๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 14:42:33



Konu Başlığı: Meşru çizgide dünyayı kazanmanın zorlukları
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 14:42:33
Meşru Çizgide Dünyayı Kazanmanın Zorlukları
Günümüz şartlarında dünya ve içindekiler hangi düzeyde meşru ve temiz, hangi düzeyde gayr-ı meşru ve kirli sayılmalıdır? Kur'an'da bu dünyanın geçici olduğu, bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu, dünya hayatının bir gurur kaynağından başka bir şey olmadığı, varlıklar dünyasının doyumluk için değil ibret için yaratıldığı, esas önemli olanın ebedi hayat ve ona hazırlanmak olduğuna dair ayetler ve benzer anlamdaki hadisler, nasıl tefsir edilmelidir ki, meşru dairede dünya ile sevecen bir ilişkinin kurulmasına engel olunmasın?
Evrensel ve aynı zamanda İslam'ın ruhunu yansıtan sosyo-kültürel ve ekonomik bir sistem, uzun soluklu bir medeniyet projesidir. Böyle çaplı bir medeniyet projesi, dünya-ahiret dengesinin çok iyi kurulmasını ve yoğun, sistemli bir çalışmayı gerektirir. M.F. Gülen Hocaefendi böyle bir projenin mimarlarını, yeni insan , yeryüzü mirasçıları, kudsiler veya ışık ordusu gibi isimlerle tanımlamakta, vasıflarını yazılarında ayrıntılı şekilde ele almaktadır.2 Milletimizin yeniden dünyanın güçlü ve sözü dinlenir devletleri arasında yerini alabilmesi de bu ışık ordusunun yetiştirilmesine bağlıdır. İslam'ın ruhunu yansıtan sosyo-kültürel ve ekonomik bir sistemin kurulabilmesi, ilk etapta Müslümanların -özelde yeryüzü mirasçılığına aday kişilerin- fert ve toplum düzeyinde, eşyanın ve hadiselerin bilgisine sahip olmaya ne kadar istekli olduklarına bağlıdır. Ayrıca dünyanın varlık ve etkileşim açısından meşru dairede sevilebilmesinin yollarının ve kriterlerinin günümüz şartlarında çok net şekilde izahının Kur'an ve Sünnet çizgisinde yapılmasını veya bu konuda önerilmiş çözümlerin, inanan kesimin zihinlerine çok iyi yerleştirilmesini gerekli kılar.
Bu yazıda yeni insanın veya ışık ordusunun eğitiminde karşılaşılan veya karşılaşılabilecek bazı problemler ele alınacaktır. Bu muhtemel problemleri daha iyi anlayabilmek için, öncelikle aşağıdaki sorular üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Günümüz şartlarında dünya ve içindekiler, hangi düzeyde meşru ve temiz, hangi düzeyde gayr-i meşru ve kirli sa-yılmalıdır? Kur'an'da bu dünyanın geçici olduğu, bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, dünya hayatının bir gurur kaynağından başka bir şey olmadığı, varlıklar dünyasının doyumluk için değil tadımlık için yaratıldığı, esas önemli olanın ebedi hayat ve ona hazırlanmak olduğuna dair ayetler ve benzer anlamdaki hadisler, nasıl tefsir edilmelidir ki,meşru dairede dünya ile sevecen bir ilişkinin kurulmasına engel olunmasın? Tahkiki imana ulaşmış bir insandan fışkıran iman kaynaklı aşk ve şevk, hangi ölçüler içinde ve hangi metodolojiler kullanılarak, bu dünyanın yeniden Kur'ani yörüngeli imar edilmesinde kullanılabilir hale getirilebilir? Bediüzzaman'ın ifadeleri içerisinde İ’la-yı Kelimetullah (Allah kelamının ve İslamiyet'in yü-celiğini ve hakikatlerinin kıymetini bildirmek ve yaymak), bu zamanda, büyük olçüde maddi kalkınma ve ilerlemeye bağlı ise; müslümanlar hangi ölçüleri esas alarak, dünyada boğulmadan bu maddi ilerleme ve kalkınmayı başarabilecekler ve bu esnada dengeyi nasıl koruyabileceklerdir? İmanın verdiği ruhani zevklere ulaştıktan sonra (veya kalp ve ruhun derece-i hayatına girdikten sonra), bu dünyaya bağlanmadan veya onu Allah hesabına severek ona hakim olabilmek, hangi ölçülere riayet edilirse mümkün olabilecektir? Çevremizde hidayete eren insanları, iman dairesi içine girdikten sonra dünyayı ve içindekileri önemsememe veya boş verme psikolojisine girmeleri doğru mu? Doğru değilse, bu nasıl engellenebilecek ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak düşünmelerini, çok çalışmalarını sağlamak ve devam ettirmek nasıl mümkün olabilecektir? Öte yandan tüketim toplumunun dünyayı kuşattığı günümüzde, dünyayı kazanmanın sınırı ne olacaktır? Toplumun ve devletin zenginliğine giden yol, ferdin zenginliğinden geçecekse, ferdi zenginlikte lüks ve zaruret, israf ve ihtiyaçlar arasındaki ayrım ve denge nasıl olacaktır? Bu ve benzeri sorulara pratikte getirilen çözümlerde, denge bilinemediği veya korunamadığı için çoğu zaman, sosyal hayatta gizli veya açık ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.

Bu dünyayı aşağılamak insanları bu dünyadan soğutmaya çalışmak, hakikatte İslami bir tavır olmadığı gibi dünyevi ilimleri de aşağılamak İslami bir yol değildir. Bütün dünyanın ve İslam dünyasının üzerinden bir batı silindiri geçmiş ve omurgasını ezmiştir. Önümüzdeki çağı ve bilgi çağını da kaçırırsak bu sefer beynimiz ezilebilir. Sonuç olarak müslümanlar için nesnel varlıklar (kozmik) dünyasına hakim olmak bir lüks değil, kaçınılmaz bir zarurettir. Batı'da 19. asırda yepyeni sosyal enerjiye sahip bir uygarlığın doğuşunu acı acı seyreden Türk aydınlarından batıcı grup, Müslümanların fakirliğinin ve geri kalmışlığının sebebinin bu noktalardan dolayı, İslam dini olduğuna inanmış, ve onu sorumlu tutmuş, ve daha da kotüsü İslam'ı, kalkınmanın, gelişmenin ve çağ atlamanın önünde bir engel olarak görmüştür.

Dünyanın meşrulaştırılması, insan-eşya münasebetleri çerçevesinde şekillenen varlıklara ve fizikî ve sosyal hadiselere müdahale etme ve hakim olma anlamına gelir. Dünya ile helal dairede sevecen bir ilişkiye girilebilmesi için, Müsliimanların dünya karşısında ellerini kollarını bağlayan ve İslam'a izafe edilen unsurların, zihinlerden dikkatle ayıklanması, Kur'an ve Sünnet'te dünyanın meşruluğuna, sevilmesine ve kazanılmasına ayet ve hadislerin doğru yorumunun keşfedilmesi, kesben değil kalben terk edilmesini kolaylaştıran unsurların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bugün bati uygarlığı, son ikiyüzyıldır bütün dünyayı etkisi altına almışsa (sosyal-iktisadi-kültürel dünya hakimiyeti) buna yol açan ve bunu besleyen şey, batılı insanın önce bu dunyayı ve içindekileri meşrulaştırması ve bunun yollarını keşfetmesi ve sonra da kozmik varlık dünyasına, ilim ve teknoloji yoluyla hükmedebilmesi olmuştur. (Çünkü varlık ve hadiselerin işleyiş ve oluş mekanizmalarına ait bilgiye sahip olan toplumlar, kozmik dünyaya ve ona bağımlı sosyal hayata kolayca hükmedebilir. Kozmik dünyaya hakim olunmadan, dünya hayatının sosyal yönlerine (dünya hayatının imar edilmesi rahat ve huzur içinde yaşamak için yapılan her türlü faaliyetleri içine alır) hakim olunamaz. İslam'ın temsile bağlı güzelliklerinin ve evrensel mesajının dünya sahnesinde sergilenmesi, günümüzde maddeye hakim olunmasını gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın evrensel mesajlarını hayata taşıyacak insanın maddeye bağımlı olarak yaratılması da unutulmaması gereken bir husustur.

İnsanın maddi ihtiyaçlarını karşılarken maddede boğulmaması için, maddeye ve onun bilgisine hakim olunmalı ve insanlığın maddi ihtiyaçları (beslenme, barınma, aile kurma ve sağlık gibi) meşru ve helal dairede giderilmelidir. Hayatın sürdürülmesi için ihtiyaç duyulan maddenin, insan ruhunu esir almasına böylece engel olunmalıdır.

Bati insanı, bu dünyayı meşrulaştırma problemini, (yüzünü dünyaya çevirmek istediğinde kendisine engel olan kilise problemini) uzun bir tarihi süreçte ağır bedeller ödeyerek çözmüştür. Birisi laiklik* ve diğeri de sekülerlik** olan bu çözüm tarzları, batının kendine has dünyevileşme ve dünya hakimiyetine giden yolun esası olan insan-eşya münasebetlerini çözme yönteminden ibarettir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında bu problem, din faktörü göz ardı edilerek Fransızların çözme yöntemi olan laiklik benimsenerek, çözülmeye çalışılmıştır. Ama sonuçta, dünyayı kazanma ve ona hakim olma noktasında kayda değer bir başarı elde edilememiştir.

İSLAM DUNYASI NİÇİN BATI TARZI DUNYEVİLEŞME HAREKETİNE ALTERNATİF ÇÖZÜMLE KARŞILIK VEREMEDİ?


İslam dünyasının günümüzde, batının kozmik dünya hâkimiyetine alternatif bir cevap üretememesinin pek çok sebebi vardır. Bu sebeplerin önemli bir kısmı, numenal (teorik) İslam ile fenomenal (yaşanan) İslam arasında ortaya çıkan bazı farklılıklar ve kırılmalar ile bağlantılıdır. Diğer deyişle teorideki orijinal İslam ile pratikteki İslam arasında yüzde yüz bir uyumun ve yansımanın olmayışı gibi bir sosyokültürel tarihi gerçek söz konusudur. Tarih içerisinde bu farklılaşmalar ve kırılmalar zamana, mekâna ve toplumlara göre değişik boyutlarda ortaya çıkmıştır. Bu kırılmalar içerisinde en çarpıcı örnek, insanların dünyaya bakış açıları ve onu yorumlayış tarzlarından kaynaklanan dünyadan kaçış, ona karşı aşırı derecede mesafeli olmak veya ona küsmektir veya tam tersi, dünya ile gayr-i meşru bir ilişkiye girip, kalben dünyaya bağlanmak ve dünya zevklerini putlaştırmaktır.

Numenal İslam'da dünya salt mücerret bir varlık olarak ele alındığında Allah'ın sanatlarını sergilediği bir sergi salonudur. Kâinatta olan her şey, ilahi isimlerin cilvelerinden ibaret olup, her bir varlık ve fenomen, zatında temiz olup Allah'ın birer sanat eseridir. Ayrıca dünya ahiretin tarlasıdır. Kur'an'ın dünya hakkındaki hükümleri incelendiğinde, insanın bu dünya ile etkileşiminin meşru ve gayr-i mesru veya kirli-temiz şeklinde iki yönlü olduğu görülecektir.

Fenomenal İslam'da son iki yüzyıldır dünyanın meşru ve temiz yanlarından daha ziyade gayr-i meşru ve kirli yanlarının ön plana çıkarılmasıdır. Bunun neticesi olarak vaizler de, dünyanın sadece kirli ve gayr-i meşru yönlerini ele almışlar ve dünyanın terk edilmesi gereken bir meta' olduğu hususunu ısrarla vurgulamışlardır. Üzücü olan durum, bu arada, dünyanın meşru ve temiz yönlerinin gözden kaçmasıdır. Dünyanın meşru çizgide temiz olan yönlerini vurgulayan kitapların ve tefsirlerin az sayıda olması da bir başka faktör olmuştur. Bu veya başka sebeplerle, dünyanın kirli ve gayr-i meşru yönlerine işaret eden ayet ve hadislerin açıklamalı izahlarıyla insanların zihinleri daha çok bombardımana tutulmuştur. Sonuçta ölçüsüz yapılan vaaz ve nasihatlerle, çoğumuz nazarında dünyevi olan her şey, cazibesini kaybetmiş, Müslüman, dünya ve içindekilere karşı soğuk durmuştur.

Hatta bu soğuk durma, bazı Müslümanlarda bu dünyanın, ölüm saatlerini beklerken vakit doldurdukları lüzumsuz bir yer gibi algılanması sonucunu bile hasıl edebilmektedir. Bu yanlış, anlayış, insanları kolaylıkla boş vermişlik psikolojisine sokabilmekte, dünyaya egemen olma fikrini zihinlerden silmekte veya ona çok az yer bırakmaktadır. İnsanin hep kendisi için çalışması gerektiği veya ölmeyecek kadar kazandıktan sonra geri kalan vaktini sürekli uhrevi ibadetlerle meşgul olmaya ayırması gerektiği anlayışları zihinleri kuşatmakta ve sonuçta insanı, insanlık için çalışmaya teşvik edecek motivasyonlar azalmaktadır. Müslümanların gözünden kaçan şey, ebedi hayatin kazanılmasının büyük ölçüde bu dünya hayatını ka-zanılmasına bağlı olduğu "dünya ahiretin tarlasıdır" ve dünya hayatının fani oluşunun, tek tek insanlar için geçerli olduğu, insanlık için geçerli olmadığı hususudur. Diğer deyişle ölümlü olan insanlardır. Fertlerin yok olmasına karşılık, insanlık kıyamete kadar bakidir. İnsanın ölümlü olduğu gerçeği, toplumların kıyamete kadar ölümsüz olduğu gerceğini örtmekte ve milleti için çalışmayı isteksiz hale getirmektedir.

Mehmed Akif İslam dünyasının geri kalmışlığını verdiği vaazlarda, şöyle özetliyordu:

" Herşey maarifle kaimdir. Müslümanlığın cehalete tahammülü yoktur. Zira bu din, cahillerin eline geçince mahvoluyor. Zaten müslümanların cehaleti yüzünden İslam dini, bir meskenet dini olarak görülmeye başlanmıştır.

Kanaatı, tevekkülü ve sabrı... hepsini yanlış anladık. Siret-i Resulü, siret-i Ashabı gözetmez olduk. Ashab-ı Kiram nasıl çalışıyorlardı?
Bir gün Hz. Ömer Medine'de dolaşırken bakmış: BİT adam yırtık ve pırtık bir elbise içinde boynunu bir tarafa bükmüs, süklüm püklüm duruyor. Hemen çubuğu herifin omuzuna indirmiş ve demiş ki;
- Miskin herif! Bizim dinimizi böyle ölü şekline koyma..
Bu din din-i meskenet değil, din-i zaruret ve din-i fakr hiç değil. Hele tevekkül bizim anladığımız mahiyette hiç değil. Kur'an'ın gösterdiği, Hadisin gösterdiği tevekkül, bütün sebeplere sarıldıktan sonra olan tevekküldür."3
Bediüzzaman ise Münazarat isimli eserinde müslümanların fakir ve kalkınamamış, olmasını, aşağıdaki ayet ve hadislerin gözardi edilmesine ve/veya yanlış yorumlanmasına bağlamaktadır:
"İnsan için ancak çalıştığının karşlığı vardır." (Necm Suresi, 53:39)

"Çalışıp kazanan Allah'ın sevdiği bir kuldur. İnsanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır" (El-Acluni, Keşfu'l-Hafa, 2:463; el-Munavi, Feyzu'l-Kadir, 3:481 Hadis No: 4044)

İnsanlar, tahsil ve kazanma noktasında daha iyiye ve mükemmele ulaşmak varken elindeki ile yetinip, kanaat ediyorlardı. Mahsul ve ücret anında ise elde edilene ve verilene kanaat getirmeyip, kadere itiraz edercesine daha fazlasını talep ediyorlardı. Açarsak, tohum ekme ve çalışma mevsiminde kanaat ederlerken, mahsule ve ücrete kanaat etmiyorlardı. Doğru kanaat, tohum ekme ve çalışma mevsiminde değil, hasat ve ücret zamanında yapılması gerektiği için, her iki tutum ve davranış, dinen yanlıştı. Bir diğer hususta, müslümanlar sebepleri yerine getirdikten sonra yapılması gereken doğru tevekkülü unutmuşlardı. Allah'ın yeryüzündeki icraatının gereği olarak koymuş olduğu sebepler arasındaki nizama bir nevi isyan sayılan ve sebep-sonuç ilişkisini ve sebeplerin doğru sıralanmasını gözardı ederek yapılan tembelane tevekkülü kendilerine rehber edinmişlerdi. M.F. Gülen Hocaefendi'nin ifadeleri içinde ise, bu ve benzeri yönleriyle yanlış anlaşılan Kur'an ve İslamiyet, günümüz Müslümanlarının mahkûmu ve mağlubu olmuştu.
Münazarat adlı eserinde Bediüzzaman, atalet zindanına düşüşümüzün sebepleri olarak, ümitsizliği, zahmet ödemeden kazanmaya alışmayı, sebepler silsilesini atlamayı (acelecilik), şahsi ve ferdi düşünceler ve menfaatleri kollamayı, başkasının tembelliğinden olumsuz etkilenmeyi, aczin ve nefsin kendine itimatsızlığından işi birbirine bırakmayı, rahata meyil ve düşkünlük hissini sayar.

İnsanlar dünya-ahiret dengesini, teorikte bilmelerine rağmen pratikte kuramamakta ve şu soru karşımıza çıkmaktadır:

Ahiret hayati, ölmeyecek kadar bu dünya için çalışmak ve geri kalan zaman, uhrevi hayata yönelik yatırımlarla doldurarak mı kazanılacaktır? Yoksa ahiret hayati, farzları yerine getirip, büyük günahları terk etmek gibi kulluk vazifelerini yerine getirdikten sonra, dünyayı imar etme ve ona hâkim olma yolunda çalışılarak mı daha kolay kazanılacaktır? Örneğin, farzları yerine getirdikten ve büyük günahları terk ettikten sonra, laboratuarda veya atelyede, günde 16 saat çalışmayı mı; yoksa 8 saatlik çalışmayla ailevi rızkını kazandıktan sonra, geri kalan zamanını, ibadet ve sohbetle geçirmeyi mi tercih edersiniz?

Buna benzer hassas dengelere yönelik kritik soruları düşünemeyen veya pratik çözümlerini sunamayan Müslümanlar, dünyaya küsmüşlerdir. Dünyaya küsmeseler bile, kozmik dünya hakimiyetine götürmeyecek şekilde dünya ile gayri meşru bir ilişkiye girmişler, toplumun ve milletin zenginliği unutulmuş, ferdi zenginlikle yetinilmiştir. Bir başka ifadeyle, günümüz Müslümanlarının dünya-ahiret dengesine ait anlayışları, fert bazında zengin ve güçlü müslümanlar ortaya çıkarırken, toplum ve millet bazında caydırıcı güce sahip muvazene unsuru olan holdingleri ve kurumları ortaya çıkaramamıştır.

İslamiyet nazarında ilimlerin pek çok fonksiyonu vardır. Bunlardan birincisi, ilimlerin insanı Allah'a (Marifetullah) götüren önemli bir vasıta olmasıdır. İlimlerin ikinci önemli fonksiyonu da, insanın ihtiyaçlarını gideren, onun eşya ile olan münasebetlerinden doğan problemlerini sağlıklı ve etkin şekilde çözen güvenilir bir araç olmasıdır. Ancak son iki-üç asırdır, birinci fonksiyonu itibarıyla ilimler belli ölçüde ele alınmış, ama ikinci fonksiyon üzerinde yeterince durulmamış veya göz ardı edilmiştir. Bir başka ifadeyle dünyevi (nesnel varlıklar ve hadiseler) ilimlerin fonksiyonları, imanı kuvvetlendirmek ve ahirete hazırlık yapmak şekline indirgenmiştir. Bu hedefe ulaşılmışsa, ilimlerde daha ileriye gitmeye gerek yoktur, dünya terk edilse daha iyi olur düşüncesi zihinlere hakim olmuştur. Böylece bilimler, teknolojiye dönüştürülememiştir. Ayrıca insanın varlık ve hadiselerin oluş ve işleyiş mekanizmalarına hükmetmesi anlamında bir dünya hakimiyeti kavramı ve ideali, son iki yüzyıldır İslam düşüncesinde teorikte olmasına rağmen pratikte gelişmemiştir.

Özetle büyük ölçüde dini yanlış anlama ve yorumlamadan kaynaklanan bu durumlar, temiz ve meşru çizgide dünya ile sevecen bir ilişkiye girmeyi çıkmaza sokmuş ve hala sokmaktadır. İslam dünyası sırtını bu dünyaya döndüğü için veya bu dünya ile ilişkilerini gayr-i meşru çizgide düzenledikleri için bu dünya da sırtını müslümanlara dönmüştü. Üzülerek belirtelim ki bu anlayışlar, İslam dünyasındaki çöküşün sebeplerinden veya çöküşü hızlandıran sebeplerden birini oluşturmuştur. Son iki asırdır, İslam dini ve Kur'an değil, ama İslam medeniyeti, kültürü ve İslam anlayışlarının hayat veren soluğu tükenmiş, dünyaya verebilecek hiçbir şeyi kalmamış bir noktaya gelmişlerdir.

DÜNYA HAYATI PRATİKTE NASIL MEŞRULAŞTIRILABİLİR?

İnsanın gerçek kişiliği olan fert ve tüzel kişiliği olan insanlık olmak üzere iki ayrı boyutu vardır. Fert insanın ana vatanı ahiret olup, burada misafirdir. Buna mukabil insanlığın ana vatanı, bu dünyadır. İnsanın cenneti, cehennemi ahirette; insanlığın saadeti veya şekaveti bu dünyadadır. Bu dünyaya hakim olma, fert insana değil insanlık olarak tanımlanan yönüne hasdır. Bir başka ifadeyle, böyle bir hakimiyet ferdi aşacağı için bu hedef, insanlık tarafından gerçekleştirilecektir. Bu açıdan insanlık, her hal ve şartta ister mu'min veya kafir olarak isterse temiz veya kirli şekilde bu dünyaya hükmedebilecektir.

Müslümanlar açısından numenal düzeyde bu dünya meşrudur ve onunla temiz bir şekilde etkileşmek ve ilişkiye girmek mümkündür. Bu dünyanın dünyevi bir çalışma mekanizması vardır ve bu sebeple bu dünyaya hükmedebilmek; bu çalışma mekanizmasının keşfedilmesi ile yani dünyevi bilgiler ile mümkündür. Kur'an'da ifadesini bulan, insanın dünya üzerinde Allah'ın halifesi olarak yaratılması (Bakara.30), dünyanın insanın emrine musahhar kılınması (Bakara,29 ve benzeri ayetler), birbiriyle bağlantılı aşağıdaki anlamları içerir.

-Bu dünya Allah tarafından insana bir mekan ve hakimiyet alanı olarak yaratılmış zati olarak temiz bir varlık alanıdır. Bu dünya Hristiyanlık'ta olduğu gibi, insanin cezalandırılmak üzere cennetten kovulduğu aşağılanmış bir sürgün yeri değildir.
Kirli dünya ile temiz dünya için temel kriter, dünyanın kendisinde değil, insanın onunla kurmuş olduğu ilginin mahiyetinde (kalbi alakada) aranmalıdır. Bu kriter, dünyaya ait unsurların insan ile Allah arasında nasıl bir bağ kurduğu ve nasıl mesafe koyduğuna bağlıdır. Kur'an ve Sünnet ölçüleri içinde dünyayı kesben değil kalben terk etmek dünya ile temiz ve meşru ilişkiyi, kalben terk etmemek ise kirli ve gayr-i meşru ilişkiyi yansıtır. Dünya ile etkileşimin temiz sürdürülebilmesi için Peygamberimizin bu ayet benim saçımı ağarttı dediği: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..." (Hud: n/112; Şura, 42/15) ayetini sürekli akılda tutmak yeterli olacaktır.
— Bütün varlıklar Allah tarafından insanın emrine verilmiş ve ona boyun eğdirilmiştir. Bunun formülü ise aklını kullanmak ve varlık ve hadiselerin sebep-sonuç mekanizmalarını kavramaktır. İnsana verilen akıl, bu dünyadaki olguları görmek, incelemek, irdelemek, tefekkür etmek suretiyle onların arasındaki düzenlilik (nedensellik) mekanizmasını kavramaya yetkili kılınmıştır. Kur'an, Allah'ı tanımak varlığını ve birliğini kabul etmek konusunda bile insan aklına hitap etmektedir. Bir hadiste "insanın dini aklından ibarettir. Aklı olmayanın dini de yoktur" denilmektedir.
Eşyayı tanımak ve mahiyetini anlamak, çalışma mekanizmasının düzenliliğini kavramak konusunda insan cinsine verilen duyu ve akıl gibi bilgi kaynakları, belli ölçüde yeterlidir. Bu ise bir nevi dünya hakimiyetine giden yolun anahtarı demektir.
—Bu dünyanın insana musahhar kılınmışlığı, doğrudan imanla bağlantılı değildir. Dünya hakimiyetine sahip olmak ile mü’min olmak arasında dolaylı bir bağlantı vardır." Kasem olsun. Biz Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık: Yeryüzüne benim salih kullarım varis olacaktır." (Enbiya, 21:105). Kur'an'ın bu ayeti, yeryüzünün gerçek mirasçılarının Allah'ın salih kulları olduğunu açıkça belirterek; mü’minleri yeryüzüne hakim olmaya teşvik etmektedir. Daha da önemlisi Kur'an bu hakimiyeti, salih kul olma vasıflarıyla irtibatlandırmaktadır. M.F. Gülen Hocaefendi tarafından; Kur'ani ahlakı temsil etme, birlik ve beraberlik düşüncesiyle oturup kalkma, yaşadığı çağın şuurunda olma, ilim ve fenlerle kendini donatma ve zenginleştirme, dünya ve ahiret dengesini iyi kurabilme, yeryüzü mirasçılarının önde gelen özellikleri olarak sıralanmaktadır.
Özetlersek, İslam dünyasının görmesi gereken nokta, müslümanların şeref, izzet, ikbal ve gururlarının, dünyayı terk ederek değil, tam aksine dünya hakimiyetine bağlı olduğudur. Ancak son iki yüzyıldır İslam kültüründe dünya takdis ve tazim edilmekten kaçınılmış, çoğunlukla gayr-i meşru ve kirli yönlerine dikkat çekilerek tel'in edilip aşağılanmıştır. Halbuki, fazilet dünyayı terk etmede değil, takvanın önemli bir boyutu olan dünyaya hükmederken Allah'ı unutmamakta ve halk içinde dolaşırken ve dünya nimetleri içinde yüzerken halk ile beraber olabilmektedir. Hz. Mevlana'nın ifadeleri içinde fazilet "BİR ayağı şeriatta ve bir ayağı yetmiş iki millet içinde" olmasında aranmalıdır. Biz müslümanlar bu dünyaya böcek gibi sürünmek, rezil ve sefil bir hayat yaşamak için değil, ona şeref ve vakarımızla temiz bir şekilde sahip ve hakim olmak için geldik. Bugün yaşayan herkes en geç 60-100 sene sonra ölmüş olacak ama dünya ve insanlık kıyamete kadar var olmaya devam edecektir. Bizler öleceğiz ancak yarınlarda yine Müslümanlar, Hıristiyanlar, doğulular ve batılılar kısacası insanlık var olmaya devam edecektir. Bizler, her şey bizimle beraber bitecekmiş, gibi davranamayız. Bütün himmetimizi ve enerjimizi kendi şahsi menfaatlerimize harcayamayız. Bu korkunç bir cehalet ve bencilliktir. Bizden öncekilerin cehalet ve bencilliğinin elim neticesi, bugün ödediğimiz ağır faturadır. Dünya ilminde cahil ol ve ölmeyecek kadar dünyayı kazan düşüncesini fazilet zannetmek, yıkılışımızı hazırladı. Torunlarımızın izzet, ikbal, şeref ve haysiyetlerini düşünüyorsak, bu dünyaya, varlık ve hadiselerin oluş ve işleyiş mekanizmalarına müdahale edebilecek noktaya gelmek için planlar yapmalı ve imkan ve enerjimizi bu konulara harcamalıyız.
Bunu yapabilmek için de kendimize has, Kur'an ve Sünnet yörüngeli olarak dünyanın meşrulaştırılması hususunu pratikte çözmek zorundayız. Yani dünyanın meşru ve temiz yönünü pratikte ortaya koyarak gerçek müslümanlığın dünyayı terk ederek değil, dünya içinde ona hakim olacak şekilde, onunla yaşarken Allah'la münasebetini devam ettirmek olduğunu gösterebilmeliyiz. Prof. Dr. M. Aydın'ın ifadesiyle "Hayatlı din-dinli hayat" arasındaki olçüyü pratikte yaşanabilir kılmalıyız. Dünyayı kesben değil, kalben terk etmeye dair ölçünün pratikte yaşanabilir bir düstur olduğunu gösterebilirsek kalkınma ve ilerlememizin önündeki engeller daha kolay ortadan kalkacak ve ışık ordusu misyonunu daha kolay yerine getirecektir.
KAYNAK
Hocaoğlu. D.(1995). Laisizmden Milli Sekülerizme: Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayinlan. ANKARA.
* Laiklik: Katoliklerin dünyevileşmesi olan laiklik, dine karşi, sert ve onunla barışık olmayan, dini vicdanlara hapsetmeye çalışan bir dünyevileşme hareketidir. Laisizm, dini kamu yönetiminden bütün olarak tasfiye etmeyi hedeflemenin yanında onu tamamen kişisel vicdani bir asosyal yapıya indirger.
** Sekülerlik: Protestanların dünyevileşmesi olan Sekülerizm, reformasyonun bir sonucu olması hasebiyle dine karşı daha toleranslı ve din ile daha barışıktır. Hatta alanları ayrı olmakla beraber din ile sekülerizm birbirlerine dost olabilirler. Sekülerizm, devlet ile dinin karşılıklı mutabakatına dayanan ve dini bir düşman olarak görmeyen, sembolik dahi olsa din ile iç içe olabilen bir çözüm tarzıdır.


DIPNOTLAR
1 M.F. Gülen, (1996) Zamanın Altın Dilimi, s. 157 vd. (T.Ö.V.Yay.) İzmir.
2 Yeni Ümit Dergisi. Yeryüzü Mirasçıları cilt:3 Sayi: 19-20-21.
3 Abdulkadiroğlu A. (1992). Mehmed Akifin Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Mev'iza ve Hutbeleri. D.İ.B. Yay.sh: 117
4 Nursi S. (1995). Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Kül. 2. cilt. sh.1945 (Nesil yay)



Safvet Senih