๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 15:03:25



Konu Başlığı: Mahşer şuurunu canlı tut
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 15:03:25
Mahşer Şuûrunu Canlı Tut

İman başta geliyor. Ağacın kökleri binânın temelleri neyse dindeki iman esasları da odur. Ağacın canlı, binânın sağlam olması köklere ve temellere bağlı olduğu gibi, ibâdet ve ahlâktaki olgunluk ta iman kuvvetine bağlıdır.

Her davranışının Allah (c.c.) tarafından görüldüğünü, her sözünün duyulduğunu, en gizli sırlarının bilindiğini hesâba katan, hayatının hesâbını vereceğini, karşılık göreceğini tam bir yakîn ile (kesinlikle) kabûl eden kişi elbette helâl ve haram sınırlarına riâyet edecektir. Aksi takdirde, neden el çabukluğu, göz açıklığı yapmasın.

İman Allah’a (c.c.) güven ve teslîmiyettir. Hayâtımızı Allâh’a (c.c.) beğendirme gayreti içinde olacağımıza söz vermektir.

İman bizi derin bir Allah (c.c.) saygısına götürür.  İsim ve sıfatlarındaki mükemelliğe sınır çizilemeyen Allah (c.c.) karşısında derin bir saygı hissine ulaşamamak gerçekten zavallılıktır. Kitaptan tabîattan, enfüs ve âfaktan (iç ve dış dünyâlardan) Allah’ın (c.c.) pek çok isminin kemâlini idrâk etmek mümkündür. Gülümseyen mâsum bir çocuktan, gülden ve çiçekten, buluttan ve umuttan neden yüksek düşüncelere ve Allah’a (c.c.) gidilmesin?

Allah’a îman ve zâtına duyulan derin saygı, kendini O’na beğendirmek isteyen kişiyi, dâima en mühim meselelere çekecektir. Müslüman dâima mühim meselelerle meşguldür. Saf ve temiz ideâllerle doludur. Çünkü büyük makam boş işlerle meşgûl olanlardan hoşnût olmayacaktır. Değerli insanlar, dünya-âhiret yüz güldürecek işlerle uğraşmak  durumundadır.

Değer üretenler, ürettikleri bu değerleri bir ölçü dâhilinde topluma sunacaklardır. Allah’tan aldığını topluma vereceklerdir. Allah’ın (c.c.) rızasını beyin, bilek ve yürek enerjisi sarfederek arayacaklardır. Allah’ı (c.c) sevdiklerini çalışarak ispatlayacaklardır.

“Veren el” olmak verebilir duruma gelmekle, verebilir duruma gelmek çalışmakla, çalışmak sağlıkla mümkündür. Sıhhâti  muhâfaza etmek, çalışmak ve kazanmak tıpkı zekât gibi, infak (Allah rızâsı için harcamada bulunmak) gibi bir ibâdettir. Dinlenmek çalışmanın şartı olduğuna göre dinlenmek te bir ibâdettir. Aç insan namaz kılamayacağına göre, namazı önemseyip ekmeği önemsememek mümkün müdür?

İnsan hem göklerin, hem yerlerin evlâdıdır. Şahsiyetinin oluşumu fıtratına, anne-babasından geçen özelliklere ve çevre şartlarına bağlıdır. Maddi ve mânevî gelişim  fizik ve metafizik atmosferle irtibatlıdır. O, kendi içinden çürümeye râzı olmadığı gibi, çürümüş bir çevrede yaşamaya da râzı değildir. Çürümüş çevrede değerler çürür. Bu acı gerçek mü’min kişiyi bir değerler muhâfızı hâline getirir. Melek-şeytan zıtlaşmasında o hep meleğin safında yer alır. Hep ıslah kaygısındadır, ifsâda  karşıdır. Şeytana destek olmamak şarttır ama yeterli değildir. Asıl önemli olan meleği yalnız bırakmamaktır.

Dünya, içindeki tüm varlıklarla bize bırakılmışsa, bize bu kadar güvenilmişse, bu güvene lâyık olmak borcundayız demektir. Bize emânet olarak bırakılan şeye nasıl muâmele edeceğimizi, emâneti bırakanın irâdesi belirler. Bize emânet bırakılan arabayı kendi istediğimiz gibi değil, sâhibinin istediği gibi kullanabiliriz. Aksine bir tutum emânete ihânet olur.

Emânet, vakti gelince sâhibine iâde edilecektir.

Kur’an eksenli bir düşünce bizi, bu dünyâda bir emânetçi olduğumuz neticesine götürür. Evet, dünya bize sunulmuştur, lâkin sâdece bir emânet olarak... Hepsi, işte o kadar.

Vücudumuz da bir emânettir, ne atıl tutabiliriz ne de Yaratan’a rağmen kullanabiliriz.

Zaman (ömür) bize emânettir, “nurtopu günlerin kanına girerek” zamânın kâtilleri durumuna düşemeyiz. Boş zamanların boş insanı olmak bize göre değildir.

Çoluk çocuğumuz bir emânettir. Onlara davranışımız da kayıtsız-şartsız değildir.

Hiç bir mülk sâhibi mülkünün boş bırakılmasını istemeyeceğine göre, maddî ve ma’nevî kapasitemizi âzamî sınırına kadar geliştirmek ve değerlendirmek borcundayız demektir.

Emânetçi  oluşumuzun kaçınılmaz bir neticesi daha vardır: O da, dünya günlerinin son ucuna geldiğimizde, bize verilenleri sâhibine iâde  edip, ayrılış töreni icrâ edildikten sonra (cenâzemizin namazı kılındıktan sonra) asıl vatanımızın yolunu tutmak ve dünya misâfirhânesini arkada bırakmaktır. Bu yolculuğun devâmında emânetlere nasıl davrandığımızın sorulacağına, mülkün gerçek sâhibinin isteklerini ciddiye alıp-almadığımızın bir bir hesâbını vereceğimize inandık îman getirdik.

Alnımız ak, yüzümüz pâk çıkarsa sonsuz saâdetler, kara çıkarsa  can yakıcı azaplar bizi beklemektedir.

Kudretrine sınır çizilemiyen Yüce Yaratıcımızdan her iki dünyâda da saâdetler diliyoruz.

“Gelen geçer, konan göçer / Nasib oldukça yer içer”

“Gelimli gidimli dünya / Son ucu ölümlü dünya”

“Ecel aldı, yer gizledi / Fâni dünya kime kaldı.”

Alıntı