๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 08 Ekim 2010, 14:52:05



Konu Başlığı: Musibetler karşısında duruşumuz
Gönderen: Sümeyye üzerinde 08 Ekim 2010, 14:52:05
Musibetler Karşısında Duruşumuz

O’nun rızasını en büyük hedef olarak önüne koyan ve o en büyük gayeye, varlığı yaratan Zât’ı herkese tanıtmak ve sevdirmek yoluyla ulaşma niyet ve azminde olan Müslümanlar her şeyden önce İslam’ın, imanın ve inananların başına gelen üzücü hadiseleri gerçek musibet sayarlar/saymalıdırlar.


Musibetler, fert, aile, millet ya da bütün bir insanlık çapında başımıza gelen bir kısım üzücü hadiselerdir. Bunlar kimi zaman belli sebeplere bağlı olarak cereyan ederler, kimi zaman da arkalarında zahiren herhangi bir sebep görmek mümkün olmaz. Fakat her hâl ü kârda bir yaprağın, dalından düşmesine varana kadar kainatta cereyan eden küçük-büyük bütün hadiseler gibi musibet, âfet ve belâ nev’inden maruz kaldığımız şeylerin arkasında da Müsebbibü’l-Esbab olan Cenab-ı Allah’ın kudret elinin olduğu âşikardır. Öyledir, zira cüz’î-küllî hiçbir hadise Rabbin izni ve emri dışında meydana gelmez/gelemez.

Ayrı bir husus da herkesin, inandığı değerlere ve hayatına ölçü yaptığı kriterlere göre hadiselere bakış açısı da farklı farklı olacağından kimilerine göre musibet ve belâ addedilebilecek hususlar başkalarına göre hiç de öyle olmayabilir; hatta değil bir musibet bir sürûr vesilesi bile olabilir. Allah’a inanan, O’nun rızasını en büyük hedef olarak önüne koyan ve o en büyük gayeye, varlığı yaratan Zât’ı herkese tanıtmak ve sevdirmek yoluyla ulaşma niyet ve azminde olan Müslümanlar her şeyden önce İslam’ın, imanın ve inananların başına gelen üzücü hadiseleri gerçek musibet sayarlar/saymalıdırlar. Canımıza, malımıza, ailemize vs. dokunan zararlar ise diğerlerine nispeten ta’lîdir; ikinci sırada kalırlar/kalmalıdırlar.

Evet, önemli olan insanlığın hakikati bulması ve dinin yaşanmasıdır. Bunun için de ne yapılsa, ne kadar çok gayret edilse, ızdırap çekilse, canlar feda edilse ve en ağır musibetlere katlanılsa yine sezâdır. “Yaşatmak için yaşama’’nın mânâsı da bu olsa gerek. Çetin Uhud muharebesinde Allah Resûlü’nün hayatta olduğunu öğrendikten sonra ‘’Baban, eşin ve çocukların şehit düştü!’’ diyenlere, “Allah’ın elçisi hayatta olduktan sonra artık bütün musibetler hafif gelir’’ diyebilecek kadar kendini dinine adamış Hazreti Sümeyra ve Kadisiye’de dört oğlunu birden Allah yoluna feda eden ve “Allah’ım, bana dört oğul vermiştin. Dördünü de Habibin’in yolunda kurban ettim; Sana binlerce hamd olsun!” diyecek kadar Efendiler Efendisi’ne ve onun yoluna âşık Hazreti Hansa validelerimiz işte bu mefkûreye bağlanabilme hususunda bizim için ne güzel örnek teşkil ederler! Zaten bugün bizim eksik-gedik Müslümanlığımız da dahil olmak üzere yeryüzündeki İslam, sebepler açısından bakılacak olursa, işte o ilklerin ortaya koyduğu bu gayret, performans, çile ve ızdırabın semeresidir.

Asrın başında hayatını Müslümanlığın ızdırabını dindirme yoluna vakfeden Bediüzzaman’a ne kadar çok şey borçluyuz! O, şahsî ahvaliyle alâkalı soru soran bir gazeteciye değil sadece kendi hayatı bütün dünya gözünden silinmiş bir edayla şunu söylüyor:
“Bana ıztırap veren yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir.

..................................

Şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!


..................................

Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.

..................................

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. ” (Tarihçe-i Hayat/Tahliller)


Bizim düşünce dünyamızda neyin asıl musibet olduğuna bir-iki cümleyle kısaca işaret ettikten sonra şimdi de “Başımıza gelip çatan musibetler karşısında nasıl düşünmeli ve nasıl bir tavır belirlemeliyiz?” sorusunun cevabını aramak istiyoruz. Söylemek istediklerimizi birkaç madde altında toplamaya çalışalım:

Yegâne Tasarruf Sahibi’nin Gözettiği Hikmetlere Saygılı Olmak Gerekir
İster fertler, isterse bir yolda, Allah’a, O’nun rızasına beraber yürümeye çalışan cemaat ve guruplar açısından olsun başımıza gelen üzücü hadiseler karşısında düşünmemiz gereken ilk husus, yukarıda da geçtiği gibi, gelip bize toslayan her hadisenin her şeyi görüp bilen Rabb’in izni ve emriyle gerçekleşmiş olduğudur. Bu önemli noktayı nazara alarak sabretmek gerekir. Efendimiz (aleyhisselam) sadece mü’mine müyesser olan bir hususu izah ederken “Mü’minin durumu şâyân-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” buyurur. Sabır bir mânâda Allah’ın (celle celâlühû) yaptıklarından hoşnut olmak demektir ve Efendimiz’in güzel beyanları içerisinde “sabrın, ilk toslama anında olanı makbuldür.” Aksi tavır, davranış ve ifadeler hatta ihsaslar, kulun, Rabb’inin fiillerinden şikayetçi olması manası taşır ki, bu, kulun Yaratıcı’sıyla münasebetlerini de zedeleyebilecek, altından kalkılması zor ve büyük bir vebaldir. Evet, mutlaka Cenab-ı Hakk’ın tasarrufat ve icraatına karşı şikayetten, şikayet işmam edecek tavır ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Cenab-ı Allah musibetlere karşı sabır gösterip dişini sıkmasını bilenleri müjdelemiş ve İmam Maturidî Hazretleri’nin de tefsirinde işaret buyurduğu gibi darda kalan kullarını ‘innâ lillah’ diyerek kelime-i tevhidin hısn-i hasînine girmeye davet etmiştir.

Allah (celle celâlühû) Hâkim-i Mutlak olduğu gibi aynı zamanda Hakîm-i Mutlak’tır da. O’nun yapıp işlediklerinde asla abes bir fiil söz konusu olamaz. Her işte mutlaka bir hikmeti vardır. Hem Cenab-ı Allah bütün kâinatın sahibidir ve sahibi olduğu mülkte istediği gibi tasarrufta bulunabilir. O’na –hâşâ- yaptıklarından dolayı hiç kimsenin bir şey sormaya hakkı da yoktur. Koskoca kainatta çok cüz’î bir yer işgal eden âciz, zayıf, muhtaç insanoğlunun ne sermayesi, hakkı ve ne haddi var ki Rabbine karşı şikayet işmam eden tavırlara girsin!?

Sonra biz hadiselere bakarken değişik kayıtlarla mukayyet bir varlık olmaktan kaynaklanan dar bir perspektiften bakarız. Allah (celle celâlühû) ise hadiselerin evveline, âhirine, iç ve dış yüzlerine birden bakar; birden görür. Onun içindir ki, bizim musibet zannettiğimiz nice şeyler haddizâtında bizim için birer belâ değil, belki birer lütuftur. Bizim şiarımız sabretmek, her hadisede bir vech-i rahmet görmek, Allah’a mütevekkil olmak ve kahrı da lütfu da bir bilmek olmalıdır. “Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” diye düşünmeli; “Çektiğimiz ezâ ve cefâlar, maruz kaldığımız işkenceler ve katlandığımız musibetler hep helâl olsun’’ diyebilmeliyiz.

Müslümanların Yitirdiği Yürek

İkinci önemli husus, başımıza gelen üzücü hadiselerin kendi günahlarımız sebebiyle geldiğini düşünmektir. Bu, en salim bir yoldur ki, Kur’ân-ı Kerim bize sık sık böyle düşünmeyi salık verir; verir ve “Siz kendinize bakın; siz doğru yol üzere olduğunuz sürece hiç kimse size hiçbir zarar veremez’’ (Mâide, 5/105), “Allah insanlara hiç bir şekilde zerre kadar bile zulmetmez, insanlar kendilerine zulmederler’’ (Yunus, 10/44), “Rabbinize rücû edin; topluca tevbe kurnalarına koşun’’ der (Zümer, 39/54). Görüldüğü üzere Allah’ın bu ve benzeri bütün emirleri bizi kendi içimize yönelmeye ve günahlarımızdan, kirlerimizden arınmaya, bunları yaptıktan sonra da Rabb’in ulu dergâhına teveccüh etmeye çağırır.

Evet, bizler başımıza gelen belâların işlediğimiz günahlar sebebiyle geldiğini düşünmeli, onların def ü ref’i için en kısa zamanda hatalarımızdan, kusurlarımızdan, günahlarımızdan, isyan kokan fiillerimizden ve küçük-büyük bütün haddi aşmışlıklarımızdan dolayı tevbe edip deformasyona uğramış iç dünyamızı kendi fıtrî ve temiz haline getirmeye bakmalıyız. Zaten Cenab-ı Hakk’ın lütufları da kirlenmemiş, iç deformasyona uğramamış temiz fert ve toplumların üzerine yağar. Başımıza gelen musibetlerin sebeplerini dışarıda aramak çok defa bir aldanmışlıktır ve problemlere çözüm olmak bir yana, çözümü geciktirmekten başka bir işe de yaramayacaktır. Hazreti Ömer efendimizin işaret buyurduğu gibi her fert kendini, kendi içini kontrol etmeli ve ‘’Benim başıma gelen bu belâ, acaba hangi günahım sebebiyle geldi?’’ demelidir.

Değişik renk ve desenleriyle başımıza gelen belâ ve musibetlerin kendi işlediğimiz günah ya da hatalardan kaynaklandığını düşünmekle yani problemlerin kaynağını kendimizde görmekle, daha sonra ayrı bir madde olarak bahsedilecek olan dua ve teveccüh arasında da ciddi bir irtibat vardır ki o da şudur: Bir insan şayet kusur ve hatalarını kabul ederse aczini de kabul eder. Onu kabul edince gönlünde çok defa Cenab-ı Mevlâ’ya tazarru ve niyazda bulunma ihtiyacı hisseder. Öte yandan sıkıntıların kaynağını hep dışarıda arayanlar asla Allah’a iltica ve yakarma ihtiyacı hissetmezler. Evet, herhangi bir musibetle karşılaştığımızda onun sebebini kendimizde yani hata ve kusurlarımızda aramak bir basiret; aksi ise en hafif ifadesiyle bir cehalettir.

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’den mevzumuza ışık tutacak bir-iki cümle arzedelim:


“Yapılan işlerin ahenkli gidebilmesi, meyelân-ı hayrın sürekli güçlendirilmesi için her işin başında, ortasında, sonunda Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmak şarttır. Belki bu çerçevede hayatının yarısı münacaatla geçmelidir. Mevcut çıkmazlar, açmazlar, problemler karşısında “Benim yüzümden oldu’’ deyip sabahlara kadar başını secdeye koyup tevbe ve istiğfar etmek icab eder. Bir gün yetmezse ertesi gün bir daha, ertesi gün bir daha...

Hasılı; “Benim yüzümden oldu’’ diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf Dağı’nın arkasında Anka kuşuna bir şey olmuş; “Benim yüzümden oldu’’ diyecek. Oysa ki ne Kaf Dağı var, ne de Anka... Bu, Müslümanların yitirdiği yürektir.” (Gurbet Ufukları, sh. 110)

Burada ayrı bir husus olarak şunu da zikredebiliriz: İşlenen günah ve hatalar karşısında cezaların bu dünyada verilmesinden insan şikayetçi değil belki memnun olmalı; bu tür cezaların ahirete bırakılmış olmasından endişe etmeliyiz. Tabiî Cenab-ı Mevlâ’dan her zaman bizi affetmesini ve âfiyet ihsan etmesini istemek ayrı bir mesele.

Her sıkıntı teveccühümüzü artırmalı
Başımıza gelen musibetler hususunda bakış açımızı belirleyen bir diğer husus da Rabbimize gerektiği ölçüde teveccüh edemediğimiz, bulunduğumuz yer ile bulunmamız gereken yer arasındaki mesafeyi bir an önce kapatıp, Allah’ın bizi koyduğu yerin hakkını veremediğimiz, vazifelerimizi hakkıyla yerine getiremediğimiz, Allah’ın izniyle tamamlamak niyetiyle yola çıktığımız hizmetlerin gerektirdiği ölçüde Ulu Dergâh’a yönelip yana/yakıla, tazarru içerisinde dua edemediğimiz ve işte bütün bu önemli hususlardaki kusurlarımız nedeniyle musibetlerin gelip başımıza çöreklendiği düşüncesidir. İşte böyle bir salim düşünce ile musibetler, belâlar bizde Rabbimize karşı inabe, tevbe ve dua iştiyakını tetikliyor, yeniden bir kere daha kâmil mânâda bir teveccühle kalblerimizi dönülmesi gereken asıl kapıya çeviriyorsa, kaybetmenin olabileceği bir yerde kazançlı çıktığımızı düşünerek o musibetlerden dolayı şekvacı değil aksine Yaratan’a karşı hamd ü minnet duygularıyla dopdolu olmalıyız. Evet, biz küfür ve dalalet dışında ki her şey için Rabbimiz’e hamdederiz. Hamd O’na, minnet O’na!..

Efendimizin sadık yârenlerinden Abdullah ibn-i Abbas hazretleri şöyle bir hadis-i şerif nakleder: “Her kim bir musibete uğradığında ‘istirca’da bulunur yani ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ demek suretiyle Rabbine yönelir ve sığınırsa Allah, o musibetten kaynaklanan yarayı sarıp sarmalar.. o kişiye güzel bir akıbet hazırlar.. o musibeti izale buyurup onun yerine çok uygun ve kulunun da hoşnut olacağı şartlar yaratır.” (Taberânî, Mu’cemü’l Kebir, 12/255)

Son iki hususla alâkalı olarak burada şunu da ifade etmekte fayda mülahaza ediyoruz: Allah nezdinde kıymeti olanlar en küçük bir hata yahut gaflet sebebiyle şefkat tokadıyla okşanıyorlarsa, Hakk’a yakın durmaya çalışanlar, konumlarının hakkını veremediklerini, kulluğa yakışmayacak ve Rabbe karşı bir ayıp sayılabilecek günahlara düştüklerini nazara alıp başlarına gelenleri çok görmemelidirler. “İstihkakımız varmış’’ demeli, bir an önce istenen ve beklenen kıvama ulaşmanın yollarını araştırmalıdırlar. Evet, Rabbimizin bir ismi de Hakk’tır. O’nun yaptıklarında haksızlık olmaz; ne yapıyorsa haktır ve mutlak doğrudur. Yapılanlar bizim istihkakımız, haksızlığı yapanlar da başkalarıdır. Bilmeliyiz ki, Rahman olan Allah kullarına asla zulmetmez.

Yürüdüğümüz yolun kaderi


Dördüncü husus şudur: Zulüm, fıtratının bir yanı haline gelmiş yahut kininin, nefretinin, hasedinin esiri olmuş bazı insanlar eliyle başımıza gelebilecek musibetlere daha doğrusu onların yapabilecekleri kötülüklere, komplolara, hile ve hud’alara her zaman hazır olmalıyız. Çünkü bu sadece günümüze yahut tarihin herhangi bir zaman dilimine münhasır bir hal değildir. Hazreti Âdem’in iki erkek çocuğundan birisinin diğerinin kanına girmesiyle başlamış bu, zulmetin nura tasallutu, karanlığın gelip aydınlığın üzerine çökmesi, haksızlığın hakka saldırısı ve düşmanlığın sevgiye taarruzu dünden bugüne devam ettiği gibi bundan sonra kıyamete kadar da devam edecektir. “Fazilet ehline daim tahakküm-i cühelâ / Cihanda kaidedir ta cihan cihan olalı” ifadesi bu gerçeği pek güzel dile getirir. Bu, bir manada “insan’’ ile şeytanın, doğru ile yalanın, hak ile batılın mücadelesidir. İşte biz, Allah yolunun yolcuları olarak insî şeytanlardan gelebilecek bu kabil kötülüklere her zaman hazır olmalı ve asla korku, endişe ve yılgınlığa düşmemeliyiz. Kendi aleyhimize cereyan eden hadiselere ve maruz kaldığımız sıkıntılara takılmadan, yolda dökülüp kalmayı ve geri dönmeyi aklımızın ucuna dahi getirmeden yolumuza devam etmeli ve bütün kapıları zorlamalıyız. Yılgınlığa düşmemeliyiz, zira yaptığımız iş bizim, tamamlamaya çalışmakla memur bulunduğumuz vazifemiz, o işi tamamlamayı uhdesine alarak mü’min kullarına müjdelerin en büyüğünü veren de gücü her şeye yeten Rabbimiz’dir.

Evet, hakkı, hukuku, adaleti istemeyenler, onları isteyenleri ve onları ikâme etmek için gayret edenleri de istemezler. Bir aksiyon adamının ifadesiyle “Eğer insanlar bugün bizim üzerimize geliyorlarsa biz bundan endişe etmemeli ve bunu ahiret hayatımız adına bir kredi kabul etmeliyiz.” Ne diyelim; “Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.’’

Hiç şüphe yok ki, Rabbimiz söz verdiği gibi vâdettiği nurunu mutlaka tamamlayacak, zalimler de
biz onlara beddua etmesek, tel’in okumasak bile er ya da geç Allah’ın masum kullarına yaptıkları eza, cefâ ve işkencelerin cezasını, müstehak oldukları şekliyle mutlaka göreceklerdir. Bu da Âdil-i Mutlak olan Rabbimizin adaletinin bir tecellisi olacaktır. O’nun merhametinden fazla merhamet düşünmek, O merhamet sahibine saygısızlık olabileceği gibi aynı zamanda bir nevî zulümdür.

Musibetler istidatları geliştirir


Sebeplerine muttali olalım yahut olmayalım; başımıza gelen üzücü bir kısım musibetlerle ilgili olarak akla gelen bir başka husus da Cenab-ı Allah’ın bu türden hadiselerle, ileride karşılaşabileceğimiz daha büyük bazı belâ ve musibetlere bizi hazırlamayı murad etmesidir. Müminlerin başına gelen musibetler onları teyakkuza ve daha sonra meydana gelebilecek hadiselere karşı daha dikkatli olmaya sevkeder/sevketmelidir. Atmacanın serçeye musallat olması neticesinde serçenin kabiliyetlerinin inkişaf etmesi gibi, musibetler de bizim istidatlarımızı geliştirir ve düştüğümüz kuyulardan alternatif çıkma yolları öğretir. Bugün sineklerin ısırmasını kaldıramayanların yarın üzerlerine gelen akrepler, kobralar karşısında hiç tutunamayacakları ve meydanı hemencecik onlara bırakıverecekleri açıktır. Halbuki yürüdüğümüz yol azim ve gayret istediği gibi ısrar ve sebat da ister; uzun soluklu olmak ve yorgunluk izhar etmemek ister. Evet, Hazreti Yusuf misali kuyuya atılmak bizim kaderimizde de varsa ve her dönemde tutup kuyuya atacak insafsız birileri bulunacaksa, biz de atıldığımız kuyulardan alternatifleriyle beraber kurtulma yollarını mutlaka öğrenmek zorundayız. İşte, Cenab-ı Allah bize bazen bu yolları değişik hadiselerle cebren öğretir ki, bu da yine bizim iyiliğimiz içindir ve bu bir ‘lütf-i cebrî’dir.

Sıkıntı ve belalar birer arınma kurnasıdır


Bu konuda zikredilebilecek altıncı esas şudur: Cenab-ı Hak değişik vesilelerle kullarını günahlardan ve kirlerden arındırmayı murad eder. Musibetler, felaketler, belâlar da bir çeşit arınma vesileleridir; tabiî arınmasını bilenler için. Bunda şüphe edilemez, zira Allah Resûlü bir müminin ayağına batan bir dikenle bile Cenab-ı Hakk’ın o kulunun günahlarını sildiğini, derecesini yükselttiğini ve kendi indindeki makbuliyetini artırdığını ifade buyurur. Hadis-i şerifin tamamı şöyle: “Müslüman bir kişiye isabet eden herhangi bir yorgunluk, hastalık, sıkıntı, hüzün, gam ya da eziyet; hatta vücudunun bir yerine batan bir diken bile olsa mutlaka Allah (celle celâlühû) onu o kulunun günahlarına kefaret yapar.” Eğer vücudumuzun bir yerine batan küçücük bir dikenle bile merhameti sonsuz olan Rabbimiz bizi kirlerden, paslardan arındırıyor, temizliyorsa, yaşadığımız daha büyük musibetlerle bizi tertemiz hale getireceği, nezd-i ulûhiyetindeki kıymetimizi yükselteceği açıktır. Dolayısıyla bu zaviyeden bakıldığında da asla şikayet etmeye hakkımız yoktur. Yoktur, zira bu vesileyle Rabbimizin huzuruna giderken günahlardan, kusurlardan, ayıplardan ve kirlerden arınmış ve tertemiz olarak gitme imkanına ermiş olacağız. Rabbin karşısına günahlarla, hatalarla çıkmak her şeyden evvel Allah’a karşı bir ayıp olduğu gibi, bunlardan temizlenmiş ve arınmış olarak varabilmek de en büyük bahtiyarlık olsa gerektir.

Ezelden âdet-i Mevlâ

Ayrı bir nokta da şudur: Öteden beri peygamberân-ı izam başta olmak üzere bütün Allah dostları değişik düşmanlık, ezâ, cefâ ve zulümlere maruz bırakılmışlardır. Belâların en şiddetli olanlarına başta peygamberler sonra da onların ümmetlerinden derecesine göre Allah’a yakın duranlar maruz kalmışlardır. Bunlar içinde işkence görenler, sürgün yaşayanlar, baskı altında tutulanlar, hatta işkence altında öldürülenler bile olmuştur ve sayıları da az değildir. Bu hususa işaret eden bir hadis-i şerifin sonunda Efendimiz “Herkes dininin (imanının) kuvvetine göre belalara maruz kalır. Yaşantısında sağlam ise ona gelen belalar şedîd olur; zayıfsa onlar da daha hafif olur.” buyurur. Allah Resûlü (aleyhisselam) bir başka ifadesinde “El-mü’minü belviyyün/Müminin başından hiç bela eksik olmaz” diyerek işaret buyurmaktadır.

Dolayısıyla eğer dün, o Allah dostlarına yapılan ezâ, cefâ kabilinden değişik haksızlıklar bugün bizlere yapılıyorsa biz bunu onlarla aramızdaki irtibata bir delil ve işaret sayabiliriz/saymalıyız. Zalimlerin eliyle başımıza gelen musibetlerin peygamberlerin yolunda yürüdüğümüz için başımıza geldiğini düşünmek de mahzurlu olmasa gerek. Çünkü gerek insî, gerekse cinnî şeytanlar boş duranlarla değil de bir salih amel ortaya koyan yahut koymaya çalışanlarla uğraşırlar. Allah’ın sadık kullarının maruz bırakıldıkları musibetlere düçar olmak, Allah’ın inayetiyle ötede onlarla beraber olacağımıza da delalet eder ki, bu bizim için en büyük bir lütuf ve müjde sayılır. Evet, ötede Allah dostlarıyla beraber olmak istiyorsak başımıza gelen sıkıntı ve musibetlere katlanmalı, onları sabır ve hamd ile karşılamalıyız. Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri bu hakikati ne hoş ifade eder:
“Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna
Sevdiği kulunu mübtela eyler
Alınca abdini kerem destine
Anı bin dert ile ibtila eyler.”


Hedefin büyüklüğü yanında çekilen meşakkatler çok küçük kalıyor

Bu konuda son olarak söyleyebileceğimiz husus çekilen sıkıntıların ve başa gelen değişik musibetlerin varılmak istenen hedefe nispetle çok küçük kaldığını düşünmektir. Evet, Allah’a inanmış ve O’na dilbeste olmuş gönüller, Cennet, cemâlullah ve Hakk’ın rızası gibi büyük hedeflere talip olduklarını düşünmeli ve bu gayeye ulaşmak adına her sıkıntıya göğüs germek ve her musibete katlanmak gerektiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar. “Bi hasebi’l-keddi tüktesebü’l-meâlî/ Sıkıntı ve meşakkat nisbetinde yüksek payelere erilir” fehvasınca istenilen payenin çok büyük olduğunu düşünmeli, dişimizi sıkmalı ve negatif durumları pozitif hale getirmeye çalışarak hedefimize doğru Allah’ın izni ve inayetiyle yürümesini bilmeliyiz. Evet hedefimiz, gayelerin en büyüğü olan Allah’ın rızasıdır ve o uğurda ne kadar musibete ve meşakkate katlansak sezâdır.


Ezcümle

Musibetlere bakış açımızla alâkalı yukarıda sıralanan maddelere belki başka ilaveler de yapılabilir. Fakat biz burada bir son verip baştan beri serdedilen maddeler çerçevesinde konumuzu bir kaç cümle ile özetlemeye çalışalım:

Başımıza gelen musibetler de kainatta cereyan eden her hadise gibi Allah’ın izni dairesinde meydana gelirler ve onların perde arkasında bizim bilemeyeceğimiz pek çok hikmetler vardır. Dolayısıyla hadiselerin dış yüzüne bakarak ve karın-kışın, bağrında nice baharlar besleyebileceğini unutarak şikayetçi durumuna düşülmemeli, sabretmeli, bir kısım çehresi abûs hadiseler karşısında bile hamd ü sena duygusundan taviz verilmemelidir. Bu kabil hadiselerin kendi günah ve hatalarımız, bizdeki teveccüh eksikliği ve Allah’ın bizden ulaşmamızı istediği kıvamı elde edemeyişimiz yüzünden başımıza geldiğini düşünmeli ve bir an önce o günahlardan arınmaya gayret etmeli, konumumuzun hakkını vermeye çalışmalıyız. Ayrıca, bu türden musibetler bize zalim insanlar eliyle geliyorsa bilmeliyiz ki, bu, Allah’a inananların ve dine, Kur’an’a hizmet etmeye çalışanların ortak kaderidir. Bu durumu daha yola çıkarken, işin başında kabullenmeli, ‘köşe başlarında ne türden gulyabânilerle karşılaşacağımızı’ hesap etmeliyiz; etmeli ve yolda başımıza gelen hadiselerden dolayı asla yılgınlık göstermemeliyiz.

Rabbimizin, bir kısım bela ve musibetlerle bizi imtihan ettiğini, dayanma gücümüzü bize göstermeyi dilediğini ve bizi ileride karşılaşılması muhtemel daha büyük hadiselere hazırlamak istediğini düşünebiliriz. Musibet, bela ve afetler, inanan kullar için günahlardan ve bunların hasıl ettiği kirlerden arınmak bakımından birer banyo vazifesi de görürler. Hatta bazen öyle haller olur ki, hadis-i şerifin ifadesiyle bela bütün günahlarını silip süpürene kadar insanı terketmez. Ayrı bir nokta da, peygamberler başta olmak üzere bütün Allah dostlarının, tarih boyunca zalimlerin eliyle değişik musibetlere düçar kaldığını düşünmek, onlar gibi sabretmek, yılgınlık göstermemek ve çıktığı yolda ölene, en büyük gaye olan Allah rızasına erene kadar azm ü cehd içinde yürümeye devam etmektir. Evet, ehl-i dünya zulmeder; kader adalet eder; inananlar da kendilerini sorgular ve hep daha iyi bir duruşun peşinde olurlar.

Burada, “Bize düşen İnsanlığın Efendisi’nin yoluna ittiba edip en yaman hadiseler karşısında dahi asla pes etmemek, musibetlerin yüzüne gülmek ve belaları iyi okuyup onlardan kitaplar dolusu ibretler çıkarmasını bilmeye çalışmak olmalıdır.” deyip bu konuyu iki iktibasla tamamlamak istiyoruz.

Birincisi Üstad Bediüzzaman’dan: “Ey nefis! Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman ‘innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha iyi düşünür.” (Mesnevî-i. Nûriye/Habbe)

İkincisi M. Fethullah Gülen Hocaefendi’den: “Evet, bizim eksik ve gediğimiz, başımıza gelen her şeyde bir vech-i rahmet göremeyişimiz; ülfet ve ünsiyet hastalıklarına karşı irademizin hakkını veremeyişimiz; aşk u şevkle kulluk vazifemizi gereğince yapamayışımız; başkalarının zulmünü Âdil-i Mutlak’a havale edip, kendi muhasebemizle meşgul olamayışımız; kendi işimize bakamayışımızdır. Niçin bizim sesimiz, soluğumuz bir iksir gibi ulaştığı insanları eritmiyor? Neden şu eşsiz güzelliklerle dolu dinimizi azamî ölçüde temsil edemiyoruz? İşte bizim derdimiz bu husus olmalıdır.” (Kırık Testi, sh. 121)

Cenab-ı Hak bizi endişe ettiğimiz bela ve musibetlerden muhafaza buyursun!


Mustafa Yılmaz