๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:35:40



Konu Başlığı: Kuyu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:35:40
Kuyu   
     
 


Bir kuyu insan hayatının şekillenmesinde bu kadar etikli olabilir miydi? Her gün evin bahçesinde dolaşırken o kuyunun etrafında durup uzun uzun bakar ve korkuları bütün benliğini sarardı. Her ne kadar korksa da bu kuyudan, yanından her geçişinde bir ürperti kaplasa da içini hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuştu bu kuyu. Dipsiz ve karanlık… İnsanın varoluşundaki yalnızlığı hatırlatıyordu ona… Belki de korktuğu şey ailesini kaybedip yalnız kalmaktı… Buralarda yalnızlık zordur diyordu saçları hayatın yükünü kaldıracak kadar aklanmış yaşlı dedesi. Köyün birkaç kilometre dışında, bir mezrada, büyükçe bir bahçenin içinde kerpiç damlı bir evde yalnızlığı hayal etmek hiç de zor gelmiyor olsa gerek diye düşündü. Zaten bu küçük mezra hep yalnızların mekânı olmuştu. Şehir, kasaba, köy hep onları terk etmişti. Ama onun çevresinde sıkıca sarıldıkça yalnızlığı yenebilecek 4 küçük kardeşi vardı. Yıllar önce kuyuya düşen annesini kurtaramadığı için babası üzüntüsünden terk etmişti bu diyarları… Ölüm haberi de gidişi gibi ani ve şaşırtıcı olmuştu… Bu kuyu sebepti ailesinin dağılmasına. Buna rağmen nefret etmezdi ondan, her gördüğünde kalbinin sökülürcesine çırpınışı öfkeden öte korkunun emaresiydi. Anne ve babası olmayan bu yavrucaklar ne yapardı bu kuyu anası gibi kendini de alırsa. Kuyuyu görmemesi için onlarca sebep sıraladı kendine. Bahçeyi çepeçevre saran kayısı, kiraz, erik, elma ağaçlarının doğaya sunduğu eşsiz güzelliğe bakmak bile yetebilirdi diye düşündü. İğde ağaçlarının arasından yola fırlamak istercesine büyüyen böğürtlenler kadar azimli olmalıydı kuyuya teslim olmamak için. Kuyunun dibinden gelen nemli duvarların kokusu yerine iğde ağaçlarının eşsiz kokusunu çekebilirdi içine. Bahçenin güney ucunda kanalın hemen üstündeki bu dipsiz karanlık kuyu yıllar öncesine kadar bahçenin ve evin su ihtiyacını karşılıyordu, oysa şimdi kanal geçti, eve çeşme yaptılar nasıl da zamana yenildin diye düşündü kuyuya alaylı bakarak. Kardeşlerine o kuyudan uzak durmasını öğütlüyordu. Ejderhalar ülkesinden kaçan bir ejderha orda saklanıyormuş. Karnı acıktıkça da bir çocuk yutarmış derdi. İçlerinden en küçükleri hariç hepsi ürperirdi. Küçükse annesi öldüğünde kundakta bir bebek olduğundan bu korkulara uzaktı. İnsanın korkuları hatırladıkları kadarmış… Meğer ne kötüymüş hatırlamak… Oysa annesinin yüzünü de çokça hatırlardı. Her sabah yüzünü yıkadığına annesinin cansız bedenini kuyudan çıkaran babasının ıslak elleriyle ona sarılması hatırladıklarının eziyeti gibi kalbine saplanırdı.
 
Aradan geçen zaman dedeleri de anne ve babalarının yanına gitmişti. Cansız bedenini mezranın küçük ve yeşil mezarlığına defnettiler. Bu küçük mezrada kalması için kendine bir sebep aradı. Yalnızlığın bile terk ettiği bu yerde bir insan niçin yaşar dedi kendi kendine. İçini kemiren bu sorularla toprak yolu yavaş adımlarla geçerek eve yaklaştı. İğde ve böğürtlenlerin arasından kafasını uzatıp kuyuya baktı. Gözünden akan damlaları bu kuyuya armağan etmek geldi içinden yenildiğini ve teslim olduğunu anlatmak için. Sonra kuyuya taş atan ufaklığı gördü. Küçücük boyuyla nasıl da kafa tutuyordu şu katil kuyuya. İnsanın yaşı büyüdükçe neden korkuları artar diye zihninde beliren soruya cevap aradı. Cevap ne küçük kardeşinde ne de hayatında devleşen bu kuyudaydı. Cevap belki de her gün tepesinden geçip bilinmeyen bir diyara giden bulutları takip etmektedir diye düşündü. Yeryüzünün bütün durağanlığına rağmen onlar hep, küçükken arkadaşlarıyla oynadıkları trencilik oyunu gibi biri birilerini takip edip giderlerdi. Yüzünün son kez güldüğü eşsiz anların bir toplamıydı bu oyun…
 
Kardeşlerinin okulunu düşünerek karar vermişti bu beton yığını evin daracık odalarına hapsolmaya. Ya da kendini böyle kandırmalıydı. Her şeyi geride bırakarak şehrin fabrika bacalarına komşu bu apartman dairesine geleli iki buçuk sene olmuştu. Burada iğde ağaçlarının yerini duman, böğürtlenin yerini de insanın hayatını daraltan beton binalar almıştı. Bu kadar insanın arasında yalnızlıktan ruhu daralır mı insanın? Şimdi kuyuya bile özlem duyacaktı neredeyse. Hiçbir şey bu şehir kadar dipsiz ve karanlık olamaz diye düşündü kendince. Bir de şu çocukların okulu olmasa. Terk edilmiş bir diyarın hüznünü çoktan sırtlamıştı. Yalnızlık, yalnız olunduğunda daha kolaymış meğer. Kalabalıklar arasında yalnızlık ise tam bir eziyet. Yapmanız gerekirken yapamadığınız sorumluluklar her gün zihninizi sarıyor. Ekmeğinizi paylaşmak zorunda olup ta paylaşamadığınız her komşunuz karanlık ve dipsiz bir yaşamın derinliksizliğini kalbinize işliyor.
 
Kardeşlerini okula gönderirken duyduğu endişe kadar kuyular var olmuştu artık hayatında. Bu şehirde kuyular ölüme daha bir susamış. Ejderhalar ülkesi bu şehrin tam göbeğiymiş meğer… O küçük mezraya tekrar gitmenin olduğu gibi yaşamanın tek şartı olduğunu söylüyordu artık. İnsan doğup büyüdüğü, suyunu içtiği yerin adamı oluyormuş. Bu yıkıcı kentin kardeşlerini kapacağı düşüncesi korkular yarattı benliğinde. Şehir kendilerine çoktan alışmıştı. Bazen alışveriş yapmak için çıktığı sokakta tanıdık simalar görüyordu. Tanıdık bir tebessüm bulma umudunu ise çoktan kaybetmişti. Onca aydınlatma lambası yetmiyor tebessümünüzün karşılık bulmasına her gün daha bir daralan kaldırımlarda. Meğer ne karanlıkmış şehir dedi kendi kendine.
 


Asaf Emingil