๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Eylül 2011, 11:49:23



Konu Başlığı: Kutsal Kitaplar mı İlâhi Vahiy mi?
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Eylül 2011, 11:49:23
Kutsal Kitaplar mı İlâhi Vahiy mi?



Kasım 2008 119.SAYI


Ebubekir SİFİL kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Kitaplara iman ettik. O’nun kitaplarına... İnsan elinin değmediği, tertemiz, müberra kitaplara. Mukaddes elçilere vahyolunan münezzeh kelama iman ettik. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt eden hidayet rehberine, Kur’an’a iman ettik.

Enformasyon çağı denilen gönlü ve zihni kirlenmiş bu çağda arınmak için ırmağımız odur bizim. Doğruyu yanlışı bilmek için kaynağımız o.

Ona imanımızı tazeleyelim, onu hak ettiği yere, gönlümüze koyalım. Yeniden.

“İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine, Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap indirdi ki, insanlara aralarında ihtilâf ettikleri noktada hakem olsun…” (Bakara, 213)

Mealini verdiğimiz bu ayet-i kerime, ilk bakışta her peygambere ayrı bir kitap verildiğini akla getirse de, gerçek böyle değildir. Beydâvî, Ebu’s-Suud Efendi gibi müfessirler bu ayeti tefsir ederken, gönderilen her peygambere ayrı bir kitap verilmediğini, bilakis bazı peygamberlerin, daha önceki bir peygambere gönderilmiş bulunan kitabın ahkâmıyla tebliğ ve amelde bulunduğunu belirtmişlerdir. (Tefsîru’l-Beydâvî, (Konevî haşiyesiyle birlikte), 2/80; Ebu’s-Suud Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm, 1/214)

Hz. Adem a.s.’dan Efendimiz s.a.v.’e kadar gelmiş geçmiş peygamberler içinde kendilerine kitap ve sahifeler verildiği bize bildirilen birkaç peygamber vardır. Sırasıyla Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim; Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Mustafa’ya (hepsine selam olsun) indirilmiş kitaplardır. Sahifeler (çoğulu: suhuf) konusunda ise Efendimiz s.a.v.’den nakledildiğine göre Hz. Adem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30 ve Hz. İbrahim’e 10 olmak üzere toplam 100 sahife indirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim hariç olmak üzere bu kitap ve sahifelerin tamamı tarih içinde ya kısmen veya tamamen kaybolup gitmiştir. Özellikle Kur’an’dan önceki kitaplar, yani Tevrat, Zebur ve İncil, yahudiler ve hıristiyanlar tarafından çeşitli şekillerde tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmıştır.

Tevrat ve tahrif

Günümüzde, üç büyük dinin (İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlık) mensuplarının, aynı kaynaktan gelen kitapların vârisleri ve aynı soya (Hz. İbrahim a.s.’a) dayanan peygamberlerin tabileri oldukları söylenerek, bu dinler arasında ortak noktalar tesis etme girişimleri bulunduğu malum. Bu çerçevede bu dinlerin kutsal kabul ettiği kitapların da “kutsal kitap” olarak anıldığı
görülmektedir.

Oysa bu dinler arasında özellikle itikadî noktada uzlaştırılması mümkün olmayan ihtilaflar mevcuttur. En başta yahudi ve hıristiyanların “kitap” anlayışlarının bizimkinden farklı olduğuna özellikle dikkat edilmelidir.

Tevrat ve İncil’in tahrif edildiği ve bugün Tevrat ve İncil adıyla elde bulunan kitapların Hz. Musa ve Hz. İsa’ya (ikisine de selam olsun) indirilen kitaplar olmadığı herkesin malumudur. Bu söylediğimizin en açık delili, bugün eldeki Tevrat’ta Hz. Musa a.s.’ın vefatı, nereye gömüldüğü gibi hususların yer alıyor olmasıdır. (Tevrat/Tesniye, 6/34 vd.). Ayrıca bugün elde bulunan iki ayrı Tevrat nüshası (“Yahudi Tevratı” ve “Samiri Tevratı”) arasında 6 bin civarında farklılık bulunduğu gerçeği de bu söylediğimizi doğrulayan bir başka husustur. (Bkz. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat)

Allah Tealâ’nın inzal buyurduğu Tevrat’ın içinde, –hâşâ, sümme hâşâ– “şarap için kendi kızlarıyla zina eden bir peygamber” veya “Allah Tealâ’nın yeryüzüne inip bir insanla/peygamberle güreşip yenilmesi” gibi şeylere rastlamak elbette mümkün değildir. Ancak böyle insan aklını dumura uğratan ve yer tutmaması için zikretmediğimiz buna benzer birçok tezvirat eldeki Tevrat’ta mevcuttur.

İncil ve tahrif


İncil’e gelince, elimizde bu isimle mevcut bulunan kitapların, Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra kaleme alınmış kitaplar olduğu, herhangi bir delile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve müsellem (kabul edilen) bir husustur. “Matta İncili”, “Markos İncili”, “Luka İncili” ve “Yuhanna İncili” tabirleri, bu kitaplardan her birinin, isimleri kendilerine izafe edilen kimseler tarafından yazıldığını anlatmaktadır.

Öte yandan günümüzde hıristiyan dünyası tarafından resmen kabul edilen 4 İncil nüshası arasındaki farklılıklar bir yana, 325 yılına kadar hıristiyanların elinde 100’den fazla farklı İncil nüshasının mevcut olması, İncil adıyla elde bulunan kitapların Hz. İsa a.s.’a indirilen İncil-i Şerif ile alakasının bulunmadığını bariz bir şekilde göstermektedir.

Ayrıca kaynaklar Hz. İsa a.s.’ın Aramice konuştuğunu ortaya koyarken, eldeki en eski İncil metinlerinin Yunanca olması da işin bir başka yönünü oluşturmaktadır.

Kitabını kendi eliyle yazmak


“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara, 79)

Bu ayet, Ehl-i Kitab’ın elinde bulunan ve “Kutsal Kitap” olarak anılan kitapların, Allah Tealâ’nın inzal buyurduğu değil, bizzat onlar eliyle kaleme alınmış kitaplar olduğunu açık bir şekilde haber vermektedir. Dolayısıyla yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bu kitapları “vahiy kaynaklı” olarak kabul etmek anlamına gelen tavırlardan ve söylemlerden uzak durmak bizzat Kur’an’ın
emri olmaktadır.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulur: “Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını Kitap’tan sanasınız diye Kitab’ı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, ‘Bu Allah katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Mâide, 78)

Yahudi ve hıristiyanlara göre bu, son derece normal bir durumdur. Zira onların din anlayışı, “kendilerine gönderilen doğrulara” değil, “kendi doğrularına” inanmaya dayanmaktadır. Yahudilerin güya Hz. Musa a.s.’ın getirdiği Tevrat’ı ve şeriatı savunmak adına Hz. Zekeriyya a.s.’ı şehit etmeleri, oğlu Hz. Yahya a.s.’ı zindana atmaları ve Hz. İsa a.s.’ı öldürmeye teşebbüs etmeleri hep bu tavrın ifadesidir. Yahudiler o muazzez peygamberleri, yalan ve sapkınlıklarını ortaya koydukları için düşman bellemiş ve türlü eziyetlere maruz bırakmışlardı.

Hıristiyanların durumu da bu açıdan çok farklı değildir. Onlar da sözümona Hz. İsa a.s.’ın tebliğini ve İncil’i muhafaza adına, başta havariler olmak üzere o aziz peygamberin yolundan giden muvahhid müminlere olmadık işkenceler etmişlerdir. Kur’an’da Kehf suresinde geçen kıssa, Hz. İsa a.s.’ın tebliğine samimi olarak iman etmiş bulunan “mağara arkadaşları”nın hıristiyan Roma İmparatorluğu tarafından ne türlü eziyetlere maruz bırakıldığını haber vermektedir.

Kitab-ı Mukaddes konusunda doğru tavır


Bugün elimizde Kitab-ı Mukaddes ismiyle mevcut bulunan külliyatın içinde, yahudiler ve hıristiyanlar tarafından “kutsal kitap” olarak bilinen metinler yer almaktadır. Yahudi inancına göre Yehova (tanrı), yahudilerle bir anlaşma (ahit) yapmış, onları “has kulları” olarak diğer insanlardan ayrıcalıklı kılmış ve Tevrat’ı da bu çerçevede onlara indirmiştir.

Hıristiyanlar bu inancı kabul etmekle birlikte şöyle düşünürler: Tanrı yahudilerle böyle bir anlaşma yapmıştır. Ama şimdi bu anlaşmanın süresi dolmuş, onun yerini, hıristiyanlarla İncil üzerinden yapılan anlaşma (ahit) almıştır. Bu sebeple hıristiyanlar, yahudilerin kutsal kabul ettiği kitaplara “Ahd-i Atik” (Eski Anlaşma), kendi kitaplarına ise “Ahd-i Cedid” (Yeni Anlaşma) derler. Her iki külliyatın bir arada basılmış haline “Kitab-ı Mukaddes” denir ve içinde “Ahd-i Atik” adıyla yahudilere ait 39 kitap ve “Ahd-i Cedid” adıyla hıristiyanlara ait 27 metin mevcuttur.

Bu külliyat hakkında nasıl bir tavır takınmalıyız?


Hiç şüphesiz yahudi ve hıristiyanların oluşturduğu bu metinlerin ne kadarının vahiy kalıntısı olduğunu kesin olarak tesbit etmek mümkün değildir. Diğer metinler bir yana, bilhassa bu külliyat içinde “Tevrat” ve “İncil” adıyla yer alan metinlerin hiçbir cümle ve pasajında vahiyden eser ve kalıntı bulunmadığını söylemek isabetli olmaz. Eğer varsa bu tür cümle ve pasajların ya bizzat kendilerine ya da bağlamlarına müdahale edildiği için, herhangi birisi hakkında “Bu, kesin olarak Hz. Musa a.s.’a veya Hz. İsa a.s.’a indirilmiş bir cümledir” demenin de imkanı yoktur.

Asr-ı Saadet’te de yahudiler, ellerindeki Tevrat adıyla mevcut bulunan İbranice kitabı okuyup, Arapça’ya tercüme ve tefsir ediyorlardı. Efendimiz s.a.v. bu durumdan haberdar olduğunda şöyle
buyurdu:

“Ehl-i Kitab’ı ne tasdik edin, ne de yalanlayın. Ancak şöyle deyin: Biz bize indirilene (Kur’an-ı Kerim’e) de size indirilene (gerçek Tevrat ve İncil’e) de iman ettik. Bizim ve sizin (ve bütün insanlığın) ilâhı birdir. Biz O’na teslim olduk.” (Buharî)

Burada Efendimiz s.a.v.’in Ehl-i Kitab’a vermemizi emir buyurduğu karşılık, Ankebut suresinin
46. ayetidir.

Hz. Ömer r.a. bir gün Medine’deki yahudi bilginlerinden duyduğu ve çok hoşuna giden Tevrat pasajlarını kendisine yazmalarını istemişti. Bir deri parçası üzerine yazdırdığı bu satırları heyecanla Efendimiz s.a.v.’e getirdi. Efendimiz s.a.v., deri parçası üzerinde yazanlara muttali olunca, birden mübarek yüzünün rengi değişti. Hayatı boyunca nadir olarak sinirlenen Efendimiz s.a.v. sinirlenmişti. Mübarek tükürüğüyle deri parçası üzerindeki yazıları sildikten sonra şöyle buyurdu:

“Ey Ömer! Allah’a yemin ederim ki ben size apaçık bir Kitap getirdim. Onlara (Ehl-i Kitab’a) bir şey sormayın. Olur ki size hakkı söylerler de (kendilerine güvenmediğiniz için) yalanlarsınız veya size batıl bir söz söylerler ve siz de (hak olabilir mülahazasıyla) tasdik edersiniz. Canımı elinde bulundurana yemin olsun ki, eğer Musa şu anda hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka bir şey yapması helal olmazdı.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/312)

Belki de Hz. Ömer r.a.’ın hoşuna giden Tevrat pasajında neler bulunduğunu bilmiyoruz. Muhtemelen Kur’an’ın mesajıyla örtüşen hususlar ihtiva eden cümleler vardı. Zaten Hz. Ömer r.a.’ın, Kur’an’a aykırı düşen Tevrat cümlelerine öyle bir ilgi göstermesi ihtimal dahilinde değildir.

Hal böyleyken Efendimiz s.a.v.’in tepki göstermesi ve ardından o kendi peygamberliğinin evrenselliğini ifadeye koyan hakikati dile getirmesi, meselenin hassasiyetini göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Kur’an diğer kitaplardaki hakikati de ihtiva eder


Efendimiz s.a.v.’den önceki peygamberlerin tamamı, ya bir bölgeyle veya bir kavimle sınırlı bir peygamberlik görevi ifa etmişlerdir. Efendimiz s.a.v.’in tebliği ise evrenseldir; tarihler ve coğrafyalar üstü bir kuşatıcılığa sahiptir.

Yüce Kitabımız’da bu hakikat şöyle ifade buyurulmaktadır: “Seni de ancak bütün insanları içeren bir elçilikle rahmetimizin müjdecisi, azabımızın habercisi olarak gönderdik, başka değil! Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe, 28)

Bütün insanlığın dikkatini bu evrensel hakikate çeken bir diğer ayet-i kerime de şöyledir:
“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim.” (A’raf, 158)

Efendimiz s.a.v.’in “son peygamber”, Kur’an’ın “son Kitap” ve İslâm’ın “son din” olmasının anlamını biraz da burada aramamız gerekir. Madem ki artık başka peygamber ve kitap gelmeyecek, o halde en son gelen peygamber ve kitabın, bütün insanlığa hitap etmesi, bütün insanlığın saadet ve selametini temin edecek hüküm ve kaideler getirmesi halin icabı olmaktadır.

Bu sebeple Efendimiz s.a.v.’e şöyle demesi bir “emir” olarak buyurulmuştur: “De ki: “Hangi şey şahadetçe en büyüktür?” De ki: (Hak peygamber olduğuma dair) benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu.” (En’am, 19)

Nitekim Kur’an-ı Kerim sadece kendisinden önceki kitapları tasdik eden, dolayısıyla onların getirdiği hakikatleri de ihtiva eden bir kitap olmakla sınırlı bir özellikte değildir. Aksine o, diğer kitaplarda yer almayan hükümler de getiren, hatta onlarda yer almış bazı hükümleri yürürlükten kaldıran (nesh eden) bir kitaptır.

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Rasule, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (A’raf, 157) ayeti bu hususu açık bir şekilde ifadelendirmektedir.

Tek evrensel hakikat: İslâm


Yukarıda da belirttiğimiz gibi artık insanlığa peygamber ve kitap gelmeyecektir. Dolayısıyla Son Peygamber ve Son Kitap, gönderildikleri tarihten kıyamete kadar bütün insanlığa hidayet kaynağı olarak yol gösterecektir. Bu, aynı zamanda Son Peygamber s.a.v.’in tebliğinin ve Son Kitab’ın mesajının her türlü tahriften korunduğu, kıyamete kadar da böyle devam edeceği anlamına gelir.

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur:

“Benden önceki hiçbir peygambere verilmeyen şu beş şey bana verildi:

1. Bir aylık yoldan düşmanın kalbine korku salan bir yardımla desteklendim.

2. Yeryüzü benim için mescit ve temizleyici kılındı. Bunun için benim ümmetimden bir kimse namaz vaktini nerede idrak ederse, orada kılsın.

3. Benden önceki hiç kimseye helal kılınmadığı halde ganimetler bana helal kılındı.

4. Bana şefaat(-i kübra hakkı) verildi.

5. Ben bütün insanlığa gönderildim.” (Buharî, Müslim)

Bu maddeleri kısaca şöyle izah edebiliriz:

1. İslâm düşmanlarının İslâm’ı ve müslümanları hiçbir zaman sevmeyecekleri, Kur’an’ın diriltici mesajının inkârcıların sadece küfrünü artıracağı hem Kur’an ve Sünnet’le, hem de tecrübeyle sabit bir hakikattir. Dolayısıyla son dönemlerde müslümanların “terörist” muamelesine tabi tutulması Efendimiz s.a.v.’i incitmeye yönelik karikatürler vesair yayınlar bu tutumun ürünüdür.

2. Müslümanlar olarak, namaz vaktinin girdiği her yerde namaz kılabiliriz. Yeter ki bulunduğumuz yer temiz olsun, şirk ve putperestlik simgeleri taşımasın. Bir de su bulamadığımız zaman teyemmüm etmek de bize mahsustur. Toprak bizim için yerine göre (kap kacak yıkamakta olduğu gibi) hakikî, yerine göre (teyemmümde olduğu gibi) hükmî bir temizlik aracıdır. Burada kastedilen daha ziyade bu ikincisidir.

3. Daha önceki peygamberlere savaşlarda ganimet almak meşru kılınmamıştı. Bu hak Efendimiz s.a.v.’e ve ümmetine tanınmıştır.

4. Ahirette, hangi peygamberin ümmeti olursa olsun, bütün günahkâr müminlere şefaatte bulunma izni ve yetkisi sadece Efendimiz s.a.v.’e verilecektir. Bu hususta sahih hadisler mevcuttur.

5. Efendimiz s.a.v.’den önceki peygamberlerin risalet ve nübüvvet görevi belli bir coğrafya ve kavim ile sınırlıydı. Efendimiz s.a.v.’in risalet ve nübüvveti ise kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa şamildir. Buna Ehl-i Kitap da dahildir. Kur’an’ın Ehl-i Kitab’ı Efendimiz s.a.v.’e ve Kur’an’a iman etmeye çağıran onlarca ayetinde bu durum açıkça ifade buyurulmuştur.

Sonuç olarak, “Kutsal kitab”ını kendi eliyle yazmış topluluklar olarak Ehl-i Kitab’ın Allah inancı da, peygamber inancı da, kitap inancı da bizimkinden oldukça farklıdır. Zira biz müslümanlar olarak “Kitab’a tabi olan” bir ümmetiz, onlarsa kitabı kendi hevalarına tabi kılarak üzerinde her türlü oynamayı yapmış ve bu suretle küfre batmış topluluklardır. Kitabı kendileri yazınca, Allah inancını da peygamber ve ahiret inancını da kendi hevaları doğrultusunda tesbit ve kaydetmiş olmalarında garipsenecek bir durum yoktur. Bu bakımdan diğer insanlar gibi Ehl-i Kitap da Son Peygamber s.a.v.’in ve Son Kitab’ın diriltici mesajına muhtaçtır.

“Furkanu’l-Hakk”


Esasen yahudi ve hıristiyanların “kutsal kitap” anlayışı, kendi kitabını kendisi yazma esasına dayanmaktadır ve onlar bakımından normal olan budur. 2004 yılında “el-Furkanu’l-Hakk” (Gerçek Furkan) adıyla hazırlanan kitap da aynı mantığın ürünüdür. Bu kitap, Tevrat ve İncil gibi sözümona kutsal kitaplarla birlikte Kur’an’ın da yerini almak üzere tasarlanmıştı. Böylece Yahudi-Hıristiyan Batı dünyası, kendi hesaplarına uygun din ve kitap üretme faaliyetlerinin son halkasına vücut vermiş oluyordu.

İçinde Kur’an ayetlerine benzer cümlelerin ve Kur’an’daki sure isimlerine benzer (hatta yer yer onların aynısı) surelerin yer aldığı bu kitap, ayrıca kendi uydurdukları ve adına “ayet” ve “sure” dedikleri cümle ve bölümler de ihtiva ediyordu. Kur’an’ı tahrif edip ortadan kaldırmaya yönelik olan bu girişim de tarih içindeki diğer benzerleri gibi akim kalmaya mahkumdu ve öyle de oldu.

Rasulü’nü ve Kitab’ını Hak ile gönderenin şanı ne yücedir!

Tahrif Türleri

Gerek İslâm kaynakları, gerekse bizzat Ehl-i Kitap ilim adamlarının araştırmaları, Tevrat ve İncil üzerinde meydana gelen tahrif faaliyetinin birkaç şekilde vuku bulduğunu ortaya koymaktadır. Bunları şu şekilde zikredebiliriz:

1. Metne ilaveler yapılması


“Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye Kitab’ı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Âl-i İmran, 78) ayeti bu durumu ifade etmektedir.

2. Metinden eksiltmeler yapılması


“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lanet eder.” (Bakara, 159) ve “Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir kısmını gizleyip, onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşur, ne de kendilerini tezkiye eder. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 174) ayetleri bu tarz tahrifi haber vermektedir.

3. Kelimelerin/cümlelerin yerinin değiştirilmesi


“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (Mâide, 13) ayeti bu tahrif çeşidini haber vermektedir.

4. Mevcut kelimelerin başkalarıyla değiştirilmesi


Yukarıdaki 1. madde meyanında zikrettiğimiz Âl-i İmran suresinin 78. ayetinin ilk cümlesi bu tahrif türünü haber vermektedir. Bunun yanında Kur’an, Hz. İsa a.s.’ın İsrailoğulları’na şöyle dediğini bildirmektedir:

“Hani, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim’ demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, ‘Bu, apaçık bir sihirdir’ dediler.” (Saff, 6)

Efendimiz s.a.v.’in geleceğini haber veren İncil ayetinde, bu ayette geçen “Ahmed” isminin karşılığı olarak “Peryclitos” kelimesi geçmekteyken, bu kelimeyi “Tesellici” anlamındaki “Paracletos” kelimesi ile değiştirmişlerdir. Bu durumda Hz. İsa a.s., kendisinden sonra gelecek olan Efendimiz s.a.v.’i değil de, Ruhu’l-Kudüs’ü haber vermiş olmakta, daha doğrusu ilgili cümle hıristiyanlar tarafından öyle yorumlanmaktadır.

5. Anlamın tahrifi


“Tanrı Sina’dan geldi, bize Sair’den doğdu ve Faran dağından zuhur etti.” (Tevrat/Tesniye, 33/2). Bu cümlede sembolik bir anlatım vardır. Allah Tealâ’nın vahyinin Sina’da Hz. Musa’ya, Sair’de Hz. İsa’ya ve Faran’da Efendimiz s.a.v.’e indirildiğini ifade etmektedir. Burada geçen “Faran”, Hicaz’da bir dağ ismidir. Tevrat da bunu doğrulamaktadır. (Tevrat/Tekvin, 21/21). Yahudilerse buradaki “Faran”ı Sina yarımadasının doğusunda bir bölge adı olarak yorumlamışlardır.

Burada Ehl-i Kitab’ın, kendi muharref (tahrif edilmiş, bozulmuş) kitaplarında bulunan cümlelerin anlamını dahi farklı yorumlayarak ikinci bir tahrif daha yaptığı ortaya çıkmaktadır.

Bu tahrif türlerinin bizzat Tevrat’a ve İncil’e inandığını söyleyenler, yani yahudiler ve hıristiyanlar tarafından “dini muhafaza etmek” gibi bir gerekçeyle yapılmış olması son derece manidardır.