Konu Başlığı: Mağrib den maşrik a Gönderen: Sümeyye üzerinde 08 Ekim 2010, 18:28:37 Mağrib'den Maşrik'a Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı: Mağrib Krallığı. Oranın büyük şehirlerinden, en eski büyük merkez olan Fas’ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar “Fas” demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük merkezlerden Merrakeş’i esas alarak bu ismi veriyorlar. Meşârik ve meğâribin (doğuların ve batıların) Rabbine hamd ile başlarım. O’nun canibinden getirdiği nurun, maşrikten mağribi tuttuğu Hz. Peygamber’e âl ve ashabına salât ü selam ederim. Bu yüce Peygamber’in üstün şahsiyetini konu edinen ilmi bir toplantı vesilesiyle yakında Mağrib’e gittim. Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı Mağrib Krallığı. Oranın büyük şehirlerinden, en eski büyük merkez olan Fas’ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar “Fas” demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük merkezlerden Merrakeş’i esas alarak bu ismi veriyorlar. Klasik İslâmi dönemde Mağrib terimi, Endülüs de dâhil olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerini kapsıyordu. Haçlı taassubunun istilasından o diyarları korumak için Kuzey Afrika’ya ulaşan Osmanlı, maksat hâsıl olunca, Tunus, Libya, Cezayir’le yetinerek Fas sınırında durmuş. Fas’a ora halkının yardım taleb etmesi halinde kuvvet göndermiş, ayrı bir sultanlık halinde yönetiminin devamına karşı çıkmamış. Atlas Okyanusu’nu Akdeniz’e bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile Afrika’yı buluşturan Cebelitarık geçidinin güneyinden başlayarak Atlas Okyanusu kıyısında uzanan bu ülke, uzaktan küçük zannedilse de neredeyse Türkiye büyüklüğünde yüzölçümü olan bir memleket. Nüfusu otuz milyonun üstünde. Osmanlı üç asır gibi uzun bir müddet istilayı geciktirdikten sonra yakınındaki bin bir dertle uğraşmak zorunda kaldığından, merkezden çok uzak bu diyara artık sahip çıkamadı, 19. ve 20. yüzyılda Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi Avrupa ülkeleri bu diyarlara hücum ettiler. Yirminci asırda 1912’de Fas’ın Fransa ile protektora (himaye) anlaşması imzalamasıyla Fransa’nın nüfuzu iyice arttı. Muhammed Abdülkerim Hattabi’nin liderliğinde Faslılar 1921’de İspanya idaresine karşı istiklal savaşı kazandılar. Fakat çok geçmeden 1926’da Fransızlarla birleşen İspanyalılar onun devletine son verdiler. 1927’de temsili olarak hükümdar olan V. Muhammed devrinde Fransız hâkimiyeti iyice arttı. Fakat daha sonra o da istiklal harekâtına girişti. Fransız yönetimi onu sürüp yerine 1953’te Muhammed İbn Arefe’yi kral yaptılar. 1954’te başlayan Cezayir istiklal savaşından sonraki konjonktür içinde Fransa, V. Muhammed’in tekrar başa geçmesine yol verdi. 1956’da Fas, bağımsızlığını kazandı. Önemli bir gelişme olarak Cezayir ve Tunus ile ilişkiler düzeltilip 1989’ da “Mağrib Birliği” kuruldu. V. Muhammed’in 1961’de vefatından sonra oğlu II. Hasan kral oldu. Kırk yıl kadar süren hükmünden sonra şimdi oğlu VI. Muhammed bu meşruti idarenin başında bulunuyor. Hicretin 62. yılında tabiinden Ukbe İbn Nafi ile başlayan Mağrib fethi 92’de Musa İbn Nusayr eliyle tamamlandı. Daha sonraki dönemlerde İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Sa’diler gibi çeşitli beylikler Fas diyarında hüküm sürdüler. Bu sülaleler zamanında ilmi ve kültürel hayat varlığını devam ettirmiş, çeşitli ilimlerde birçok eser yazılmıştır. Fıkhî bakımdan Maliki mezhebi, tasavvufi yönden Ticaniye, Geylaniyye, Kettaniyye gibi tarikatlar yaygındır. Dünyanın her tarafında kullanılan fes, maroken (deri eşya) gibi el sanatları başta olarak ağaç ve alçı üzerine oymacılık türünden çeşitli geleneksel sanatlar Fas’ta devam etmektedir. Fas şehri, UNESCO tarafından milletlerarası tarihi şehir statüsüne alınmıştır. Bu girişten sonra ziyaretimize sebep olan toplantıya dönelim: Sempozyum Akdeniz sahilindeki Tatvan şehrinde yapıldı. “Şarkiyat Araştırmaları Kurumu” ile İngiltere’de bazı Müslümanlar tarafından kurulan Universal Mercy Derneği’nin girişimi ile ortaklaşa düzenlenen bu uluslararası toplantı üç gün olarak programlanmıştı. Çoğu Fas’ın çeşitli şehirlerdeki üniversitelerinden olmakla beraber Türkiye, Tunus, Katar, Filistin, Fransa, İngiltere gibi ülkelerden gelen katılımcılar da yer aldı. Kırk kadar bilimsel tebliğ sunuldu. Tebliğler Arapça, Fransızca ve İngilizce verildi. Ekseriyetin arzusu üzerine program iki günde tamamlandı. Ömrümde ilk defa gecenin 22.00’sine kadar devam eden bir sempozyum görmüş oldum. Tebliğlerden bazılarının sadece başlıklarını verelim: “Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hicretinde Sünnetullah’a Riayet”, “Mükemmel Ahlakı Uygulamak En Büyük Mucizelerindendir.”, “Hz. Peygamberin Şahsiyetinde Belagat Boyutu”, “Semavi Kitaplarda Hz. Peygamberin Müjdelenmesi”, “Mağrib Kültür Mirasında Hz Peygamber”, “Batıda Aydınlanma Felsefesi Ve İslâm”, “İngilizce Yazılmış Siyer Kitaplarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, “El-Kelai’nin El-İktifa Adlı Sireti Ve Şerhleri”, “Zimmiler Hakkında Hz. Peygamber’in Ahitnamesinin Yazmaları Ve Belgeleri Meselesi”, “Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber”, “Bazı Alman Oryantalistlerinin Kitaplarında Hz. Peygamber”, “Çirkin Karikatürlerden Sonra Hollanda Basınında Hz. Peygamber”, “Çağdaş Bazı Felaketlerden Kurtulmada Hz. Peygamberin Siretinin Rolü”, “İslâm İle Batı Arasındaki Diyalog Hakkında”, “Hz. Peygamber’in Rüyaların İslâm Kültüründeki Tesirleri.” Toplantının başında Universal Mercy Organizasyonu adına Dr. Yeşil Öcal ile Şarkiyat Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdülaziz Şahbar konuşma yaptılar. İlim adamlarının ve dinleyicilerin dikkatle izlemeleri, aceleci, geçiştirmeci olmayan tavırları, olumlu tartışma ve soru sorma şevkleri doğrusu takdire değerdi. Toplantı, Kültür Bakanlığına bağlı Tatvan Kültür Merkezinin klimalı, güzel dizayn edilmiş salonunda yapıldı. Tebliğlerden hemen sonra İstanbul’dan gelen ebru ustası Hikmet Barutçugil ve eşi Füsun Hanım’ın uygulamalı sunumu da büyük ilgi gördü. “Su üstüne yapılan resmi” ilk defa yakından tanıyan çok kimse, onun tekneden seri bir şekilde çıkardığı resimleri büyük bir hayret ve hayranlıkla izlediler. Başka yerlere de davet tekliflerinde bulundular. Toplantıdan sonra imkân nispetinde Fas’ın bazı şehirlerini gezdim. Uğradığım önemli yerlerden biri, merkezi başkent Rabat şehrinde olan ISESCO oldu. Bu teşkilat İslâm ülkelerinin eğitim, bilim, kültür ve iletişim alanlarında işbirliği için kurulmuş olup UNESCO’nun İslâm ülkelerine mahsus benzeri bir kuruluştur. İslâm ülkelerinin dışişleri bakanlarının Mayıs 1979’da Rabat’ta yaptıkları toplantı ile kurulmuştur. Kamerun, Togo, Fildişi sahili ve Orta Asya Türk cumhuriyetleri gibi yakınlarda bağımsızlıklarına kavuşan bazıları da dâhil olmak üzere 51 İslâm ülkesinin üye olduğu bu kuruluşa Türkiye Cumhuriyetinin üye olmadığını hayretle öğrendim. Buraya bağlı bazı tali kuruluşları zikr edelim. ICPRS: İslâm Dünyasında Bilimsel Araştırmaları Destekleme Merkezi (Centre for Promotion of Scientific Research). IBEST: İslâm Dünyası Bilimsel Ve Teknolojik Etik Kurulu (The Islamic Body on Ethics of Science and Technology). FUMI: İslâm Dünyası Üniversiteler Birliği (The Federation of Universities in the Islamic World). Kuruluşundan bu yana ISESCO, çok sayıda çalışmalar yapmış, bilimsel araştırmalar yaptırmış, toplantılar düzenleyip bu çalışmaları yayımlamış. İslâm ülkelerinde eğitim, bilim, kültür, teknoloji ile ilgili 570 kadar yayın yapmış. İslâm dünyasındaki çeşitli organizasyonlar, bu ülkelerde çıkan dergi ve diğer periyodikler, değişik alanlarda istatistikler, araştırma merkezleri, mesela kadın kuruluşları, bilim adamlarının özgeçmişleri, çalışmaları ve en son yayınları gibi daha birçok alanda başvuru kılavuzları bu yayınlardan sadece bazıları. İnternet adresi: “www.isesco.org.ma”. Bu siteye girildiğinde Arapça, İngilizce ve Fransızca olarak bu kuruluşun bütün çalışmaları hakkında geniş bilgi alınabilir. İslâm Konferansına bağlı en önemli kuruluşlardan biri olan ISESCO hakkında Türkiye’mizde bilgi sahibi olmayışımıza hayıflandım. Üstelik Türkiye bu teşkilatın en önemli üyelerinden ve şimdiki başkanı da bir Türk ve üniversite profesörü olan Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu. TDV tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisinde de yer almadığına hayret ettim. Halbuki İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı IRCICA ve ISEDAK gibi kuruluşlar madde olarak bulunuyor. Ansiklopediyi hazırlayan İSAM başkanı Sayın Prof. Dr. M. Akif Aydın ile görüştüm. Dokümanları verdim. Daha sonra bu maddenin eklenerek eksikliğin telafi edileceğine inanıyorum. Sayın E. İhsanoğlu’nun İslâm Konferansı Genel Sekreteri olduğu bir dönemde, Türkiye’nin ISESCO’ya üye olması için gerekli girişimin yapılacağını umarım. Bu seyahatte vâkıf olduğum başka bir ilmi teşebbüs daha var. O da Fas şehrinde 1993’te kurulmuş olan “Bilimsel Terimler Enstitüsü”dür. Bu Enstitünün gayesi, İslâm medeniyetinde ortaya çıkmış ilmi ıstılahların (bilimsel terimlerin) tarihi gelişim seyrini ihtiva eden bir sözlüğünü hazırlamaktır. Kuruluşundan beri bu maksadı gerçekleştirmek için birkaç sempozyum düzenlemiş. Istılahlar alanını başlıca şu üç sahaya ayırmışlar: 1-Dini ilimler 2-Beşeri ilimler 3-Tabii ilimler. Hangi asırda, hangi coğrafyada olursa olsun, bu terimleri tarihi süreç içinde inceleyip belirleme çalışması içindeler. Bu iş ferdi gayretlerle tamamlanamayacağı için, böyle bir Enstitü kurmuşlar. Bu çalışma, mazide ve şimdiki durumda olan çalışmaları kapsadığı gibi, ayrıca terimlerin geleceğini de planlamaya yöneliyor. İmkan nispetinde ilgili ilim heyetlerini kurma, bütün metinleri tarama, arşivleme, dokümantasyon, koordinasyon çalışmaları içindeler. Mesele gerçekten Müslümanlar ve Arapça açısından hayati derecede önemlidir. Zira bilimsel terimler bulunup yaygınlaştırılmayınca, kendi dilinizle o ilimleri okutamazsınız, İngilizce gibi Avrupa dilleri ile öğretime mecbur kalırsınız. Nitekim, mesela Tıp öğrenimi söz konusu oldu. Bütün Arap dünyasında Tıp öğretimi İngilizce ile yapılıyor. Sadece Suriye Arapça yapmaya gayret ediyor. O da ağırlığını kabul ettiremiyor. Osmanlı Devletinin son döneminde 19. asır ile 20. asrın başında bilimsel terimlerin Arapça esas alınarak karşılıklarının bulunması çalışmalarının yapıldığını bildiğimi söyleyince “Biz de bunları bize gösterecek ilim adamları arıyorduk, gelin yardımcı olun!” dediler. Tabiatıyla ben, bu işlerin uzmanı olmadığımı, ama faydalı olabilecek kimselere ulaştırabileceğimi ifade ettim. Bu Enstitünün müdürlüğünü Fas’ta Prof. Dr. Şahid Ebu Şeyhi yapıyor. Faziletli, ehliyetli ve samimi bir âlim. Evinde Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı ile beni kabul edip, heyetimize üç-dört saatini ayırdı, ikramlarda bulundu. Prof. Dr. Ferid el-Ensari onun en yakın yardımcılarından. Meknes şehri Ülema Meclisi başkanı ve aynı zamanda bu şehrin müftüsü. Her ikisi de Türkiye’yi ziyaret etmişler. Fas şehrinde Abdülaziz ed-Debbağ (rh.a) adlı mutasavvıfın medfun olduğunu öğrendik. Bu zatın Faslı olduğunu ya bilmiyordum veya unutmuşum. Kabristanı ziyaret ettik. Kabri üzerinde mütevazı bir türbe, şeceresini ihtiva eden mezar kitabesi var. Unutmadan belirteyim ki bu zatın memleketimizde tanınmasında en büyük pay, zannediyorum Hasan Basri Çantay’ın Kur’an-ı Hakîm ve Meal-i Kerim eseridir. Bu çok okunan eserde merhum, zaman zaman, onun fikirlerini nakleden el-İbriz kitabından hikmetli açıklamalar içeren nakiller yapar. Bu vesile ile, onun hayatı hakkında kısa bilgi vermekte fayda görüyorum. Bu zat 1090/1679 yılında Fas şehrinde dünyaya gelmiş, 1132/1720’de genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiştir. Ahmed İbn Mubarek adlı âlim onun müridi olup, ondan “Ümmi Mürşidim” olarak bahseder ve birtakım meseleler hakkındaki açıklamalarını el-İbriz adlı kitabında toplar. Kitap çeşitli yerlerde basılmış, Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Bu zat “zahir ilmini öğrenmeyen bir veliye “büyük feth”in vaki olamayacağı kanaatindedir. Ona göre, kâmil ilim, Allah’ın ihsan ettiği ledün ilmidir. Duyularla elde edilen ilim, bu ilmin yanında bir hayal gibidir. Batınî ilim Güneş’e, zâhirî ilim ise fenere benzer. Ed-Debbağ kendisinin Hz. Hasan (r.a.) neslinden geldiğini, tarikat silsilesinin ise Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a dayandığını söyler. Diyanet İslâm Ansiklopedisinde ve başka kaynaklarda onun hakkında biraz daha geniş bilgi bulunabilir. Fas’ta meşhur abidelerden biri Kazablanka (ed-Dâru’l-Beydâ) adlı nüfusça ülkenin en büyük şehrinde bulunan II. Hasan camiidir. Avlusu ile birlikte bir milyon musallinin namaz kılabileceği söyleniyor. Mescid-i Nebeviden sonra İslâm dünyasında ikinci büyük cami. Cuma namazında caminin, bayram namazında ise avlunun dolduğunu söylüyorlar. Dört köşe ve hayli geniş kaideli minaresinin yüksekliği 200 m. Caminin her tarafı oyma sanatı ile dolu. Fas’ta alçı veya ahşap üzerine oyma işine aşırı merak var. Cami halılarla kaplı, temiz ve bakımlı. Ayakkabılar, safların arasında, battaniye gibi kalınca kumaştan yapılmış bir nevi çuval içine konuluyor. Namazdan sonra, kalan cemaat camide Kur’ân-ı Kerim’i koro halinde okuyor. Mushaf-ı şerifler Verş rivayetiyle İmam Nâfî kıraati ile basılıyor. Bu sadece burada değil, hemen hemen Kuzey Afrika’nın ekserisinde böyledir. Kur’ân hattında, Mağrib hattının özellikleri var. Güzel âdetlerden birisi, Cuma günü camide Kehf sûresi okuma sünnetinin yaygın olması. Fas’ta gördüğümüz yerler içinde, Türk olmamız itibariyle, en dikkate değer yerlerden biri, orada eğitim ve öğretim yapan Türk okulları. Bu okullar “Mehmed Fatih Okullar Grubu” adı altında çalışıyor. Fas’ta altı okul var. Bunların en kıdemlisi olan Tanca şehrindeki okulun 570 öğrencisi mevcut. Okullarda dersler Arapça ve Fransızca olarak veriliyor. Ayrıca İngilizce ve Türkçe öğretiliyor. Türk Okullarına rağbet çok. Zira başarıları, ciddilikleri ve güzel ahlaka önem vermeleri, öğretmenlerinin öğrenciye gösterdikleri ilgi bakımından kendilerini ispatlamışlar. Bilgi öğreten ve elden geldiğince eğitim metotlarını uygulayan –her ülkede olduğu gibi orada da- çok okul var. Fakat bizim okulların yaptığı, Türkiye’de ve daha başka birçok ülkede tecrübe edilmiş bir modeli oralara tanıtmak oluyor. Bilimsel başarı, ciddiyet, güzel davranışlar vermek, sosyal yönleri geliştirmek, hasbilik, samimiyet, fedakârlık meziyetleri ile kendilerini kabul ettirmişler. Bu tesirler muhatap insanlarda kendisini göstermekte gecikmiyor. Mesela Dr. Muhammed Eziamari Bey, Tanca Okul müdürü olarak altı yıl çalışmış. Evi Tatvan şehrinde. Arada 100 km. mesafe var. Her gün bir buçuk saat gidiş, bir o kadar da dönüş zahmetine katlanmış. Ama bir gün bile görevini aksatmamış. Bu arada doktorasını tamamlamış. Üniversite kadrosuna geçip iki misli maaş alma imkânı da bulunmasına rağmen bu şahıs okuldaki işine devam ediyor. Şimdi artık kendi memleketi olan Tatvan’daki okulda çalışıyor. Böylesi bir okula ve böylesi bir ekibe vefa göstermenin en tabii bir vazifesi olduğunu söylüyor. Tanca’da otuz yaşlarında bir gençle tanıştık. Aslı bu şehirden olmakla beraber Belçika’da iş yapıyor. Bu tarzda hizmetin faydasına o derecede inanmış ki tek başına bir okul yaptırıp hizmete sunma gayreti içinde idi. Oradaki işlerini ayarlayarak Tanca’ya gelmiş, bir aydan beri oradaki Türk arkadaşlara yardımcı oluyor. Üç katlı bir villasını, otuz kişilik pek kaliteli bir öğrenci yurdu olarak dizayn etmiş, takriben yerleşmeye hazır hale getirmişti. Merkezi bir yerde talip olduğu arsanın krokisini gösterdi. Memlekete dönüşümden üç gün sonra arsayı alma işleminin tamamlandığını bana telefonla bildirdi. Fas şehrinde okul binası lazım imiş. Şehrin Eğitim Müdürü bina bulma, pazarlık ederek oldukça uygun bir fiyatla kiralama işlerini bizzat üzerine almış. Bu binanın da hizmete hazır hale gelmek üzere olduğunu bizzat gördük. Bu evsafta insanların yetişmesinde, ihlâs ve ferağatla çalışan Türk arkadaşların büyük rolü olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Onların yaşadıkları haller, muhataplarına yansıyor, onlarda böylece yankılanıyor. Gezi notlarımı bitirmeden önce Fas’taki Türk okullarının Genel Müdürü Mevlüt Boztaş’ı ve ailesini takdirle yad etmemek mümkün değil. Bu genç arkadaş, merhum babamdan sonraki Ergani müftüsü Abdülkadir Boztaş’ın torunu çıktı. Şahsen tanıdığım babası Fuat Bey, Suudi Arabistan’da iş yapan bir mühendis. Türkiye’nin Güneydoğusundan kalkıp gitmiş, 6 bin km. uzakta Atlas Okyanusu kıyılarında eğitim hizmeti veren bu genç, büyük bir grubun yöneticiliğini yapıyor. Bu ayrıntılara, güzellikleri takdir etmekten geri duran bazı kimselere şunu düşündürmek için giriyorum: İyi insan yetişmesine vesile olunur ve onun ufukları açılırsa böyle netice alınır. Buna karşılık her yerde, özellikle onun memleketinde sahip çıkılmayan nesillerin ne hale geldikleri ise pek iyi biliniyor. Kardeşlerinden biri Tanzanya’da, biri Orta Asya’da öğretmen olarak çalışıyor. Dördüncüsü de Zaman Gazetesi Ankara Temsilciliğinde Haber müdürü, hatırımda kaldığına göre. Bu aile tablosu ve onların böyle yetişmelerine vesile olanlar “Maşallah!” diyerek takdir ve şükranla anılmaz olur mu? Şükranlarımı sunacağım başka arkadaşlarla da görüştük. Fakat yerimiz mahdut olduğundan onları temsilen değerli iş adamlarımızdan Mustafa Tatari beyefendiyi anmak istiyorum. Orada kaldığımız bir hafta boyunca işlerini bırakıp bizi arabasıyla gitmemiz gereken her yere götürdü, bize rehberlik etti. Bu kardeşimiz İslâm medeniyetinin bir sembolü adeta: Bir tarafı Halepli, bir tarafı İstanbullu. Kayınpederi Fas’ın büyük âlimlerinden Prof. Muntasır el-Kettani (O da Fas, Medine-i Münevvere ve Kahire gibi merkezlerde çalışmış). Kayınbiraderi Prof. Dr. Ali el-Kettani bütün İslâm dünyasında tanınan bir evrensel şahsiyet olup beş yıl kadar önce genç denilebilecek bir yaşta vefat eden, yakından tanıdığım bir ilim ve hizmet adamı idi. Mustafa Tatari’nin babası Türkiye’de yerli olarak imal edilen ilk dikiş makinesi olan General marka makineyi 1960’larda üreten zat. Kendisi pek güzel Arapça konuşan, ticaret yanında iyi okuyan bir kültür adamı. İstanbul, Cidde, Fas gibi yerlerde iş yapmış. Çocukları İstanbul Özel Fatih Lisesi mezunları olarak önemli Üniversiteleri bitirip şimdi Amerika, Dubai gibi ülkelerde önemli işler yapıyorlar; Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızcayı pek iyi biliyorlar. Fas’ta çok akrabaları var Mustafa Bey’in. Tanca’da bir tekstil fabrikatörü olan Ahmet Tatari Bey, beraberliğine doyulamayan olgun, erdemli, entelektüel bir Müslüman. Altmış yaşlarında olan bu zat aslında Suriye ve Fas’ta büyümüş. Sonradan kendi gayretiyle öğrendiği Türkçeyi çok rahat konuşuyor. Sekiz dil biliyor, yabancı dillerini geliştirmek için çocuklarından her biri ile farklı dillerle konuşuyormuş. Sık sık yaptığı Kâbe ziyaretlerinde tavafta yaptığı başlıca dua: “Allah’ım! Türkleri İslâm’la şereflendir, İslâm’ı Türklerle şereflendir!”. Onun samimiyetinden etkilenmemek mümkün değil. Beraber olduğumuz Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı Bey, onun karşısında adeta kendinden geçti. Cenab-ı Allah böyle güzel insanları afiyet ve muvaffakiyette daim kılsın. Ne dersiniz, artık Mağrib-i Aksa çok yakın değil mi? Prof. Dr. Suat Yıldırım |