๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Eylül 2010, 21:42:15



Konu Başlığı: Kültür mirasımızın temel kaynakları 1
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Eylül 2010, 21:42:15

Kültür Mirasımızın Temel Kaynakları-1

Kültürün, bir milletin tarih içinde üretip ortaya koyduğu, ortaya koyup zamanla millî varlığın bir buudu haline getirdiği veya onu şuuraltı müktesebata dönüştürdüğü sosyal ve ahlâkî davranış disiplinlerinin bütünü olduğu şeklindeki düşünce bir hayli yaygın. Bu anlayışa göre, bazı temel husûsiyetleri itibarıyla evrensel bir görünüm arz etse de, her toplum ve her sosyal coğrafyada farklı bir kültürün hâkim olduğu açıktır. Tabiî bu farklılık, büyük ölçüde düşünce sistemlerinde de müessir bir faktördür. Bu açıdan bir ferdin, belli bir kültüre bağlı düşüncesini, belli bir referans çerçevesi aracılığıyla kendini ifade etmesi de sayabiliriz.

Kültürü; biraz da düşünce ile irtibatlandırarak, herhangi bir milletin kendi ahlâkî değerlerini, mezheb mülâhazalarını, varlık, kâinat ve insanla alâkalı düşüncelerini, sosyal ve siyasal tavırlarını ve davranış disiplinlerini ifade yollarının bütünüyle veya büyük bir kısmıyla ortaya koyması ve millî duyuş, millî düşünüş esasına bağlılık çerçevesinde, tarih içinde meydana gelen topyekün fikir, san’at, örf, âdet ve teâmül - bu son iki esasla alâkalı ilerde arz edeceğimiz kayıtlar mahfuz - gibi hususların umûmudur şeklinde yorumlayanların sayısı da az değil.

Bizim kültür sistemimizde, insan-kâinat-Allah münasebeti - böyle bir sıralamada tâbî, metbû müşterek mütalâa edilmiştir - en temel esaslardandır ve bütün zihnî, fikrî, amelî faaliyetlerimiz bu münasebete bağlı cereyan eder. Modern Avrupa mantığı - ki bu, tamamen bir Yunan mirasıdır - bütün mülâhazalarını insan, eşya ve hâdiselere bağlar; dolayısıyla da, ulûhiyet hakikatini ya hiç nazara almaz veya onu tâlî bir mevzû gibi mütalâa eder. Oysaki, bizim düşünce sistemimizde, insan-kâinat bir meşher, bir kitap ve hâdiselerin diliyle bir beyan olarak, varlığı kendinden (Vâcibü’l-Vücûd) o yüce Zâtı anlatan, O’nun san’at eserlerini teşhir eden ve icraatını seslendiren bir dil, bir sergi ve bir enstrümandır. Yunan felsefesi ve onun çağdaş uzantısı sayılan modern Batı mantığında aktif aklın yanında âtıl bir ulûhiyet telâkkisine karşılık, bizim kültürümüzde her zaman san’at-San’atkâr, eser-Eser Sahibi ve Hâlık-mahlûk münasebeti söz konusudur. Biz, kendi düşünce sistemimizde insan ve kâinatı birer vasıta gibi değerlendirerek, belli bir örfâne ufkuna kadar hep bu vasıtalarla, o Ulular Ulusu San’atkâr’a yönelir ve O’nu ararız; ötekiler ise, ulûhiyet telâkkîsinin sadece pratikteki neticeleri üzerinde durur ve her şeyi tamamen eşya ve hâdiselere bağlarlar. Ayrıca bizim, aktif aklın yanında her şeyi Kitap-Sünnet, Kitap-Sünnet’in referansı çerçevesinde diğer kaynaklarla irtibatlandırmamıza mukabil, onlar, aklı ve müşâhedeyi bilimin biricik sebebi görerek, âdetâ ilmin ve mârifetin yollarını daraltmış sayılırlar.

Özetlemek icap ederse kültür; aslî ve tâlî unsurlarıyla insan tabiatına mal olmuş; bilinmiş, inanılmış, yaşanılmış, nihayet şuuraltı bir doküman haline gelmiş mefhum, kural ve insiyakların bütünüdür ki, şuur ve irade söz konusu olmasa da, yer yer belli sebep, sâik ve tedâîlerle mevcûdiyet ve belirleyiciliği duyulup hissedilen epistemolojik bir olgudur.

Evet, nice rûha mal edilmiş ve şuur altında uyuyan inançlar, kabûller, örfler, âdetler vardır ki, zaman zaman aklın iç dinamikleri, belli sâik ve sebeplerle bu müktesebâtı uyarır, canlandırır, harekete geçirir ve inşâ edip şekillendirir; bazen, tıpkı eski haliyle olduğu gibi gayet net, bazen de biraz renk atıp matlaşmış olarak, ayniyet ölçüsünde bir misliyetle şekillendirip ortaya koyar. Ancak bu müktesebât ne ölçüde insan tabiatına mal olursa olsun, eskilerin ayniyle yeniden gündeme gelmeleri kat’iyen söz konusu değildir; söz konusu değildir, zira her yeni gün, başlı başına bir âlemdir. Ve gelirken de tamamen kendi husûsiyetleriyle gelir, kendi gurûbuyla da batar gider. Bu itibarla da biz, şuuraltı müktesebâtımızı, birer eski gibi tekrar etmekten daha çok, onlara şartların gerektirdiği bir kısım derinlikler ilâve ederek ortaya koyarız; daha doğrusu, onları, asla dayalı, nesebi sahih taptaze renkler ve derinlikler ilâvesiyle bir kere daha yaşarız. Burada milletçe her zaman tekrar edegeldiğimiz bir hatayı vurgulamakta da yarar görüyoruz. Eskilerin yeniye sağlam bir zemin oluşturması, yeninin de eskiyi daha da açıp geliştirmesi yerine, biz konuyu çok defa birbirinden ayrı iki zamana bağlayıp, bu iki zaman dilimini bazen birbiriyle vuruşturarak, bazen de karşı karşıya getirerek, hep temellerde bir kısım krizlere sebebiyet vermişizdir: Ya, “Yeniler koklanır, sonra çöpe atılır; eskilerse misk-ü amber gibidir, karıştırdıkça çevreye güzel kokular saçar” diyerek, zamanın bir parçasına ait vâridât hakkında ifrat etmiş ya da “Eskiyip gitmiş bu müktesebâttan ne olur ki; ne aranacaksa, yeninin rengârenk dünyasında aranmalıdır” mülâhazasıyla, bu defa da zamanın diğer yanına karşı bütün bütün alâkasız kalmışızdır; kalmış, hem millî zaman mefhumunu göz ardı etmiş, hem de konunun evrensel buudunu görmezlikten gelmişizdir.

Oysaki biz, kendi kültürümüzü, sadece kendi coğrafyamız açısından değil, bizimle medenî dünya arasında kalıcı ve sağlam bir köprü teşkil etmesi zâviyesinden de iyi yorumlama, dikkatli değerlendirme ve düşünce hayatımızda, açılma türünden yeni bir kültür zamanına ortam hazırlama mecbûriyetindeyiz. Değişik bir ifadeyle, milletimiz adına daha sağlam, daha tutarlı, daha kalıcı bir kültür anlayışının inşâsı için - geleceğin önceliği mahfuz - dün, bugün ve yarına ait değerleri birbirine feda etmeme, temâdî ve inkişafa aynı ölçüde saygılı kalma “zorunda”yız. Aslında kültürel zaman, bizim bildiğimiz zaman anlayışından farklı olarak önce bulunma ya da sonradan vücûda gelme mefhumlarına bağlı değildir. Bence ona “zaman üstü” demek daha uygun olacaktır. Hattâ ona, zamandan “bağımsız” ve aşkın nazarıyla bakmak yerinde bir yaklaşım olsa gerek; zaten kültürün sürekliliği de, tamamen onun bu müstakilliyetine bağlıdır. Ne var ki, onun tamamen müstakil ve kendi olan bu yapısını düzenleyen ve farklı muhitlerle münasebetini şekillendiren bir referans çerçevesinin olduğu da açıktır. İşte bu yönüyle de o, böyle bir çerçeve içinde, farklı mefhumlar, ayrı ayrı düşünce yolları, değişik bakış zaviyeleri, her biri bir yoruma bağlı san’at telâkkîleri ve ahlâkî değerler gibi.. hususların bütününden ibarettir denilebilir.

Ancak her türlü mazmunu, mefhumu, düşünce tarzını, yorumu ve telâkkîyi onlara bağlı olarak götürme mecbûriyetinde olduğumuz bir de temel esaslar vardır ki, kültür, bütün renkleriyle bu esaslar etrafında daireler çizer durur.. onlarla beslenir, gelişir ve derken, onlarla zaman-mekân üstü bir hâl alır. Bu esasları, başta Kitap ve Sünnet olmak üzere, bu iki önemli umdenin - daha sonra bu esasları birer işaret nevinden de olsa hatırlatmayı düşünüyoruz - referansı çerçevesinde Tefsir, Hadîs, Usûl-ü Tefsir, Usûl-ü Hadîs, Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh.. ana başlıklarıyla özetleyebiliriz. Husûsiyle Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh (Fıkıh Metodolojisi), hem ciddî bir mesâînin ürünü olmaları, hem de insanlık tarihinde emsalsizlikleri itibarıyla o kadar engin ve zenginleşmeye açık kaynaklardır ki, bu kaynaklara sahip olan milletler en hayâtî şeylere sahip olmuş sayılırlar. Her medeniyetin iftihar ettiği, nev’i şahsına münhasır bazı değerler vardır. Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh da, bizim medeniyetimizin en belirgin değerlerindendir. Öyle ki, eğer geçmişimiz itibarıyla bizim medeniyetimize bir isim bulmak icap etseydi, ona “Fıkıh” veya “Usûl-ü Fıkıh” medeniyeti demek uygun olurdu; kapıları ardına kadar düşünceye, hikmete, felsefeye açık Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh medeniyeti.. Yunan (ve Grek) medeniyetleri birer felsefe medeniyeti, Babil ve Harran medeniyetleri birer irfan (Gnostisizm) medeniyeti, bugünkü Avrupa bir “bilim ve teknoloji medeniyeti” olmasına mukabil, asırlardır devam edegelen bizim medeniyetimiz, düşünce, akıl, mantık ve muhakeme yörüngesiyle herkese açık bir Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh medeniyetidir. Çok düşünürle beraber, Seyyid Bey ve Muhammed Hamidullah Hocanın da ifade ettikleri gibi, bizdeki Fıkıh Metodolojisi çalışmaları, en mükemmel bir hukuk sisteminin, en kusursuz bir kanun ilminin inşâsı, gelişmesi ve her asrı kucaklayabilecek şekilde açılması zaviyesinden, en ciddî bir ilk teşebbüstür. Hem de, epistomolojik olarak başka kültür ve medeniyetlere kaynak teşkil etmeye açık bir ilk teşebbüs.

Her zaman değişik toplumların değişik kanun ve hukuk sistemleri olagelmiştir; Romalıların, Çinlilerin, Hintlilerin, Yunanlıların... Ne var ki, ne Yunanlıların levhaları, ne Romalıların Cassius kanunları, ne de modern dünyaların değişik kanunnâmaleri, hiçbir zaman fıkıh sisteminde olduğu gibi bir metodoloji ilmine bağlanamamış ve bu ölçüde kurallaştırılamamıştır. Bu itibarla da, temelleri Kur’ân, Sünnet ve Selef-i Salihîn’in tahkik ve tesbitlerine dayalı bu ilmi, bir başka millette bulup göstermek mümkün değildir.

Felsefe, değişik dönemler itibarıyla, yine o dönemlerin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere sürekli gelişen bir mantığın ürünüdür. Bizim medeniyetimizde de Fıkıh Metodolojisi, hukûkî sistemlerimiz için tarih boyu aynı vazifeyi görmüştür. Fıkıh ve hukuk, toplumları kurallarla yönetme misyonunu eda ederler. Usûl-ü Fıkıh ise, fıkıh ve hukuk sistemlerine rehberlik yapar. Böyle bir rehberlikte kullanılacak metodların türünü de, konunun durumuna göre “akl-ı selim” belirler. Böyle bir usûl ve metodun, hukûkî konuların iyi anlaşılması üzerinde ne büyük bir tesir icrâ edeceği açıktır. Aslında Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh için söylenen sözler, aynı ile Kur’ân ve Sünnet’e bağlı diğer ilimler için de söz konusudur. Gerçi, daha önceki kitaplar üzerinde de değişik çalışmalar yapılmış ve onlara bağlı bazı sistemler geliştirilmiştir ama, Kur’ân ve Sünnet üzerinde yoğunlaşan mesâî ve ortaya konan yorumlar, her zaman takdirle yâd edilecek ölçüde bir hâdisedir. Evet Kur’ân, ister bizzat Allah Rasûlü tarafından ortaya konan yorumlarıyla; isterse dilin kuralları, Arapça’nın kendine has üslûbu ve nüzul sebepleri göz önünde bulundurularak yapılan tefsir ve te’villeriyle olsun, düşünce hayatımızda öyle bir zenginlik kaynağı olagelmiştir ki, çok sathî bir nazarla bile bakanlar, bunun ne büyük bir servet olduğunu hemen anlayabilirler. Hadîs için de aynı şeyleri söylemek her zaman mümkündür. Ne var ki, bütün bunlara vefalı ve yetenekli dimağların sahip çıkıp, anlatmaları gerekmektedir. Yoksa, düşmanların korkunç husûmeti ve dostların da vefasızlık ya da suskunluğuyla hep bulandırılmak istenen veya tamamen yok farz edilen bu feyyaz kaynaklara rağmen, milletçe daha uzun süre varlık içinde yokluk yaşamamız kaçınılmazdır.

Bu önemli kaynakların referans çerçevesi içinde, İslâm akîdesinin aklî-naklî delillerle ispatı ve dinimiz etrafındaki şüphe ve tereddütlerin giderilmesi, teşbih, tecsim (Allah’ın herhangi bir varlığa benzetilmesi ve O’nun bir cisim farz edilmesi) gibi felsefî çarpık mülâhazaların cevaplandırılması, İlâhî sıfatların mevcûdiyeti ve bunların çerçevelerinin belirlenmesi, “eslah” konusu, “hüsün- kubuh” mevzûları etrafında kaleme alınmış Sünnî kelâm konularını; maslahat, istihsan, örf, âdet ve teâmül gibi hususları da, kültür mirasımızın tâlî kaynakları arasında zikredebiliriz.

Her biri başlı başına müstakil birer kitap konusu teşkil edebilecek bu kaynaklara biz, şimdilik mahrûtî bir bakış çerçevesinde sadece bazı işaretlerde bulunacağız:

1. Kitap: Kur’ân kelime-i mukaddesesi ile de ifade edilen Kitap, insanın gönül gözünü açan, duygularını enginleştiren, düşüncesini derinleştiren; muhkemi, müteşâbihi, nassı, zâhiri, mücmeli, mufassalı; ayrıca îmâsı, işareti, teşbihi, temsili, istiâresi, mecazı, kinayesi.. gibi değişik beyan türleri ile başları döndürecek ölçüde zengin bir kaynaktır ve her asra yetebilecek açılım gücüne sahiptir. Ne var ki, ondan, onun derinliği ölçüsünde istifade etmek, biraz da insaflı düşüncelerin ona kapı aralamalarına bağlıdır. Evet o, zaman ve mekân üstü bir kitaptır ama, bazen niyet ve nazar çarpıklığı, onu kendi muallâ konumundan aşağılara çekerek, beşerî düşüncelerin darlığına hapsedebilir. İşte böyle bir bakış zaviyesi veya düşünce inhirafı yaşayanlar, hiçbir zaman onu, kendine has o baş döndürücü derinlikleriyle tanıyamazlar. Aslında, belli ön yargılarla kendi düşüncesinin eline-koluna kelepçe vurmuş esir ruhlar, hangi zamanı yaşarlarsa yaşasınlar, hangi çağda bulunurlarsa bulunsunlar, bu beyan harikası kitabın sırlarını ihata edemez ve onu, o mûcizevî ufkuyla kat’iyen tanıyamazlar. O, hemen her zaman beşer ufkunu aşan zirve bir kitap ve değişik tefsir, te’vil dalga boylarıyla eşsiz bir beyandır; ama, samimiyetle sînesini ona açanlar için.. o, insanlık için önemli bir şans, onu tanıyıp her meselede ona sığınmak da şanslar üstü bir şanstır; ancak, acaba böyle bir mazhariyetten haberdar olan kaç insan vardır!? Aslında, onun ziyasına sığınmadan hiçbir beşerî problemi çözmek mümkün olmadığı gibi, insanoğlu için onun beyan çağlayanları esas alınmadan kalıcı herhangi bir mutluluğa mazhariyet de söz konusu değildir.

Şimdiye kadar nice söz üstadı, beyandan ne sihirli âbideler tesis etmiş ve nice düşünce insanı, ne felsefî ve ideal sistemler kurmuşlardır. Ama bugün bütün o âbideler birer virâne ve o ideal sistemler de, tarihin yaprakları arasında soluk birkaç satırlık hatıradan ibaret kalmışlardır. Beşer ufkunda tecellî ettiği günden itibaren tazeliğini devam ettiren bir beyan varsa, o da, işte bu Kur’ân; ve insanlığı sahil-i selâmete çıkaracak bir sistem varsa, o da, bu mübarek kitabın muhtevasıdır. Onun beyanında öyle sihirli ve parlak bir câzibe vardır ki, sesinin ulaşabildiği yerlerde başka sözler mâlâyâniyâta dönüşür. Onun muhteva zenginliği karşısında düşünce ve sistem sarrafları birer dilenci halini alır.

İnsan, varlık ve Allah hakikatına tercüman olan bu kitap, insan gerçeğini öylesine incelerden ince tahlil eder, eşya ve hâdiseleri o kadar hassas ve ölçülü değerlendirir ki, az bir dikkatle hemen herkes, bu tahlil ve değerlendirmenin öbür ucunda âdetâ nâmütenâhîyi görür gibi olur. Dolayısıyla da, Kur’ân’ın sihirli dünyasına girebilen kalb ve ruh insanları, bir fihrist çerçevesinde kendi nefislerinde duyup hissettikleri her şeyi, kâinatta mufassal bir kitap muhtevasıyla görür, duyar ve ömürlerini işaret ve emarelerin dünyasında hep ona doğru yürüyen seyyahlar gibi sürdürürler.

Evet bu kitap, irfan ufkumuzu öyle aydınlatır ki, insan, onun öncülüğünde gönlünün “arş-ı kemali”ne doğru yürürken, ne yol garâbetine, ne düşünce tıkanıklığına, ne de ruh ınkıbazına maruz kalır.. bilgi ile heyecanın, imanla müşahedenin, külfet ile güvenin, nizamîlikle emniyetin iç içe duyulduğu bu yolda o, yürür hep zirvelere doğru.. yükselir en ulaşılmaz şâhikalara.. ve erer tâlihinin gülen yüzünü görebileceği ufuklara.

Bu kitap; insan ve kâinatın iç derinliklerine, insanoğlunun ruh enginliklerine, onun his, şuur, irade ve gönül gibi en hayâtî buudlarına ve bu mükemmel varlığın, kâinatların yeniden vilâdetleri sayılan hilkatindeki gayeye ve mânâya, donanımındaki fâikiyete, faaliyet alanının genişliğine, potansiyel büyüklüğüne, arzu, emel ve heyecanlarına öyle yerinde belli şeyleri hatırlatmaya mâtuf göndermelerde bulunur ki, şimdiye kadar ne bir felsefe, ne bir sosyoloji, ne bir biyoloji, ne bir psikoloji, ne de bir pedagoji o ufku hayal bile edememiştir.

Bu kitabı tanıyan birinin, insan, kâinat ve Allah’la alâkalı temel konularda, onun icmallerini tafsil edip detaylandırmanın dışında başka bir kaynağa ihtiyaç duyacağını zannetmiyorum. Aslında tafsil ve detaylandırma da, netice itibarıyla, yine onun referans çerçevesi içinde ya bir Peygamber beyanına, ya sağlam bir müşahede ve muhakemeye ya da aklî istidlâle dayanma zorundadır ki, bu da, her şeyin onun yörüngesinde cereyan ettiği mânâsına gelir.

Bu kitap, nüzûlü ile, tarihin mecrâ değiştirmesi sayılan önemli bir başlangıçta, en mübarek bir bahtiyarın aracılığıyla, talihli bir toplumun ferdî, içtimaî, siyasî, îdarî, iktisadî, rûhî, fikrî hayatlarını tanzim etmeyi hedeflemiş ve hedeflediği şeyleri de bir hamlede, bir nefhada gerçekleştirerek, bedevî bir toplum içinde, medenî milletlere örnek teşkil edecek iç içe inkılâpların biricik ilham kaynağı olmuştur. Aslında o, bugün bile, kendine sığınanlar için aynı şeyleri yapabilecek güçte ve zenginliktedir. Evet o, insan, kâinat ve Allah münasebetlerini ifadede benzeri olmayan bir zenginliğe, bir vüs’ate, hem de tahlil ettiği konuların gerektirdiği temkin ve tenasübü koruma ölçüsünde bir zenginliğe ve vüs’ate sahiptir. Bediüzzamanca bir üslupla anlatılacak olursa o, bu kâinat kompleks, saray ve meşherinin sesi-soluğu ve yorumu.. tekvînî emirlerin en özlü tefsiri ve te’vili.. her zaman müşahede edip durduğumuz şu koca mekân ve onun izafî bir buudu olan zamanın sırlı bir altın anahtarı.. Cenâb-ı Hakk’ın Zât, sıfât ve isimlerinin en beliğ bir dili ve tercümanı.. eşyâ ve hâdiselerin perde arkası esrarına ıttılaın biricik rasathanesi.. kevn ü mekânlar ötesinden gelip, gönül ve dillerimizde yankılanan Allah’ın (c.c) bir iltifatnâmesi.. şu muhteşem İslâm dünyasının ışık kaynağı, havası, ziyası.. ve ebedlere kadar var olabilmenin - olmazsa olmaz - temel esası.. hemen herkesin, ya ciddî bir merak ve iştiyakla ya da bir tereddüt ve ürperti ile beklediği öbür âlemlerin haritası, tarifnâmesi, rehberi.. bütün insanlık âleminin, insanî kemalât yolunda hiç kimseyi yanıltmayan bir terbiye kitabı, bir mârifet mecmuası ve bir ilimler ansiklopedisi.. husûsiyle de, İslâm dünyasının en saflardan daha saf bir ilim, irfan ve hikmet kaynağı.. nihayet, bütün Müslümanların şahsî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî hayatlarını asırlar boyu tanzim eden, yönlendiren bir kanunlar külliyatı.. ihtiva ettiği dua, zikir, fikir ve münâcâtlarla bir seyr-i sülûk rehberi.. eşyâ ve hâdiseleri en ince teferruatına kadar işaretleyen, olabildiğine veciz ama müphemi olmayan, fevkalâde zengin, ancak, daha çok inananlara cömertçe davranan, bütün zaman ve mekânlara yeterli ve tabiî, zaman ve mekân-üstü olan hârika bir kitaptır.

Ne meleklerin, ne rûhânîlerin, ne de cinlerin müstağnî kalamayacağı işte bu kitap, bizim kültür mirasımızın en geniş, en duru, en derin ve her zaman deryalar gibi dalgalanıp durduğu halde hiçbir zaman bulanmayan en birinci ve en önemli kaynağıdır. Bizim burada o mübarek kaynakla alâkalı ifade etmeye çalıştığımız hususlar ise, sadece ona küçük birer işaretten ibarettir.



ALINTI