๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 04 Eylül 2010, 10:16:07



Konu Başlığı: Küf Kokan Bir Yazı
Gönderen: Eflaki üzerinde 04 Eylül 2010, 10:16:07
Küf Kokan Bir Yazı


Gam ve kasavetten kim hoşlanır? Evet, kim, hüznün ve kederin nemli koridorlarında üşümekten büzüşmüş parmaklarını dermanı kalmamış nefesiyle hohlaya hohlaya ısıtmaktan zevk alabilir?

Galiba, pek az kimse.

Buna mukabil elimizde ne var, bakalım: neşe, ferah ve sevinç…

Hepsi bu kadarsa, sormaktan niçin çekinelim o hâlde? Yumuk yumuk gözleriyle dünya ışığını karşılayan bir başın utanç içinde kasılmış gövdesinin tam da aksine, yaşama inad, mini minnacık ayaklarıyla direne direne dünyaya adım atan şen bir bebeğin melâikeyi tedirgin eden o yakıcı çığlığı, uçmasın diye üzerine yerleştirilmiş koca dağlarla örtülü yeryüzünü ne denli sarsabilir ki?

Sarsamaz. Hiçbir çığlık, hiçbir feryad yeryüzünü sarsmaz, sarsamaz. Yetişkince nârâlar atmaya da gerek yok. Yeryüzü gamsızdır çünkü, umursamaz.

Yaşama umudunu değil, bizatihi “yaşam sevinci“ni nerede arayıp nerede bulacağım öyleyse?

Sorarak öğrenmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Beklemeyecek ve hemen soracağım: Geç kalmış bir yaşamın umudu ne denli geçmişe ve geleceğe uzanır? Geç kalmış, yani gecikmiş bir yaşamı en yakın gelecekte ve uzak geçmişte yaşama umudu…

Sözü uzatmayalım: Geç kalmışlık duygusunun ‘geçmiş‘ ve ‘gelecek‘ vehmi, sade bir yanılsamadan öteye geçmez. Burası kesin. Acele etmesiyse, sanılanın aksine, sonu uzaklaştırmaz, yaklaştırır. Umutsuz çabaları alkışlamak, çapalayan ellere en büyük hakarettir çünkü. Çapalayan, çabalayan, yani yazgısı olan sonu bile isteye çabuklaştıran ellere…

Ermekten korkan ellerin sahipleri utansın! Başkaları değil, kemâle ermekten korkan ve sırf korktuğu için yaşama direnen ellerin sahipleri…

Küf kokan bir yazı bu. Kendime bırakılsam yazmayı istemediğim, ne var ki sırf bırakılmadığım için, kendi kendimle başbaşa kalmak adına yazmak zorunda olduğum bir yazı.

Aptallar cennetinde mutlu olmayı beceremediğim için mi kınanacağım?

Benden uzak olsun böylesi bir mutluluk!

Asırlık hüznüme karşılık teklif edilen sözümona bir couple’lik “yaşam sevinci“ni şiddetle reddediyorum. Başka bir nedenim yok, insan olmayı başaramamaktan korktuğum için reddediyorum.

“Yoksulluğum övüncümdür” diyenin mübarek gözleriyle işaret ettiği o mahzun incir ağacının altında geçirmekte olduğum bitmez tükenmez bir ânın hülyasıyla kendimi kandırmayı becerebildiğim için sürülere özgü sevinçlere kapılmayı seçmek, ermek istediğim menzilin hakikatiyle mütenasib değil. Bu yüzdendir ki sürtüne sürtüne yürümeyi beceremiyorum. Çaresizim, aptalca bir sevincin salına salına dolaştığı anacaddelerde kendisiyle yanyana yürümeyi beceremediğim için bu sözde ihsanı reddediyorum.

Kelebeğin mumun ateşinde yanması yanmayı beceremeyenler için bir teselli kaynağı değildir, sadece imrenilesidir. Isınmak için değil, ışıtmak için yanar kelebekler. Çığlık atmadan sessizce kavrulurlar yârin ateşinde. Yazgıları böyledir. Ağlayamazlar. Ağlanan oldukları için ağlayamazlar.

“Hiç erkekler ağlar mı?” diye soruyorsun ey talib!

Ona ne şüphe! Elbette ağlar, hatta ağlamak asıl erkeklere yaraşır; yaşı ve yası ise kadınlarda zuhur eder, hepsi o kadar!

Küf kokan bir yazı bu. Ne burnunu tıka, ne huzurdan ayrıl ey talib! ‘Talib‘, sade hakikatin talibidir. O hâlde hakikatin cilvelerinden yaka silkmeyi bırak da o nazlı dilberin cemalini ısrarla taleb etmeyi sürdür.

Bilmek mi istiyorsun?

Dinle ve verebilirsen sen cevap ver o hâlde!

Dayanabileceği son kertede çatırdayan muhkem balkon demirlerinin bile acısına dayanamadığı bir hüznün eşliğinde kendini boşluğa uçarken bulan adamın, izni olmaksızın güneşe bakmaktan kamaşmış gözlerden saklamayı tercih ettiği şaşkın bakışlarıyla karşılaşmak için ne denli büyük bir günah işlemiş olmalıyım?

İşlediğim büyük günahın niçin katmerleştiğini anlamak bu kadar mı zor?

O adamı öylece boşlukta tutabilmek için ne yapmam gerektiğini hiç bilemedim; başını şefkatle okşayıp o ölgün vücudunu usulca toprağın üzerine koymayı da beceremedim.

Şimdi kalkıp bir de bana soruyorsun, “Merhumu nasıl bilirdin?” diye.

Ne diyebilirim, cânını teslim ettiği âna kadar ben kendisiyle hiç karşılaşmadım ki!

Dücane Cündioğlu
Hz. İnsan