๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 17:25:30



Konu Başlığı: Kendi medeniyetimize doğru
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 17:25:30
Kendi Medeniyetimize Doğru  


Bugün biz milletçe, hangi plân ve projeler ile geleceğe yürüdüğümüzü ve nasıl bir safhadan hangi safhaya geçmek istediğimizi mutlaka bilme mecburiyetindeyiz. Toplum olarak bizler, yakın geçmişimiz itibarıyla pek çok trajik hâdisenin toplumumuzu sardığı, sarstığı bir sis-duman içinde ve üst üste kızıl-kıyamet tarrakalarıyla çağa uyandık. İşte, böyle bir sis ve duman içinde, pek çok sarsıntının tam merkez üssünde, milletimizin dirilişi adına varılacak hedefi net görebilmek ve o hedefe ulaşmak için kestirmeden ve isabetli bir rota belirleyebilmek elbette ki çok zordu; hattâ iç ve dış konjonktür açısından âdeta imkânsızdı. Zordu ve imkânsızdı ama, ne gariptir ki, kendine ait her şeyiyle sarsılmış ve sömürülmeye müsait hale getirilmiş bir toplumun, yeniden diriliş rüyaları görmesi ve kendi değerlerine yönelmesi de tam bu döneme rastlamaktaydı. Ve bu olağanüstü bir hâdise idi; zira o gün için ferdî şuur temelinden sarsılmış, millet en korkunç zelzelelerin merkez üssünde bulunma hafakanlarıyla şaşkın ve kitleler de, tarihlerinde az gördükleri en ürpertici trajedilerle iki büklümdü.

Ma’şerî vicdanın henüz teşekkül etmediği bu sisli-dumanlı ortamda sadece birbirinden kopuk fertler vardı; onlar da geleceğe, kendilerine bir barınak ve bir iki lokma yiyecek bulabilme insiyakıyla ulaşmaya çalışıyor ve bir mânâda yerinde saymayı yürüme zannediyorlardı. Hiç kimse, neden yaşadığının farkında olmadığı gibi, gerektiğinde uğrunda ölmesi îcap eden bir kısım değerlerin mevcudiyetinden de haberdar değildi. Düşünceler dağınık, iradeler sarsık, himmetler meflûç, ufuklar karanlık, gönüller de bomboştu. Bütün bu olumsuzlukların yanında toplum her gün yeni bir sofizm icat ederek ümniyelerde teselli arıyor ve her gün yeni bir plânla bir kere daha zebil olup gidiyordu.

Ne var ki onun, dar zeminli de olsa, bir kısım tasarılar sayıklaması ve bazı projelerden bahisler açması da işte tam bu üst üste preslendiği ve peşi peşine ruhî erozyonlara maruz kaldığı meş’um döneme rastlar. Başlangıçta her şey; horlanan düşüncelerin, tezyif edilen inançların, baskı altında tutulan vicdanların tepkisi şeklinde tecelli etti. Daha sonra bunu şuurlu hareketler ve mütemâdî aksiyonlar takip etmeye başladı ki, böyle bir başlangıç, milletimiz için gerçek bir “ba’sü ba’del mevt”in mîlâdı sayılsa değer... Elbette ki daha önce olduğu gibi bundan sonra da bu şuurlu hareketi ve ruhlardaki dirilişle gelen bir enerjiyi kendi kontrollerinde bulundurup, arzu ettikleri gibi değerlendirmek isteyenler çıkacaktı ve çıktı da.. ancak artık, kendi kendini, kendi iç dinamizmiyle idrak etmeye başlamış kitlelerin yeniden bir kere daha “sömürülebilir” olma durumuna düşmeye niyetleri yoktu. Düşe-kalka da olsa, iç dünyalarında ihsaslarını duydukları, ruhlarında ve gönüllerindeki bu diriliş insiyakları sürüp gidecek ve bugün olmasa da yarın herkes, ama herkes mutlaka kendi olarak yeni bir varlığa erecekti. Gerçi, hâlâ o eski sis ve dumana denk, toplumun doğru görüp doğru hissetmesini engelleyen bir kısım mânialar vardı; ama artık ne o sis ne de o duman bildiğimiz kesâfette değildi. Az bir gayretle, gönüller kendi millî kaynaklarından beslenebiliyor ve kitleler de kendi medeniyet telâkkilerini düşleyebiliyorlardı.

Ancak, şimdi de, o medeniyet telâkkisinin çerçevesini belirlemek, onun ne olup ne olmadığını gözden geçirmek, dünkü mânâ ve muhtevayı, bugünkü belirsizlik ve yarınki mutasavver yorumlar üzerinde durup, bir taraftan özü korurken, diğer taraftan da zamanın tefsirlerini de yanımıza alarak, çağın sesini bulmaya çalışmak îcap ediyordu. Bu oldukça çetin bir işti; ama, yollara döküldüğümüze göre Allah’ın inayetiyle onun da hakkından gelebilirdik.

Antropolojik bir yaklaşımla, gelişmişlik veya az gelişmişlik açısından herhangi bir toplumda, insan hayatının her türlü organizasyonu ya da bir milletin düşünce, inanç, sanat telâkkisi veya o milletin maddî-mânevî varlığına has evsâfın bütünü de diyebileceğimiz medeniyet, değişik telakki, anlayış ve felsefelere göre pek çok varyasyonu olan bir kavram. Pek çok varyasyonu olsa da, her halde bu telakki, bizim, yıllardan beri soluk soluğa arkasından koşup durduğumuz ve uğrunda çok değerlerimizi kaldırıp attığımız kolonileşme çağında müstemlekecilerden tevârüs edilen hayat tarzı ve üslûp olmasa gerek. Zaten eğer öyle olsaydı, sömürüye ve işgalcilere karşı verilen onca mücadelenin hiçbir anlamı kalmazdı. Oysaki o gün verilen mücadelenin hedefi belliydi; o da her konuda tam istiklâldi.

Bu itibarla da, şayet şu anda kendimiz olarak yeniden bir yapılanma düşünüyor ve medeniyet adına kendi üslûbumuzu arıyorsak, içimizde ruh ve mânâ köklerimizi tahribe programlanmış ne kadar yabancı düşünce ve anlayış varsa hepsinin işgaline son vererek mutlaka kendi millî hars kaneviçemiz üzerine kendi düşünce tarzımızı, kendi inanç sistemimizi ve kendi hayat felsefemizi işleyebileceğimiz bir yol takip etmeliyiz. Yeni antropolojik tahlillere gidilmese de, imkânlar elverdiği ölçüde, millî mefkûremize göre belirlenmiş bir yüce gayeye ulaşma adına, meşrû bütün vasıtaları değerlendirerek, içinde bulunduğumuz kaoslardan sıyrılabilmek için mutlaka bir kısım alternatif çözüm yolları bulmalıyız. Hem de coğrafî ve içtimâî konumumuzun gerektirdiği bütün hususları nazar-ı itibara alarak alternatif çözüm yolları bulmalıyız.

Eğer medeniyet, maddî-mânevî bir kısım şartların bütünü ve bu şartlar da herhangi bir toplumda, o toplumu meydana getiren çocuk-genç-ihtiyar hayatın her basamağında ve gelişmenin her safhasındaki fertlere lazım her şeyi vâdetmenin ve vâdettiklerini yerine getirmenin adı, ya da kaynağı ise, zannediyorum meseleye, antropolojik olmanın yanında, hattâ onun da ötesinde amelî (fonksiyonel) bir fenomen olarak bakmak daha isabetli olacaktır. Ancak bütün bunlar düşünülürken, toplumun gelişmişlik basamağının da kat’iyen göz ardı edilmemesi şarttır. Medenî imkânları itibarıyla şu anda bizim içinde bulunduğumuz vetireyi çok gerilerde bırakmış; hattâ biz ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan milletlerin düşe-kalka yürüdüğü yollarda uçuyor gibi ilerleyen bazı devletlerin bugünkü durumlarını örnek alarak hedefe ulaşmaya kalkacak olursak, zannediyorum maksadın aksiyle tokat yer ve kendimizi, altından kalkamayacağımız inkisârlar içinde buluruz.

Evet, günümüzün gelişmiş ve müterakkî toplumları, bundan bir süre önce, şu anda bizim içinde bulunduğumuz aynı süreci yaşıyor, aynı bunalımlarla oturup kalkıyor ve aynı ızdıraplarla kıvranıyordu. Gün geldi, araştırma iştiyakı, ilim aşkı, çalışma şevki; sonra da peşi peşine gerçekleştirilen başarıların azimleri coşturması, arzuları kamçılaması ve büyük ölçüde her muvaffakiyetin ödüllendirilmesi onlara ardına kadar bütün yenilenme kapılarını açtı ve onlar için ortam âdeta bir dehâ meşcereliği haline geldi; geldi ve buhar makinelerini dokuma tezgâhları, araştırma lâboratuvarlarını matbaanın icadı takip etti... Belli bir süre sonra da ilim ve bilgisayar çağına ulaşıldı. O günkü ilim severler, keşifleri, icatları, ilmî araştırmaları ödüllendirdiğinden her yerde büyük istidatlar serpilip gelişme fırsatını buldu ve her taraf harika dimağların hummalı faaliyetleriyle harikalar meşherine dönüştü.

Nasıl ki, bir dönemde bizim dünyamızda da aynı ortam, aynı atmosfer teessüs edince, İbni Sinâlar, Fârâbiler, Harizmîler, Râzîler, Zehrâvîler... birbirini takip etmeye başlamıştı; öyle de Batı, kendinden evvelkilerden tevârüs ettiği müktesebâtı, vasatın elverdiği ölçüde çok iyi değerlendirdi ve son asırlara âdeta damgasını vurdu.

Bu itibarla, bugünkü Batıyı, sadece, Kopernik’lerin, Galile’lerin, Leonardo da Vinci’lerin, Michelangelo’ların, Dante’lerin.. ya da Edison’ların, Max Planck’ların, Einstein’ların.. üstün istidatlarının eseri olarak görmek yanlıştır.. evet ne dünkü Rönesans ne de bugünkü bilim ve teknoloji patlaması, sadece böyle bir düzine insanın mesâisine verilemez; verilirse “tenâsüb-i illiyet” prensibi açısından izah edemeyeceğimiz problemlerle karşılaşırız. Evet, dünkü ve bugünkü harika başarılar ve dünya çapındaki büyük oluşumlar, ferdî dehâların yanında, dehâ doğuran toplum yapısı, kâşifler yetiştiren müsait ortam ve kabiliyetlerin ortaya çıkmasını sağlayan genel atmosferle yakından alâkalıdır. Bu açıdan da denebilir ki, her zaman ekstra zirveleşmelerin gerçekleştirilmesinde, yüksek fıtratların gayretlerinden söz edildiği her yerde, vasat ve umumî atmosferden de bahsedilegelmiştir. Hattâ büyük istidat ve yüksek dehâların kabiliyet ve dehâlarını ortaya koymaları, çok defa umumî atmosferin müsaadesi ölçüsünde mümkün olabilmiştir. Şimdilerde de farklı beklentiler yanlış olsa gerek; bir kere şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Varlığın bunca prensipleriyle çarpışan er-geç yenik düşer. Hava, su ve kuvve-i inbâtiye ile beslenmeyen tohum çürümeye mahkûm olduğu gibi zeminini bulamamış dehâ da zebil olmaya mahkûmdur.

O halde, yarınlar adına beklediğimiz şeyleri, müsait ortam, ilim aşkı, çalışma azmi ve metodolojinin birleşik noktasında aramalıyız. Vasat, ilim aşkını coşturup çalışma azmini de şahlandırınca, duyarlı gönüller bunu olağanüstü bir imtisasla bütün benliklerinde duyacak, değerlendirecek ve belli disiplinlerle hayata geçirecektir. Ardından yeni ilhamlar, yeni çağrışımlar, yeni terkipler, yeni tahliller “sâlih daire”si işlemeye başlayacaktır ki, bunu da entelektüel gayretlerin ve temel dinamiklere uygun, kendi doktrinine muvafık sistemlerin teâkubî bir ivme ile sürüp gitmesi takip edecektir..

Oysaki bizde, yenilenme veya İslâmî rönesans adına hep başkalarının ürettiği, hem de pek çoğu itibarıyla temel dinamiklerimize ters yabancı ürünler alınıp teşhir edilmiştir. Yenilenme ve Rönesans bir türlü kendi dinamikleriyle ele alınmamış veya alınamamıştır. Bu açıdan da denebilir ki, bizim dünyamızın muasır ülkeler seviyesine ulaşamaması ve bir türlü beklenen rönesansı gerçekleştirememesi, ülkenin coğrafî konumundan, imkânların eksikliğinden, insanımızın kabiliyetsizliğinden değil; yenilenme esprisinin kavranamayışından, düşünce eksikliğinden, ilim aşkının, hakikat aşkının yerini, şablonculuğun almasından kaynaklanmaktadır.

Kendi eksiklerimizi daha iyi görebilmek için, yanı başımızdaki Almanya ve Uzak Doğu’nun dev ülkesi Japonya’nın bu konuda bize iyi birer misal teşkil edeceğini düşünüyoruz.

Almanya her iki cihan harbini de ölümcül yaralarla atlattı. İçinde bulunduğumuz asrın ilk yarısını idrak ettiğimiz yıllarda Almanya, her yanıyla “harab eller, kimsesiz çöller/ Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar” (Âkif) sözleriyle resmedilecek şekilde yıkık-dökük ve her yan baykuşlara bayram bir görünüm arzediyordu. Ama o, her şeye rağmen, kısa zamanda derlenip-toparlandı ve dev bir ülke olarak dünyanın karşısına dikildi. Oysaki biz, daha Alman birliğinin bile sözü edilmediği 19. asrın başlarında yenilenme rüyaları görmeye başlamıştık. Bizim yenilenme düşlerimiz bahislere konu oladursun Almanya, onca tahribata rağmen bugün bir rüyalar ülkesi olma iddiasında... Denebilir ki, Almanya, batılı olma avantajlarıyla iki defa kefeni gömlek yaptı ve kendi hayat felsefesine göre çok önemli “ba’sü ba’del mevt”ler gerçekleştirdi. Şayet Avrupalı devletlerin, dinî ve kültürel karâbetleri söz konusu olmasaydı, bugünkü Almanya da olmayacaktı. Almanya için bu farz ve takdirleri kabul etsek bile, bütün Batı âleminin belli bir süre düşmanca davranışlarıyla, hep tahditlere maruz kalmış Uzak Doğu’nun dev Japonya’sı var.

Bizim yenilenme plânlarımız neredeyse, Japonya’dan tam yarım asır öncesine dayanır. Bizden elli-altmış sene sonra yenilenme hummasına tutulan Japonya, bütün handikapları aştı, yakın tarihindeki iki büyük sarsıntısına rağmen bir solukta gelip bizi geçti; geçti ve dünyayı idare eden büyük ve güçlü aileler arasında yerini aldı. Biz, yeniden doğuş ve diriliş şiirleriyle teselli ola duralım; onlar çoktan Rönesanslarının meyvelerini dermeye başladılar bile. Biz, yüz elli senelik bir yolculuktan sonra, varacağımız hedeften daha çok, çıkış noktasının dedi-kodusuyla birbirimizi kemirip duralım; onlar, kırk yıl gibi kısa bir zaman içinde Batıyla aralarındaki mesafeyi kapatarak, çoktan çağlarıyla hesaplaşabilecek seviyeye ulaştılar. Evet Japonya, ekonomik gücü, teşebbüs aktivitesi, dünyanın dört bir yanındaki itibarı ve aktif yatırım kapasitesi açısından bugün dev bir güç.. böyle üst üste yenilenmeleri gerçekleştiren ve milletine daha müreffeh gelecekler vâdeden Japonya, dünyadan alacağı şeyleri alırken de atacağı şeyleri atarken de dikkatli oldu ve hep millî kimliğine sadık kaldı. Sadık kaldı da, ne tarihini hafife aldı, ne geçmişine sövdü, ne de ruh ve mânâ köklerini inkâr etti. O hep, az gelişmiş bir ülke olarak, bulunduğu nokta ile hedeflediği zirve arasındaki uçurumları realistçe görüp değerlendirdi; tutarlı projeler üretti; geri kalmışlığın bütün problemlerini büyük ölçüde ahlâkî temellere dayalı bir toplum organizasyonuyla çözebileceğine inandı; imkânsızlıkların ve ihtiyaçların hasıl ettiği boşlukları da, millî gurur, âidiyet, azim, metotlu hareket ve mesâi tanzimiyle doldurup, hem kendi olarak kalmasını başardı hem de çağın harikalarıyla hatırlanan bir millet haline geldi.

Yakın tarihimiz itibarıyla bizim, medeniyeti kendi nimetleri, kendi ürünleri üzerine bina etme gayretlerimize karşılık, Japonya gibi ileri ülkeler her şeyi, medenî düşünce, medenî telâkki ve medenî davranışları esas alarak değerlendirdiler.. ve zannediyorum, bizdeki bir kısım gelişmeleri takdirle karşılasak da, âlemin başarıdan başarıya koşmasına mukabil, bizim dünyamızın yerinde saymasının asıl sebebi de işte bu çarpık anlayış olsa gerek. Evet biz, ekstra bir yolla, medeniyet nimetlerinin elde edilme ve paylaşılma yollarının kavgasını verirken, müterakkî milletler her şeyi, insana, ahlâka, eğitime, kültüre bina ederek, bizim takılıp kaldığımız her noktayı âdeta uçarak geçtiler ve bugünkü zirvelere ulaştılar.

Konuyu bir başka zaviyeden ele alacak olursak; bir medeniyetin bütün muhassalası ve verileri, o medeniyetin ta kendisidir. Unutulmamalıdır ki, medeniyet vak’asının en temel rüknü yetişmiş insan, en hayatî esası hür ve müstakil bir ülke, en kıymettar sermayesi de zamandır. Hemen bütün ileri ülkelerin bu dinamikleri çok iyi değerlendirdiğinde şüphe yok.. onlar, bu dinamikleri değerlendirmenin yanında, her zaman iyi bir iş bölümü yapmış, uzmanlığa saygılı olmuş, insana değer vermiş, başarıları ödüllendirmiş ve Allah’ın kendilerine bahşettiği ilk imkânları en iyi şekilde değerlendirmişlerdir. Aksine, mesâisini çok iyi tanzim edememiş, insanlar arasında ciddî bir iş bölümü yapamamış, yeraltı, yerüstü zenginliklerinin şifresini çözememiş, insanın gerçek değerini kavrayamamış ve zamanı sıkıştıra sıkıştıra değerlendirememiş toplumlarda ise, bu kıymetler üstü kıymet ifade eden dinamikler tıpkı kadrini bilmeyen bir satıcının eline düşmüş kıymetsiz zannedilen herhangi bir nesneden farkı yoktur.

Bugün, kendi medeniyetlerinin akislerini tarihe ve haritalara aksettiren bütün milletler, böyle bir değerlendirme ve tanzim etme ameliyesi, böyle bir terkip ve tahlil kabiliyeti, böyle bir metafizik mülâhaza ve mistik coşkuyla tarihin sayfalarında altı çizili yazılar haline gelmiştir. Brahmanizmden Budizme, Yahudilikten Hıristiyanlığa, ondan da İslâm’a uzanan çizgide dünya kadar millet, iman, aşk, metafizik mülâhaza beşiğinde sallana sallana toprağa, insana ve zamana âdeta cennetlik değerler kazandırmışlardır.

Ayrıca İslâm’ın gelmiş-geçmiş dinî ve lâdinî bütün düşünce ve sistemlerden farklı pek çok yanının olduğu da bir gerçek.. bir kere İslâm’ın dışındaki hemen bütün sistemlerde bir yenilenme söz konusu olunca, hemen dinin, o hareketin merkezinden uzaklaştırılmasına gidilmiştir. Müslümanlıkta ise, tamamen bunun aksine, din hep hareketin merkezinde önemli bir misyon yüklenmiş ve gerçekleştirilen her hamle, mutlaka onun ruh ve mânâsıyla beslene beslene istikbal vâdedici bir kıvama gelebilmiştir.

Yıllar var ki insanımız, bir şeyler yapmaya her yeltenişinde, dinin ruhundan hep böyle bir kıvılcım bekleyip durdu. Bugün, böyle bir kıvılcımın uzaktan parlaması ya da değişik motiflerle örülmüş görülen rüyası bile birkaç yüz seneden beri çürümüş canların kıpırdanmasına yetip arttı. Hele bir de, şimdilerde önemsiz gibi görülen, fakat aslında önemli olan gayretlerin neticeleri görülebilse, zannediyorum ümitler yeni bir “ba’sü ba’del mevt”le gerilime geçecek, iradeler şahlanacak, gönüller imanla coşacak ve derken birkaç asırlık millî projeler bir bir gerçekleşecektir. Gerçekleşecektir ama, yolumuzu kesen bir kısım sun’î ve muvakkat güçlükler karşısında “pes” etmez, yerine getirme mecburiyetinde olduğumuz hizmetlerin dünyevî uhrevî karşılığını beklemez, sadece ve sadece Hak rızasını düşünebilirsek...

Bugünkü durumuyla dahi olsa demokrasi ve hürriyet telâkkisi, uyuyan bir milleti gafletin ipoteğinden kurtararak ona, medeniyete geçme duygu, düşünce ve imkanlarını hazırladı. Dış ve iç konjonktür muvacehesinde millet olarak şayet dengeleri aleyhimize bozmazsak, çok yakın bir gelecekte, kendi duygumuz, kendi düşüncemiz, kendi hayat felsefemiz, kendi medeniyetimiz ve kendi kültürümüz diyebileceğiz...
 
 

ALINTI