da bir semt ve üçüncü ligden çikamayan bir takim degilse; Elmalili gibi, Bediüzzaman gibi insanlarimiza; Necip Fazil, Tarik Bugra, Peyami Safa, Cemil Meriç gibi kültür mühendislerimize göstermemiz gereken bir davranis degil mi? Su bir gerçek ki, bu insanlara hâlâ soguk bakisimizin bir sebebi de, özellikle siyasî endiselerimizdir ve “sadece benim meslegim haktir” olan yanlis düsünüsümüzdür.

Siyaset ve ekonomiye harcadigimiz zaman, para ve enerjinin kirkta birini kültür alanina kaydirabilsek, görecegiz ki, o zaman iktidara kimin geldiginin pek önemi yok. Eger bizler son yetmis yildir enerjimizi sarfettigimiz alanlar olarak imanî ve Islâmî altyapiyi, irfanî ve kültürel sahalari seçmis olsa idik, bugün zaten durum böyle olmazdi. Çünkü Islâmî hayattan uzak kalisimizin ve imanî bir fikir atmosferine sahip olamayisimizin ana sebebi, bu noktalarda erozyona ugramis, ugratilmis olusumuzdur. Padisahligin ve sadece siyasal bir görüntüye bürünmüs hilafetin kaldirilmasi degildir bugünkü halimizin sebebi. Bu bakimdan, düsünülecek her türlü intifada hareketinin, her tadilat girisiminin temelini siyasal yapilanma ve iktidar olayi degil; kültürümüzün altyapisini olusturan iman hakikatlerinin inkisafi olusturmalidir.

f.

Halkin iradesinin ve hakimiyetinin ilk tecelligâhi, insanlarin fert-be-fert kalplerindeki vicdanî sorumluluk duygusudur. Hakimiyet kayitsiz sartsiz milletindir sözünden anlayacagimiz; ülkedeki otoritenin asil kaynaginin milletin dininin, örfünün ve vicdanî sesinin bir karisimi olmasidir. Yoksa herseyi kusatan ve halkin iradesi gibi mecalsiz ve vehmî bir olgunun çok ötesinde bulunan küllî hakimiyetin Allah'ta (c.c.) oldugu izahtan varestedir. Halkin hakimiyeti, insandaki cüz'î irade seklinde anlasilmalidir. Kendi halki “düsünme tembeli” olan bir politikaci, iktidar dahi olsa; ya kendi nefsinin esiri ya da ihtilalci-kurtarici akbabalarin yemekligi olacaktir. Halkin fikridir, politikacinin fikri denilen. Ve, “layik oldugunuz sekilde yönetilirsiniz” biçiminde düsturlasan, prensiplesen de bu degil midir?

g.

Aylakliga ve lumpenlige methiyeler düzülen su ülkede, meselelerin hallolabilmesi pek güçtür. Hele egitim seviyesi —tabiî ki egitimden kastimiz millî egitim degil— çok düsük olan insanlara bir arada yasamayi ögretebilmek; demokrasiyi ve mesvereti anlatabilmek hiç de kolay degil. Özellikle münevverlerimiz, her kesimden insani demokratik düzleme çekebildikleri oranda kiymetli seyler yapabilmis olacaklardir. Siyasal alanlara çekilmeye çalisildikça, zaten halkin gözünde özellikle tek parti döneminde ciddi sekilde sicillenmis olan siyasetin çamurlarina bulanilacaktir. Demokratik düzlemden kastimizin bireysel ve kurumsal faaliyetlerimizin arenasi olan ve sosyal dinamiklerin kaynagini olusturan toplum hayati oldugu asikârdir.

Insanlar eger Islâm adina, kurulu düzeni hayirliyorlarsa, kitlelere hamasî degil sahici örnekler ve hedefler göstermeliler. Bunu yapmazlarsa, sonuçta, iki asirdir Baticilarin savunageldikleri hedef-leri, Islâmî terim ve söylemlerle savunmak zorunda kalacaklardir. Süphesiz ki bu, Islâm için bir düs kirikligindan baska bir sey degildir ve bunun sorumlulugunu üstlenebilecek kimdir?

h.

Yetmisli yillarin gürültülü atmosferinden seksenli dönemin uykulu günlerine sürüklenen Türkiye'de, siyasî hayatta tek adam rolünü oynayan Özal, dindarligi gerekçesiyle halkin teveccühüne de mazhar olmustu. Lakin, Ismet Özel'in de atifta bulundugu gibi, Kemalizm'in “motor degisimi”ni de üstlenmisti.4 Kapitalizm, bireycilik, liberalizm, vs. gibi temelde mo-dernist dünyaya ait olan ve Islâmî tüm kurum ve kuruluslara mukabelede bulunan kurumlari, kanun zoruyla, medyatik bir illüzyonla hayatimizin seyline akitti. Neticede, isin farkinda olanlarin bile kendilerini kontrol edemedikleri bir durum ortaya çikti. Bu ise milletin hayatini ahlâksizligin ve düsünmemenin sinirlarina itiverdi.

Yetmisli yillarda, Türkiye, ideoloji savaslarinin maddî-manevî arenalarda yapildigi bir durumdaydi. Öyle ki, sagci-solcu, ülkücü-komünist, vs'ler arasinda baska seylerin esamesi bile okunmuyordu. Pek çok insan öldü, yaralandi, tutuklandi. Fakat bu insanlar, insanî seyler için mücadele ediyorlardi. Ve bu yüzden “saygin”dilar. Seksenli ve doksanli yillar, herkesin ekonomi ve siyaseti konusageldigi bir fikir mezarligi ya da uykulu yillardir. Özal'in, daha basbakanliginin ilk döneminde sarfettigi "Herkes ekonomi konusacak" sözlerinin bizi bu boyutlara tasiyacagini kestiremezdik. Enflasyonist ve faizci ekonomiye dayali düzen, insanlari, pa-ralarini kullanmada da kararsizliga itiyor. Islâmî hizmetlere harcamak, Bosna'ya yardim etmek; dolar ya da marka yatirim yapmaktan; repo'ya ve faize yatirmaktan daha az “akillica” görünüyor. Sayin Hüseyin Hatemi'nin dedigi gibi “paranin tugra tarafini gösterip yazi tarafini cuk oturtan” Özal'in Türkiye insanini getirdigi nokta "homo economicus"luktur. Müslümanimiz, ateistimiz, aydinimiz, herkes isin sonucunu iktisadî ölçülerle degerlendirmeye basladi.

Örnekleri çogaltmak mümkün. Müslüman hayatla ve tabiatla barisiktir, ama müslüman içinde yasadigimiz gayr-i insanî düzenle musalaha edemez. Bazi “dinî” medya kuruluslari müslümanlarin bir kisminin, bu bozuk düzene kuzu kuzu teslim olmalarini sagliyor. Sözkonusu kuruluslar, statükonun istedigi uyumlu, pasif ve protestan ahlâkli müslüman portresini her gün evlerimize tasiyor. Müslümanlarin “gerici” damgasi yememek ugruna ya da süpheli bir “maslahat” ugruna kendi hayat anlayislarindan böylesine tavizler vermelerinin sonucunda gelinen nokta pragmatist ve makyavelist müslümanlarin ortaya çikmasidir. Kendilerini kapitalizmin sinirlarinda tutmaya çabalayan bu insanlarin istedikleri hakikaten “seriat” olabilir mi?

i.

Dil ile beraber zikredebilecegimiz baska bir unsur da, müziktir. Nisan '94'te okudugum bir sohbette, "özgün Islâmci müzik"in ilklerinden olan Emirhan Ertürk, müzik kalitesi olarak çok yüzeysel olduklarini söyledikten sonra, baslangiçta orgla sahneye çikmalari yadirganirken, simdi gitarin dahi alkislandigini ifade ediyordu. Yaptiklarinin dogru olduguna inanmadigini söylüyordu. Süphesiz, sadece müzik kalitesinin ne oldugu degildir sikintinin kaynagi. Sikinti, insanlarin ölçüsüzlügüdür. Islâmî sezgi, terbiye ve kültüre sahip olmayan kitleler, taklidî ve mevhum bir Islâm ile kusandiklarindan ifrat ve tefrite düsebiliyorlar. Bu insanlara, Islâmî hayatin teferruat türünden olan unsurlarini uzatmak; alin size TV, alin size Islâmî müzik vs. demek; insanlarin putlarina yenilerini eklemek olacaktir.

Anlatmaya çalistigimiz sey; medeniyetin nimetlerinden “sahih” bir tarzda faydalanmak olayidir. Sinemaya, TV'ye, tiyatroya, müzige sadece “Islâmci” denilmesi yetmiyor. Önemli olan, müzigi icra edenlerin de, müzigi dinleyenlerin de hakikaten müslüman olmalari ve hele manen böyle bir altyapiya sahip olmalaridir. Ismet Özel "Bazilari vardir, ragbette olan ne varsa, ona ragbet ederler; ama bazilari da ragbet edilecek seyleri arar bulurlar. Türkiye'de müslümanligin küfre karsi siper kilinmasini saglayanlar, bu ikincilerdir" diyor. Amerikan uçak firmalarina 120 milyar dolar yatiran Suud'lulari Bosna'ya yardim etmemekle suçlayan bizim mahalle bakkalinin onlardan pek farki yok aslinda; birisi dolar milyarderi, digeri dolarzededir, lakin ikisi de ayni aylakliktaki müslümandir.

Burada sunu da belirtmek gerekiyor: Islâm dininin hedefledigi toplum düzeni “uygar” degil, “medeni” olan bir tondadir. Çünkü uygarligin getirecegi sey teknolojiyi ve maddeyi mutlaklastirmaktir. Medeniyet ise sosyal dinamikler açisindan mükemmele kosmaktir. Çünkü mutlaklastirilmis, hazmedilmis bir dindarligin karsisinda madde ve teknoloji, ancak i'la-yi kelimetullah için anlamlidir.

j.

Bediüzzaman'in "Siyaseti aslî maksad yapanlarda din ikinci derecede kalir" tesbitinin bizlere müslümanin siyasete bakis açisinin normlarini uzattigini düsünüyorum. Siyasî bir olusumun hedefleyecegi nihai sonuç kitleleri kendine çekmek olacaktir. Bunun demokrasilerdeki adi oy çoklugudur. Eger tekelci bir zihniyete, meselâ sadece ben milliyetçiyim ya da sadece ben dindarim gibi bir inhisarci düsünceye sahip iseniz, bu meselelerin yolu benden geçer diyorsaniz, ya ilkelerinizden büyük tavizler vererek, yani kitleselleserek farkli oldugunuza inandiginiz insanlara benzeyeceksiniz, ya da ilkelerinize siki sikiya sahip çikip küçülmeye baslayacaksiniz. Tabiî ki, “ilkeler”den kasdimiz, toplumun ekseriyetinin mâlik oldugu degerlerdir. Yoksa sahsî bazi prensipler degildir. Siyasetçimizin ayaklari yere degmedikçe, kendilerinden baskalarinin da bulundugunu görmedikçe islah olmasi mümkün degil. Ayrica salahat ve maharet ayriminin iyi yapilamamasi da en büyük çikmazlarimizdan. Bazilarimiz en dindar insanin en maharetli olabilecegini, en milliyetçi olanin en iyi belediye baskanligi yapabilecegini zannediyoruz. Halbuki en dinsiz adam iyi bir ekonomist olabilir, mason bir zat ekonomiden iyi anlayabilir vs...

Siyasî parti iseniz; oy miktariniz ideolojinizin boyutlarini da belirtir diye düsünmeniz yanlis olacaktir. Çünkü siyaset bir ideoloji isi degil, daha çok bir hizmet ve teknoloji isidir. Ve size oy verenleri hayal kirikligina ugratiyorsaniz; kendinizi iyi ifade edemiyor, siyasetin ne oldugunu oy verenlere anlatamiyorsunuz demektir. Tek basina bir siyasî parti hiçbir zaman bir dini ya da bir ideolojiyi sirtlayamaz.

Ayrica, insanlari daima siyasî atmosferin içinde tutmak; ondan baska alterna-tifin olmadigini söylemek, tek kelimeyle insanlari aldatmak demektir. Vatandasi, dört-bes yilda bir yapilan seçimlere her gün, her hafta, her ay motive etmek yozlasmayi da beraberinde getirecektir. Ayrica, politikadaki her çalkantiyi hayatimiza aksettirmek, en önemli vazifemizi unutmayi da beraberinde getirecektir. Birbirini yutmakla beslenen ve menfaat üzerine dönen halihazirdaki siyasetten insanlarin fazla birsey beklememesi gerekirken, herkesin herseyi siyasetten bekledigi bir ortama ulasilmis ise; suçu kendimizde aramamiz gerekmez mi?

Bir örnek olsun diye yaziyorum: Meselâ, devletin seriatla yönetilmediginden sikayet edenler kendi hayatlarinin ne kadar “ser'î” olduguna bakiyorlar mi? Sicak evle-rimizde ve garantili islerimizde “sömürü edebiyati” yapmak nasil bir çeliski, degil mi? Seriati istemek, düsünce hayatimizdaki lüksümüz. Böylece, damarlarimizdaki ihtilalci tarafi tatmin ediyoruz. Ibadet etmek, yalan söylememek, giybet etmemek; bunlarin hayatta yerlesmesi için çabalamak bizim için hilafetten ve iktidardan daha mi az kiymetli? Ne zaman giybeti tahkike, yalani sidka, hasedi giptaya çevirebilmissek; iste seriat evimize gelmistir. Ilk önce ülkeyi degil, ilkeyi sahiplenmek lazimdir. Eger, ülkede sahsiyetli bir politika yapilmadigindan dem vuruyorsak, kendimizin bu noktadaki katki payini da düsünmeliyiz. Genel mânâda hepimize düsen önce Islâm'i yasamak ve sonra da teblig etmektir. Ekonomi ve hukuk gibi ülkeyi kaplayan konulari da ihtisas sahiple-rine birakmak ve herseyi bilemeyecegimizi bilmek gerekiyor. Sayin Muhsin Yazicioglu'nun belirttigi gibi uzlasma, siyasette degil, sosyal hayatta saglanmali ki, yani millî bir mutabakat saglanmali ki hersey yerli yerine oturabilsin. Tüm milletin mukadderatiyla ilgili meselelerin, en hassas noktalar da dahil olmak üzere sokaklarda, kahvehanelerde konunun mütehassisi olmayanlarca tartisilmasi, isi içinden çikilmaz hale gitiriyor.

k.

Resmî yöntemcilerin, kuvvetin organizasyonundan ve aklîlestirilmesinden ibaret olan iktidara yönelisleri, asrin dimaginin “Kuvvetli olan üstündür ve kudretli olan konusur” prensibini benimsemis olduklarindandir. Yani resmî yöntemciler bu kuvvetin islahina çalisiyorlar. Sivil yöntemcilerin hedefleri ise “kült”ün Islâmîlestirilmesidir. Çünkü, diyorlar, peygamber “âlet”e (otori-teye, kuvvete) degil “kült”e (halka ve hayata) yönelmisti. Mekke devrinde iktidari (Mekke reisligini) reddetmesi ve Medine'den, Islâmî kültürün olusmasiyla 'âlet'in de fitrî bir sekilde Islâmî tarza bürünmesi bu bakimdan anlamlidir.

Süphesiz, müslümanlarin parti ile dine hizmet etmeleri mümkündür; fakat bunun getirecegi sorumlugunun da bilincinde olmak ve siyaseti birinci maksat yapmamak kaydiyla. Ya müslüman kimligini öne çikararak herkesi kucaklayacaklar, ya da partizanlik damariyla hareket edip hakliyi degil, bizden'i; hakki degil menfaat'i; kardesligi degil partidasligi vs. seçmek zorunda kalacaklar. Üstelik, eylemlerinde yapacaklari en ufak bir yanlis sadece kendilerinde kalmayip tüm müslümanlara ve Islâmiyete maledilecektir. Allah hepimizin yardimcisi olsun.

Iktidar olmak ayni zamanda muktedir olmayi da getirmiyor. Halkin istedigi ile Hakk’in istedigi örtüsmediginde ne yapacagiz? Hz. Ali gibi hakki sahiplenip, gerektiginde iktidari birakabilecek miyiz; ya da kuvvetimiz yettigince, zorla hak bildigimizi dikte mi edecegiz? Eger halka açilmak haktan taviz vermeyi de getiriyorsa, hakta sebat etmeli.

Sonuç

Ülkenin kozmopolit yapisi gözönüne alindiginda, aslî hizmet; insanlarin kalbine gerçek kimliklerini koyabilmek, düsünmelerini saglayabilmektir. Böyle bir toplumsal düzlemde Islâm’in ihyasi bir zümrenin üzerinde ve tekelinde olamaz. Temel olgularda birlestigimiz halde, metodlarimizda ayrisiyoruz. Hepimiz birer hazine tasiyicilari hükmündeyiz. Bu hazineyi beraber tasimak zorundayiz. Yapmamiz gereken her isimizde “hakli” olmak degil, her isimizde “hakki” gözetmeye çalismaktir; çünkü, eninde sonunda hak ve hidayet Allah'tandir. Lütfen, artik insanlara “sahih” bir imani ve “dogru” bir Islâm’i ögretelim ve daha önce de kendimiz bu isi ögrenelim. Mekke ve Medine baglantisini iyi yorumlamak; sadece müslümanlarin bulundugu bir siperin ancak iman tarafinda olabilecegini; Turner'in bahsettigi gibi asra bir fikh dersi degil, bir iman talimi verilmesi gerektigini anlamak zorundayiz. Hayat ortak yasaniyor ve gafil müslümanlar ve kâfirler de bu müstereklikte pay sahibidirler. Bu nedenle “iman birligi,” Medine Vesikasi'ndan binler defa yüksektir. Hakiki hizmet adaminin ve idealist insanin ilk safhada muhatabi “devlet” degil; devlet havuzunun rengini olusturan sahislar kitlesidir. Asr-i Saadet'te insanlar ikna ediliyorlardi, vesselam...



Mustafa Akça



Dipnotlar
1. Nur, the Light, March’93.
2. Nur, the Light, March ’93.
3. Kastamonu Lahikasi, Envar Nesr., s. 90.
4. Cuma Mektuplari I, s. 22.