๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Eylül 2010, 18:35:15



Konu Başlığı: Kovalanan cümleler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Eylül 2010, 18:35:15
Kovalanan cümleler

Gelen var mı ?.. Takipte miyim?..
Günün durumuna uygun bir yazı yazmaya çalışmalı mıyım? Günün durumu nedir ki? Sabah uyanıyorsunuz örneğin. Alelacele giyinmeye çalışıyorsunuz üşümemek için, mâlum sonbahar havası çarpabilir, çarpa çarpa gelirmiş hatta birilerinin ifâdesine göre. Giyiniyorsunuz. Benim gibi her gün aynı kıyafeti giymekten vazgeçemiyorsanız işiniz kolay. Ama öyle değil her gün farklı giyinmek gibi bir zorunluluk hissediyorsanız üzerinizde hangi eteğin üzerine hangi kazağın, hangi rengin üzerine hangi rengin uyup uymayacağını düşünür de durursunuz ve zaman akıp geçer. Bir de takıntılarınız varsa etek ucu hafif kırışmış diye giymekten vazgeçer başka bir kıyafete yönelirseniz size zaman mı yeter? Bırakın artık şu giyim takıntısını elbisesiz gideceğiz ya, elbisesiz. Bulmuşsunuz da bunuyorsunuz. Hani bunun şükür kısmı. Günde kaç kere şükrediyorsunuz eli ayağı düzgün bir şekilde, dedim de aklıma bir şey geldi şimdi. Bir zamanlar katıldığım toplantılar geldi aklıma. Bir kasvet çökerdi üzerime, nefessiz kalırdım. Durmadan neyi yapamadığımızdan bahsederdi konuşmacı ta ki konuşma sonuna kadar. Ne kadar şükrediyoruz? Yeryüzünde bir iğne ucu kadar yer kaplamıyorken sahip olduklarımıza bakıp ne kadar şükrediyoruz? Bu benim sorunum. Ne kadar şükrediyorsam ediyorum. Dağlar ‘taşıyamam’ demiş, ben demişim gururla ‘taşırım’. ‘al’ demiş yaradan. Yüklen mâdem. Kabullenmişim yükümü çekiyorum da çekiyorum. Hakîkaten çekiyor insanoğlu. Bir şekilde çekiyor. Ya var mı durumundan, hâli vaktinden memnun mesut bir de mutmain yaşayan. Var mı? Evet soruyorum. Yok mu cevap arttıran? Evet, elleri görmek istiyorum. Yok mu? Yok tabii.

 

Kimine mal vermiş huzur vermemiş. Kimine güzellik vermiş araba vermemiş. Kimine bağ-bahçe vermiş meyve vermemiş. Kimine çocuk vermiş ömür vermemiş. Vesâire vesâire. Daha söyleyeyim mi? Dahasını duymak istiyor musunuz? Kim ister ki? Kim ister duymak istemediklerini duymayı? Şahsen ben günün birinde yazar olamayacağımı duymak istemem. Niye? Bu üzer beni. Ve belki yazar olacağım da bunu duyunca vazgeçeceğim bütün çalışmalarımdan. Adâlet mi yani bunun bana öğretilmesi? İstemem işte geleceğin benim için neleri sakladığını bilmek. Budur belki insana verilen en güzel lütuf. Belki... ne bileyim ben. İnsanım işte bildiklerim çok sınırlı. Bu yüzden midir acep sık sık ‘ne bileyim ben’ diyişim. Mümkün. Her bir şey mümkün. Gördüm ki insanın başına gelmeyesi yok şu yeryüzünde ve dahi şu gökyüzünde. Ben birgün dünyayı gezeceğimi hiç hatırıma getirir miydim? Yok. İsterdim gezmeyi dünyayı lâkin hiç demedim ‘ben birgün dünyayı gezmeye başlayacağım’ diye. Hatırlamıyorum böyle sözler geçmişimde. Eh deselerdi ‘birgün öyle bir ülkeye gideceksin ki sekiz kat giyineceksin lahana gibi üşümemek için’. İnanır mıydım buna? İnanmazdım ama aynen böyle oldu. Kirpiklerimin kırılmaya başlaması beni endişelendirdi hatta bir daha hiç kirpikli dolaşamayacağım diye yeryüzünde. Korkular işte. İnsan ne zaman neyden korkacağını da bilemiyor hâliyle. Bir zamanlar üniversite hiiiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi bana. Bir ömür o koridorlarda kalmak endişelendirirdi üstelik. Yahu var mı böyle bir şey? Ne tuhaf şeylerden korku duymuşum zamanında ve kim bilir daha ne tuhaf şeylerden korkacağım. Allah bilir elbet. Ben ne bileyim. İyi güzel de insan bazen merak da etmiyor değil hani geleceğini. Haddime bakın haddime. Bu ne cüret ya hu. O kadar ki bir zamanlar cin çağırmıştık da habire soru soruyorduk geleceğe dair. Sonra da ‘amma atıyor ya’ derdik gülerdik. E madem inanmayacaksın, e madem geleceği kim bilebilir diyeceksin ne işin var o masanın başında. Merak işte insanı ya ayyuka çıkarırmış ya yerin dibine geçirirmiş. Neler yaşanıyor değil mi? İnsan yaşadıklarına bakınca hayrete düşüyor hatta. Bazen unuttuğum noktalar köşebaşından kafa çıkarıp bakınıyorlar. Onlarla karşılaşınca da şaşırmıyor değilim. Ya ben bunu ne zaman yaşadım da ne zaman unuttum gibi birşeyler geveliyorum üstelik utanmadan. Yaşananlar çabuk unutuluyor da yaşatılanlar unutulmuyor nedense. Garip. İnsan hep geçmişine dönmeye çalışıyor. Ama hep güzel kenarlar çarpıyor hafızamıza kötü olanlar kaybolup gidiyor gibi. Belki bu yüzdendir insanın hep geçmişte yaşama arzusu. Hani belki kötü anılarımız olduğunu da hatırlayabilsek bugünümüzden memnun yaşayacağız. Nerdeee? İnsanın memnun olduğu nerede görülmüş ki? Velhasıl zamanımızı beklemekle geçiriyoruz. Bense uyuyarak geçiriyorum bu aralar. Alın işte. Bu yaşta bu kadar uyku. Gençken yapacak şey bulamazmış insan yaşlıyken de zaman bulamazmış yapılacaklar için. Uyumak gençken pek tatlı gelirmiş insana yaşlıyken bir kenara atılıp işe yaramadığını gösterirmiş de bu yüzden yaşlılar uykudan pek haz etmezlermiş. Yaşlanıyorum evet. Bunu da anlayacağım elbet bana o ömür verilirse. Şimdilerde benden küçük olanları izlemekle meşgulüm. Kıyas edip duruyorum kendimle onları. Şimdiyle birzamanları. Ya hu diyorum ne çok araya vermişim yaşlarımı. Bu kadar da olmaz diyorum kendime. Utanmadan arlanmadan bir de uslanmadan hiç heba et en güzel yıllarını ve bunu da hiç anlama o zaman ta ki yaş kemâle erince otur da dank etsin kafana. Olacak iş mi? İstediğin kadar ahlan vahlan debelen dur şimdi. Yaş geçmiş yazar olacağım de şimdiye kadar bir şey olamadığına ne yanmazsın ki? Ki yansan neye yarar? Olamamışsın bir baltaya sap. Olamamışsın denize kumsal. Olamamışsın göle su. Olamamışsın güle diken. Olamamışsın semâya bulut. Olamamışsın ağaca meyve. Olamamışsın dolaba kapak. Olamamışsın mutfağa lavabo yan dur. Gülüyorum bütün bunlara aslında. Bazen içten gülüyorum sağa sola çaktırmadan. Bazen de katıla katıla hıçkırana kadar gülüyorum kim çakarsa çaksın çok da umrumda. Hani bilmesem insana insan olduğu için değer verdiğini yaradanın. Lâkin hem insan hem de pek bi faydalı olanları daha bir severmiş ya bunu pek söylemiyorum kendime. Yine de insanım işte. Sırf bu yüzden biraz değerim olabilir. Hani dağa taş da olabilirdim. Duvara boya. Çiçeğe yaprak. Toprağa fosil. Ne bileyim örnekleri arttırmak çok mümkün. Bazen de çok da kötü durumda olmadığımı düşünmeden de edemiyorum. Bir abimin sözünü hatırlıyorum böyle zamanlarda. Bakıyorum da. Bu kadar kötü insandan sıra bize gelmez cehenneme girmeye. Bilmiyorum. Hiç görmedim cehennemi. Göreni de görmedim doğrusu. Dilerim öyle olur. Ama ben çok da iyimser değilim bu konuda. Herkesin boyuna göre günahı var. Kim nereden bilebilir ki. Ya hu bir karıncayı bile incitmenin günahını tartmamız mümkün değilken. Bir lokma ekmeği çöpe atmanın günahını... bir prinç tanesini lavabodan kaçırmanın günahını... bir hayvanı aç bırakmanın günahını... bir çocuğun kalbini kırmanın günahını... bir sözü yerine getirmemenin günahını... vesâire vesâire bilmiyorken çok da emin olamayız gideceğimiz yerden. Ama ümitvar olmak gerektiği söyleniyor herdaim. Ben de yaşayabilmek için, rahat soluk alıp verebilmek için böyle bir ümid içine sokuyurum sık sık kendimi. Böyle geçiyor gündüzler ve geceler, günler ve haftalar, aylar ve yıllar falan filan. Bir şekilde doldurmak gerekiyor verilen zamanı. Görevlerimiz... görev bilincimiz... ne büyük sözler bunlar böyle. Ben nedense görevlerini yerine getirebilen biri değilim. Nedenini sormayın bilmiyorum. Baştan söyliyeyim de sorularınızı ona göre ayarlayın. Bilgim dahilinde olmayan sorulara dönüp bakmıyorum uzun zamandır. Eskiden yani çok eskiden çocukken demek istiyorum. Hani bilmediğim çok şey üzerine bir sürü laf sıralardım bunu hatırlıyorum. Şimdi düşünüyorum da kim bilir ne kadar komik görünüyorumdur. Böyle komik görünmüş olabileceğim milyonlarca an da var hafızamda üstelik. Ne acı. Keşke çok konuşan biri olmasaydım der dururum kendi kendime. Hani çok konuşunca insan çok yanılıyor. Bunun farkına vardım epey bi zaman önce. İnsan konuştukça daha çok şey konuşmak istiyor. Konuşacak şey kalmayınca başlıyor atıp tutturamamaya. Böyle işte. Anladım bunu neyse ki epeydir konuşmamaya özen gösteriyorum. Meğer ne rahat hissediyormuş kendini insan. Ama bu da başka meselelerin açılımının başlangıcı oluyor tabii olarak. Büyüklendiğini falan düşünüyorlar. Konuşmaya tenezzül etmediğini düşünüyorlar. Kibirlendiğini düşünüyorlar. Burnunun pek bi havalarda olduğunu düşünüyorlar. Varsın düşünsünler. Kime ne. İyi de onların böyle düşünmesine sebep ben olduğum için sorumluluğu da bana  ait olmuyor mu? Her şey öyle ince ki nereden kırılacağını kestiremiyorum çoğu zaman. Dost ilişkileri... eş ilişkileri... aile ilişkileri... iş ilişkileri... sevda ilişkileri... bir sürü ilişki işte. Hepsi de çok kırılgan çok narin. Bir çiçek gibi. Çabuk solabiliyor bir yudum suyla canlanıverebiliyor. Annem çok kırılgandır meselâ benim. Aman Allahım. Hiç anlayamadığım bir anda yüz çizgilerinin nasıl da değiştiğini görünce şaşkına dönüyorum. Bense onu kırmaktan nedense bir türlü vazgeçemedim. Eşşek kadar oldum da onu incitmemeyi öğrenemedim. Evlat işte. Vefasız canım. Ama vefalı olduğum noktaları nedense bilmiyorlar. Onlar için neler yaptığımı şu yeryüzünde. Bilmesinler. Varsın bilmesinler. Bilen biri var elbet. İyi de ya yanlışsa bu. Yani dürüst değil de doğru davranmaksa yanlış olan hak katında. O zaman halim harap işte. Vayy bana vaylar bana. Kimse kurtaramaz o zaman beni. Hoş kurtarılmayı falan beklediğim yok. Yine de o vakit kimin kimden medet umacağını kim nereden bilsin. Gitmedim. Gidenleri de görmedim. O konuda çok da bilgilendirilmiş değilim. Hangi konuda bilgimiz tam ki? Bu da tartışılası başka bir konu. Kim ömrünü verdiği konuda ‘en bilgili benim’ diyebilir ki? Bilgiyi elde edebilmek için bu hayat çok kısa bence. Hayatlar bile kısa. Çabalayıp duruyoruz işte öğrenmek için. İnsan okudukça daha bir cehalete saplanıyor sanki. Okudukça bilmedikleriyle karşılaşır da insan belki ondan. Ama yine de çoğu zaman bir döngüdeyiz gibi. Birilerinin bir zamanlar bildiği şeyi bilmek için çokça çabalamak. Bu da ilginç. Bilinmiş işte bir zamanlar emekle. Sonra emekle bilmeye çalışıyorsun. Zaman kaybı mı? Ama emek harcadığım zaman unutmadığımı farkettim ben. Öğrenmek için uğraşıyorsun. Emek harcıyorsun. Böylece hafızana öyle bir yerleşiyor ki, çıkıp gitmesi mümkünsüz. Aksi unutkanlığın ellerinde kayboluyor bilgiler. Unutkanlık dedim de. Ben pek bi unutkanım. Her şeyi unutuyorum. Bu uykuyla bağlantılı olabilir. Çok uyuduğum için unutuyor olabilirim. Ya da çok önemsemediğim şeyleri unutuyor olabilirim. Bir arkadaşım ekmekle çöre otu yemem gerektiğini, bunun unutkanlığa çok iyi geldiğini söyledi. Denemedim hiç. Nedeni yok. Hiç içimden gelmedi bunu yapmak. Yine de bir şeyi unuttuğumu farkettiğim zaman hep çöre otu geliyor hatırıma. Çağrışım mı bu? Belki. Bana melodiler ve koku çağrışım yaptırır genelde. Bir şarkıyı dinlerken onu dinlediğim diğer zamanlara kayıveririm. Bir koku duyduğum zaman o kokuyu duyduğum diğer zamanları hatırlayıveririm. Meselâ mor menekşe kokusu. Şu yaban mor menekşesi. Hani bahçe kenarlarında kendiliğinden çoğlaıp dağılan ve mor mor açan ve kokusu her yeri saran mor menekşe. Geçen yıl burada akupunktur merkezinin bahçesinde karşılaştım mor menekşeyle. Önce kokusu ulaştı bana. Ve aramaya başladım bahçede. Buldum sonunda. Hemen gözlerimin önünde dedemlerin evi geldi. Onların evinin bahçesinde öyle çok vardı ki bu mor menekşelerden. O zamanlar küçücüktüm. Teyzemle onları koklamayı çok severdik. Çocuk oyunlarımızı o bahçelerde oynardık biz. Mor menekşeli bahçede. Falan filan. Sonraları yıllar sonra apartman dairelerinde yaşamaya başladıktan sonra bir çiçek merakı sardı beni. Her haftasonu babam beni çiçekçiye götürüyordu. Saksı alıyorduk. Toprak alıyorduk. Çiçek fideleri alıyorduk. Ben onları özenle ekip evin her köşesine yerleştiriyordum. Bunların arasında menekşeler de vardı. Ama saksı menekşeleri. Ne deniyordu onlara? Afrika menekşeleri mi? Sanırım. Kokuları yok onların. Çok rengi var. Mor, pembe, mavi, ebruli, sarı... kokusuzlar işte. Görüntü sunuyorlar insana o kadar. Onlar çok ilgi istiyorlar bir de. Çok su dökmemek gerekiyor ve çok susuz bırakmamak gerekiyor. Onlarla konuşmak gerektiğini söylemişlerdi bana. Ben de konuşurdum. Konuşacak şey bulamazdım okul kitaplarımı alır onlara okurdum. Sonra sonra böyle ders çalışmaya alıştığımı farkettim. Hem çıçeklerle konuşuyor hem ders çalışıyordum. Zamanla çiçek sevdam azaldı ve annem evdeki çiçeklere bakmak zorunda kaldı. Şimdi de o çiçekleden bazıları evde yaşıyor. Oldukça yaşlanmalarına rağmen yaşıyorlar inatla. Bitkiler de yaşlanır mı? Sanırım. İnsan kadar belirgin olmasa da yaşları yaşlanıyorlardır. Bir farkla. Onların kökleri yaşlanıyor olabilir. Çünkü devamlı yeni çiçekler açıyorlar. Yeniden doğuyorlar. İnsanların bu şansı yok. Ama ‘çocuklarıyla gençleşirmiş insan’ diyenler var. Yok canım daha neler. Ben manadan bahsetmiyorum maddeden bahsediyorum. Görünenden bahsediyorum. Görüntüler  o kadar sık değişiyor ki biz pek farketmiyoruz bu değişimi. Zaman tahminimizden de hızlı. Bize yavaş yavaş akıyormuş gibi gelse de öyle değil. Bunu insan geçmişine bakınca kolayca anlıyor aslında. Anlasam ne olur anlamasam ne olur? Hayır hayır böyle dememeliyim. Anlamak bilmenin öte adımı bence. Bildiğimi anladığım zaman gerçekten öğreniyorum. Daldan dala uçtuğumun tabii ki farkındayım. Hayat da öyle değil mi? Durmadan fikir değiştiriyor, ev değiştiriyor, iş değiştiriyor... hatta ülke değiştiriyor, hayal değiştiriyor değil miyiz? Sevgili değiştiriyoruz, yüreğimize her gün birine kaptırıyor sonra geri alıyoruz. Ne bileyim benim her güzel, yüreğime girer mesela. Baharda papatya, güzde deli rüzgar, kışta ala dağlar, yazda kavuran güneş... soğukta kazak giymek, sıcak salep içmek... İnsanın istekleri ne başka yaşadıkları gibi. Kim hayatının bir başkasının hayatının tıpatıp aynısı olduğunu söyleyebilir ki? Her gözün dünyaya bakışı kadar farklı bu da. Benim gözüm çok da pembe bakamıyor nedense. Hep hayâl kurmayı sevmişimdir ama pembeye bürüyemedim bu hayalleri. Genelde gri rengi hiç sevmeme rağmen bu tonda kaldılar. Şimdilerde kızım kırmızıya merak sarmış bense bir mor’dur tutturmuşum. Ne bileyim nereden çıktı bu? Annem de çocukluğumdan beri bana kırmızı giydirmeye çalışmıştır. Şimdi bile kırmızı giydirmede gözü. Anneler hiç değişmiyorlar. ‘Yeter artık dönün memlekete’ diyor sıkça. Biz çocuklar da hiç değişmiyoruz tabii. İnadımız inat, sözümüz söz. ‘Buradayız dönmeyiz’ sözleri dilimizde. Bense annemi ne kadar özlediğimi hergün yineliyorum. Bu bir çelişki mi? Belki. Her şey zıddıyla kaim mi demeliyim burada. Az önce kuşlar geçti buradan. Bir yere doğru uçuyorlardı. Pek bi telaşlıydılar. Dünyadan çıkış var mı? Nereye uçuyorsunuz? Soracak oldum. Duymadılar bile. Herkes kendi teranesinde yani. Kimse kimseyi dinlemiyor. Bildiğinden şaşma sözü her zaman doğru değil bence. Her zaman kendini dinlememeli diye düşünüyorum. Kendini kandırmayı çok sever insan. Ben öyleyim. Kendi yalanlarıma pek çabuk kanarım.  Yalansa accayip bir şey bana göre. Ne çok söylüyoruz değil mi? Şaşılacak kadar çok hem de. Birgün oturup dürüstçe ama... yalanlarımızı saysak. Bir gün içinde kaç yalan söylediğimizi. İnanır mıyız acaba sonuca? Her ne ise... nereden girdim şu yalan konusuna. Oldukça cansıkıcı. Ben aslında kendimden bahsetmek istyordum. İşsizliğimden. İşe yaramazlığımdan falan. Niye böyle bir takıntım var pekı? Takıntıdan da öte belki bir kompleks. Saçma. Bir de kendi kendime hiç kopleksim olmadığını yineler dururum. Yalan! Koccaman yalan! Palavra ya da... Alabildiğine atıyorum. Oysa öyle zaaflarım var ki... Hiç de sanıldığı gibi iyi bir insan değilim bence. Kendi içimde hep bunun tartışmasını yaptım ya dilime alacak cesaretim hiç olmadı. Ah, bir de cesaret var  benim hayatımda önemli bir yer kaplayan. Korkağın biriyim de üstelik. Kimse bilmez. Herkese göre gözüm pek bi pektir. Hadi canım siz de! Söyledikleriniz bana çok yabancı. Belki bu yüzden her cümlenizde afallıyorum. Tamam çok hızlıyımdır araba sürmede, tamam sözlerim de çok cüretkardır, tamam haksızın üzerine yürürüm, tamam döverim ben yaramazlık yapanları, tamam yürürüm dünyanın üstüne...iyi de cesaret bu mudur ki? Ben Hamza’nın cesaretinden bahsediyorum. Ben Sümeyye’nin cesaretinden bahsediyorum. Ben Bilâli Habeşi’nin cesaretinden bahsediyorum. Ben ülkelerinden kovulan insanların cesaretinden bahsediyorum. Ben iman cesaretini bulanlardan bahsediyorum alenen. Yok böyle bir şey bende. Kapıyı çaldılar mı tık tık, kan beynime sıçrardı. Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? Biz yabancıyız, korkarız yerli halktan. Böyle mi? Böyle mi? Yolda yürürken Moğolistan’da, bir gözüm arkamdan gelirdi hep. Biri bizi mi takip ediyor ne? Orada kaptım köpek korkusunu zaten. O dev köpekler yok mu dişli dişli. Bir benzerine başka yerde rastlamamıştım. Üzerimize salar gibi yaparlardı çocuklar. Yüreğim durma tehlikesi geçirirdi. Bir koşu varacağım yere varırdım. Gelen var mı? Takipte miyim? Şu köşeyi dönünce karşıma ne çıkacak? Bu arada koccaman çukurlara dikkat. Her an derinliklerinde kaybolabilirim. Ben hayatımın derinliğinde kaybolmuşken düşmüşüm birkaç metre ne olacak ki? Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’da geçiyordu sanırım. Bir insan düştü mü üçüncü kattan değil, yüzüncü kattan düşmeli. Belki... ama düşebildiğim yerden kalkabilmeyi tercih ederdim sanırım. Tutunacak bir dalı olması insanın ne güzel. Ben aileme bu yüzden sırtımı dönemedim. Çok zaman dönmek istedim üstelik. Hoyratça yaşamak mı bana mantıklı geliyordu? Neydi ki hoyratça yaşamak. Ne kadar sürebilirdi ki? Kim benim hoyratlığımı otuzumdan sonra kabullenirdi ki? Bakın tartışmıyorum. Sadece soruyorum. Bu yüzden okumakla yetinin bence. Sorularıma cevap vermenizi istemiyorum sizden. Ölçüp biçmeyin yaptıklarımı ya da yapamadıklarımı. Dikkatinizi çekerim yapmadıklarımı demiyorum, yapamadıklarımı diyorum. Evet, bir güç yetersizliği bahsettiğim. O ‘a’ var ya, o bir güçsüzlük belirtisi tabii. Ne var güçsüz olamaz mıyım? Olamaz mıyım zayıf, iradesiz ve bunun gibi birçok kelime? Her ne ise... sinirlenmeye gerek yok. Oldukça sâkin kovalıyorum ben cümlelerimi. Siz de kovalamak isterseniz buyrun. Ünlü biri değilim, bu yüzden ünlülerin sahip olduğu birtakım takıntılarım da yok. Limuzin’den başka arabaya binmem, bir giydiğimi bir daha giymem, soframda kuş sütü olmazsa yemek yemem... vesâire… vesâire... gümüş takıları severim ama takamam. Cildim altın dışında her şeyi reddediyor. Sanırım bu özellik prenseslere ait olmalıydı, benim gibi sıradan bir vatandaş için lüks kaçıyor. Eh böyle olunca ‘bütün takılarım altın’ demiyorum tabii, oldukça uzun zamandır hiç takı kullanmıyorum. Felâket hoşuma gidiyorlar oysa. Uzaktan bakmakla yetiniyorum. Yetinmek... bu kelime sovyet rusya insanını hatırıma getirdi. 90’lı yılların başında çözülme olunca insanlar paniğe kapılıp ‘hiç olmazsa karnımız doyuyordu’ diyorlardı. Şu karın doyurma işinin aslı ise yedikleri kuru ekmekten başka bir şey değildi. Onlara bu yetiyordu anlaşılan. Yetmiş yıl yetmişti dahası. Bir kuru ekmeği kazanamayacaklarını düşünen zavallı insanlar!
 
 

 
 
    Naz FERNİBA