๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 17:54:22



Konu Başlığı: Kar her mevsimde güzel yağar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 17:54:22

Kar her mevsimde güzel yağar

Herkes ölümü kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor gibi geldi bana. Fakat ben bunu bir türlü beceremedim. Bütün sevdiklerimle birlikte bu sayılan insanların yanı sıra, ben de bu dünyadan gidecektim. Bu düşünce kalbime müthiş bir ızdırap verdi. 
 




GÜNLERDİR KAFAMI meşgul eden, bir türlü dile getiremediğim veya bilip de söyleyemediğim birşeyler saklıydı içimde. Hissediyor, fakat nedense itiraf edemiyordum. Belki de itiraf etmek işime gelmiyordu. Galiba bu yüzden, evin kapısını içimde garip bir burukluk, zihnimde türlü türlü düşüncelerle açtım. Arkadaşlar sofranın başına oturmuş, yemek yiyorlardı. Daha yemeğe henüz başlamıştım ki, bir zamanlar öğretmeni olduğum bir arkadaş, “Ne o, yaşlanıyorsun galiba, saçlarında beyazlıklar görüyorum” diyerek uzun zamandır gizlemeye çalıştığım bir hakikatı bana hatırlattı. Doğrusu bu ya, saçımdaki beyaz tellerin varlığından uzun zamandır haberdardım. Fakat onu yaşlılık alâmeti olarak idrak etmek oldukça zor geliyordu. Her ne kadar yaşlandığımı fark etmiş olsam da, onu başkalarından gizlemeye çalışıyor ve böylece kendimi avutuyordum.

Daha bir sene öncesine kadar, soranlara yaşımı söylediğimde “Hiç de göstermiyorsun. Ben seni daha genç zannediyordum” diye hayret ederlerdi. Hatta öğrencilerim “Hocam, tıpkı liseyi yeni bitirmiş gibisiniz. Bizlerden pek farklı görünmüyorsunuz. Sizi gören öğrenci sanıyor” derlerdi. Ben de onlara “Zaten ben de öğrenciyim” der, yaşlılığımı görmezlikten gelirdim. “Oldukça genç gösteriyorsunuz” gibisinden sözler, tatlı bir teselli verirdi bana. Şimdiyse üst üste gelen ikazlarla yaşlılığımın dış görünüşüme de aksetmesi ağır gelmeye başladı. Her ne kadar pek yaşlı sayılmasam da, yaşlanıyor olmak beni rahatsız ediyordu. Hele geçenlerde bir çocuğun “Amca, amca! diye hitap etmesi canımı ne kadar da sıkmıştı.

O an, aklıma, bir zamanlar garipsediğim bir yaşlı kadın geldi. Bir bey otobüste oturan bir çocuğa “Evladım, sen gençsin, kalk da şu yaşlı bayan otursun biraz” dediğinde, yaşlı kadının gösterdiği tavır bir türlü aklımdan çıkmıyor. Kızgınca, “Nereden de yaşlı oluyormuşum? Ben ayakta durabilecek kadar gencim. Kaba adam, ne olacak?” diyen kadın, belki de ellisini aşmıştı. Fakat yine de yaşlılığını kabul edemiyordu. Hatırlatılmasından da oldukça rahatsız oluyordu anlaşılan. Genç olduğuna kendi kendini de inandırmış olmalıydı ki, yüzündeki boyalar bunun güzel bir deliliydi. Gençliğinin ve güzelliğinin gidişini böylece örteceğini sanıyor olmalıydı —şimdilerde benim yaptığım gibi.

Yemekten sonra müsaade isteyip odama çekildim. Yalnız kalmak ve geçmişin kısa bir muhasebesini yapmak istiyordum. Odaya girer girmez ilk işim aynanın karşısına geçip saç düşen bir-iki beyaz tele bakmak oldu. Dile kolay, çeyrek asırlık bir ömür geçmişti. Nice arzularım, nice isteklerimle birlikte, koca bir çeyrek asır bitmişti. Gençliğimin en şatafatlı yılları bitmiş; yaşlılığa doğru ilk adımı atmaya başlamıştım. Demek yaşlanıyordum! Nasıl geçmişti bunca yıl? Ne kadar da kısa yaşamıştım!

İçimde garip bir burukluk, masanın başına oturdum ve günlüğüme uzandım. Geçmişi yeniden yaşamak ve yaşlılığı unutmak istercesine, sayfaları öylesine çevirdim. Okumaya başladım.

“...Etrafımda podyuma çıkmış ve beyaz rengin her türlü tonundan dikilmiş çeşit çeşit elbiselerle gözlerimi büyüleyen ağaçların güzelliklerini seyrediyordum. Gözlerimin önünde uçsuz bucaksız uzanan bembeyaz karları görünce çocukluğum ve çocukluk düşlerim aklıma geldi. Bulutlara bakıp tâ yukarılara tırmanmak, bulutların içine atlayıp o bembeyaz yumuşaklığına doyasıya dokunmak, onun sonsuz hafifliğiyle sarmaş-dolaş olmak isterdim hep. Hele denizaltı misali bulutların arasından kayıp giden ayı gördüğümde... Ayın üzerine oturmak, ayın ışığıyla aydınlanan dev bulut dalgalarında yüzmek, ve bulutların arasından yer yer göz kırpan yıldızları toplayıp cebime doldurmak isterdim sık sık.

Şimdi ise o bembeyaz bulutlar yere inmişti ve üzerine yıldızlar yağıyordu. İçimden bir ses, “İşte dileğin kabul oldu. Allah senin için yere indirdi bulutları. Hadi atla” diyerek seslendi. Bir an tereddüt ettim. O beyaz güzelliğe basmaktan, nedense korktum. Fakat çocukluk tutkusu ağır basmış olmalı ki, kendimi karların içine bırakıverdim. Dönüp dolanmaya, o bembeyaz yumuşaklığı yüzüme-gözüme sürmeye, gökten düşen yıldız misali kar tanelerini ellerimle yakalamaya çalıştım. Fakat elime değen her kar çok az kalıyor ve hemen eriyip gidiyordu. Bir türlü yakalayamıyordum. Sonunda yoruldum ve sırtüstü karlara uzandım. Aklıma yine kendi çocukluğum ve şimdiki çocuklar geldi. Bitmez-tükenmez isteklerle dolu; o senin bu benim koşturup durdum hep. Yaşlılıktan habersiz. Sorumluluktan, dertten, endişeden uzak bir hayat.

“Zavallı çocuklar” dedim. Hiçbir şeyden habersiz, nasıl da koşuşturup duruyorlar. Ne kadar da mutlular. Halbuki gelecekte onları ne zorluklar, ne sıkıntılar, ne ıztıraplar bekliyor. Bu düşünceler bana oldukça ıztırap verdi. Bir teselli bulurum ümidiyle, doğrulup uçsuz-bucaksız uzanan beyazlığa baktım tekrar. Her yer bembeyazdı. Kar beyazı baharın bütün renklerini avucuna alıp yutmuştu. Bütün renklerin kaynağını âdeta her yana fısıldıyordu. Üzerlerinde parlayan güneş ışığı bana her rengin tek bir renkten çıktığını söylüyordu. Kar âdeta renklere sahip çıkan toprağa her rengin gerçek sahibini ikaz ediyordu. Tekliğin simgesiydi kar. Bütün renklerin tek bir renkten kaynaklandığının simgesiydi. Bütün isteklerin kaynağının tek olduğunu ikaz ediyordu. O renk senin, bu renk benim dercesine ona buna sahip çıkan ve herşeyi isteyen ruhuma, “Ona buna müracaat edip yorulma. Herkese ve herşeye minnet edip zillet çekme. Herşeyin ve her isteğinin sahibi tektir. Her istediğini ondan isteyebilir, her arzunu onunla giderebilirsin” diye müjdeler yağdırıyordu.

Çocukların ümitsiz haline yanan kalbime, çocukken her arzumu yerine getiren ve gelecekte de her arzuma cevap verebilecek olan sonsuz kudret ve merhamet sahibi Yaratıcımın tesellisiydi kar...

İçimde bir ferahlama hissettim şimdi. Ve tekrar çevirdim sayfaları:

“Mezarlıklar arasında dolaşırken, gözüme bir mezar taşı ilişti. Acı kaybımız, hayatının baharında gençliğine doyamadan gitti F.Ş.’miz. Seni ebediyen unutmayacağız” sözleri, beni derin bir düşünceye sevketti.

Sahi gençliğine doyan kimse var mıydı dünyada? Geçip giden gençliğime bakıyorum da, bir türlü doydum diyemiyorum. Gençliğime doymadan, hemencecik yaşlanıvermiştim. Koskoca çeyrek asırlık ömrü yaşadığımın bile farkında değildim. Bazan sorarım kendime; bunca yılı ben mi yaşadım diye. Hani etrafımda da, gençliğine doyan veyahut doyup giden bir babayiğide de henüz rastlamadım. Bütün yaşlılar gençliklerini ve gençlik günlerini özlediklerine göre... Gençlik yıllarının anısıyla yaşadıklarına göre... Acaba gençliklerine doymamışlar mıydı? Eğer doymuş olsalardı, neden gençliklerine özlem duyuyorlardı ki? Neden o günleri yeniden yaşamayı istiyorlardı? Demek ki gençliklerine doyamamışlardı. Demek gençliğe doyulmuyordu. Zira gençliğe doyum olmazdı. Sonsuz isteklerle dolu, her isteğinde sonsuzluğu çağıran bir kalb, sınırlı ve geçici olana hiç doyar mıydı?”

Bu satırları okuduğumda, şu anki halimi düşündüm ve içimde bir sıkıntı hissettim. “Sanki ne diye okumuştum ki burayı? Zamanı mıydı şimdi?” diyerek, bir teselli ümidiyle, tekrar çevirdim sayfaları.

“Bu sabah normalden biraz daha erken kalktım. Namazımı kıldıktan sonra kendimi ferahlamış hissettim. Güzel bir bahar sabahında, bahar içime doğmuş gibiydi. Bu coşkunlukla baharı yaşamak istercesine dışarıya çıktım. Dışarıda gözüme ilk çarpan, henüz doğmamış fakat doğmak üzere olan güneşin, bulutlarda mor-kırmızı renklerle boyadığı nefis manzara oldu. Manzara karlarla kaplı dağların arasında yeni doğan güne hazırlanan hayalî bir şehrin görüntüsü gibiydi. Öyle bir şehir ki, her dakika güneşin renkleriyle değişiyor, gökte tablo içinde tablolar yaratılıyordu. Kâinatın ressamı, tâ uzaklarda, dünyanın doğusunda hayallerin bile zor ulaşabileceği bir dünyanın modelini çiziyor gibiydi. Bir an gökyüzündeki hayalî şehrin beyazlıkları üzerinde, güneşin boyasıyla boyanan mor-kırmızı renklerle örtülü görüntü karşısında hayretimi saklayamayıp, “Göğe karlar yağmış sanki. Nurdan karlar boşanmış semânın yüzüne. Cennetin bir parçası sanki bu; topla” demekten kendimi alamadım.

Güne başından başlamanın huzuruyla, doğu kapısından, içine girdim mezarlığın. Güneş henüz tepelerin başında görülmemişti. Birden her yanı yoğun bir kuş cıvıltısı sardı. Güneş doğmadan evvel, her dalda tek-tük öten kuşlar güneşin doğmasıyla birlikte topluca ötmeye başladılar. Güneşin doğuşunu müjdeliyorlardı âdeta. Sûr’a üflenmişti sanki. Ağaçların gölgesinde mezarlar üstünde yatan çiçekler ortaya çıkmaya başladı birden. Her taraf mahşerde dirilişi andırıyordu. Yoktan ve aniden, etrafımda, daha önce hiç görmediğim cinsten, çeşit çeşit çiçekler belirdi. Yokluktan varlığa, uykudan uyanışa çıkar gibiydiler. Fosforlu renklerinin cazibesiyle gözümü alan gelinciklerin tam ortasında bulunan siyah yıldızla birlikte sunduğu muhteşem tablo karşısında hayretimden “Hayır, toprak bunu yapamaz; bunu yapan bütün muhteşemliğiyle birlikte çevremdekileri ve herşeyi yapandan başkası olamaz” diye haykırmak istedi kalbim. Allahuekber kelimesi, kalbimin tercümanı oldu.

Yeşilliklerle, çiçeklerle ve türlü türlü güzelliklerle dolu olan çevremde sanki bir bayram havası yaşanıyordu. Bahar bütün güzelliğiyle kendini hissettirmeye başlamıştı. Etrafımda ve uzaklarda gördüğüm erik ve şeftali türü ağaçların üzerlerindeki beyaz ve pembemsi çiçeklerle birlikte, yerde biten papatyalarla kar yağmış gibiydi her yana. Evet, baharda da kar yağdırıyordu Rabbim. Ağaçların üzeri rengârenk karlarla kaplıydı sanki. Yerlerde de bembeyaz papatyalar doluydu. Baharın karı yerden yağıyordu. Düzen tersine dönmüştü şimdi. Kışın gökten karlara binip yere inen bulutlar, toprağın süzgecinden süzülüp tohumlara dokunmuş ve rahmet müjdesini alan her bir tohum yukarı doğru yağmaya başlamıştı. Ağaçlara ve yerlere doğru. Kışın herşeyi tek bir renge boyayan kudret herşeyin yaratıcısının tek olduğunu fısıldarken, baharda toprak prizmasından geçen renklerle sonsuz rahmeti müjdeliyordu kalblere. Sonsuzluğu ve sonsuzu arzulayan kalbime nurlar serpiyordu sanki. Sonsuz rahmetle teselli ediyordu beni. Gençliğimi türlü lezzetlerle donatan Yaratıcımın sonsuz rahmeti olduğunu söylüyordu bana. Onun sonsuz isteklere cevap verebilecek güçte olduğunu haykırıyordu herşey.

Ve, sayfaları tekrar çevirdim:

Bugün yine Karacaahmet’te dolaşıyordum. Bir zamanlar baharın başında ağaçları süsleyen o rengâ-renk çiçekler şimdi yerlere yağmış karları anımsatıyordu. Baharı bütün canlılığıyla üzerinde taşıyan o güzelim yıldızcıkların şimdilerde ayaklar altında çiğneniyor olması içimi sızlattı ve beni maziye taşıdı. Gözlerimin önünde seneler öncesi; babamın köydeki evin büyük balkonunda eski bir masanın üzerine konmuş olan tabutu canlandı bir an. Ben evin elli metre kadar ilerisinde bir akasya ağacına yaslanmış halde, ayaklarımla akasyanın çürümeye yüz tutmuş çiçeğini ayağımla eziyordum. Evden ablamın kulaklar çınlatan haykırışı geliyordu. Etrafımdan ise insanların “Vah zavallı. Hayatının en verimli ânında gitti. Tam her işini yoluna koyup yeni evine de oturmuşken...” gibisinden sözleri bana müthiş bir sıkıntı ve ıztırap veriyordu. Fakat nedense içimden ağlamak gelmiyordu. En ufak bir durumda gözlerinden yaşlar boşanan ben, en çok sevdiğim kişinin ölümünde tek bir gözyaşı dahi dökmemiştim. Onun ölümünü kabul edemiyordum çünkü. Yok olup gitmiş olmasını, yılanlara, çiyanlara yem olmasını kabul edemiyordum bir türlü. Hayır. Yok olmamıştı. Bir uykuya dalmıştı sadece. Yakında kalkacak, “Ben ölmedim, işte yanınızdayım. Gel oğlum sarıl bana” diye seslenecek diye bekliyordum hâlâ. O hadiseden aylar sonra da, şimdi de o his hiç geçmedi. Bütün bunlar bir rüyaydı. Bir gün gelecek, uyanacağız ve tekrar kavuşacağız diye ümit ederdim hep.

Hayalim maziden tekrar hale döndüğünde, ümitle başımı kaldırdım. Gözlerim çiçeklerin düştüğü yere ilişti. Ufacık bir tomurcuk bana gülümsüyordu sanki. Bir müjdeydi tomurcuk; sevdiklerimin yok olmadığını fısıldayan bir müjde idi. Evet, çiçekler gitmişler, fakat daha güzel bir sûrete bürünüp gelmişlerdi. Bir an gözlerimin önünde manavlarda, ağaçlarda dal dal, salkım salkım asılan meyveler canlandı. Renkler ve çiçekler şimdi ayrı ayrı tadlara bürünmüş, meyve olup duygularıma yağıyorlardı. Tadıyla, görüntüsüyle, kokusuyla ve paketleriyle duygularıma postalanmış birer mektuptu her bir meyve. Tüm sevdiklerimi bana geri verebilecek birinin olduğunu ve bütün bunların Onun bana bir armağanı olduğunu söylüyorlardı her biri.

O tomurcuk, “Yok mu sevdiklerimi bana geri verecek olan?” diye haykıran kalbime, “Var. Öyle biri var ki, onları çok daha güzel bir halde tekrar geri verecek biri. Tüm isteklerini ondan isteyebilirsin” diyen hoş bir teselli oldu benim için.

Okuduğum bu satırlar, benim için gerçekten teselli vesilesi oluyordu. Şimdi yaşlılığı sevmeye başlamıştım. Ve, tekrar çevirdim sayfaları:

“Âdet gereği, ölü evine yeni birinin gelmesiyle ağlayışlar, inleyişler ve isyan kokan yakarışlardan sonra tekrar sükut. Ev yeniden ölüm sessizliğine büründü. Bu sessizliği bozan ise evde bulunan birkaç küçük çocuğun hiçbir şey olmamış gibi rahatça oynamalarıydı. İçimden “Keşke onlar gibi çocuk olsaydım” diye geçti.

Derken ailenin büyükleri konuşmaya başladılar. Konuşmalarında ölümü unutmak gibi bir çaba görüyordum. Fakat nedense söz dönüp dolaşıp hep ölüme geliyordu. Ölülerden bahsetmeye başladılar bu kez. Genç yaşta ölen amcamdan, dedemden, babamdan ve sülalenin tüm ölenlerinden bahsedildi. Tek tek. Hani şu Mehmet Dede bayağı da yaşamıştı. Hele Mecit Dede! Yüzünü aşmıştı koca adam. Konuşmalar bu meyanda sürüp gidiyordu. Herkes ölümü kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor gibi geldi bana. Fakat ben bunu bir türlü beceremedim. Bütün sevdiklerimle birlikte bu sayılan insanların yanı sıra, ben de bu dünyadan gidecektim. Bu düşünce kalbime müthiş bir ızdırap verdi. Kalbim ve ruhum derin bir yara alıp içimde isyan ediyorlardı.

Onların yanlarından ayrılıp halamın yanına gittim. Babaannemin nasıl öldüğünü sordum ona. Zira halamın evinde ölmüştü zavallıcık. Halam gözyaşlarını tutamayarak, bir yandan ağlıyor, bir yandan da anlatıyordu. Babaannem sabah erkenden kalkmış ve ısrarla şofbeni yakmasını söylemiş halama. Halam “Sanki gideceğini biliyordu anacağım” diye inledi ve devam etti. Güzelce banyosunu yaptıktan sonra sabah namazını kılmış ve halama sen yat diyerek, yatağa oturmuş. Birazdan bir ses işitip geri döndüğünde babaannem koltukta ölü olarak bulunmuş v.s.

Babaannemin bu tarzda ölümü bana çok enteresan geldi. Sanki ölümünü biliyormuş gibi hazırlanmış olması ve ölümden korkmaması beni düşündürdü. Dualarında sık sık “Allah'ım, kimseye muhtaç olmadan, yatağa düşmeden al canımı. Beni çocuklarıma kavuştur. Beni yanına al” diye yalvarırdı hep. Demek ki, duası kabul olmuştu. Kolay değildi doğrusu. Kocasız olarak on çocuk büyütmek ve birkaçını sağlığında yitirmek. Ve yaşlılığında çocuklarının onu devamlı kalmak üzere evlerine kabul etmemeleri. Tüm bunlar onu bu dünyada bir yolcu gibi yaşatmıştı. Daima gidişini bekler gibi bir hali vardı. Herkes gibi o da ölümü istemezdi, fakat ölümden de korkmazdı. Bilirdi nereye gideceğini. Çoğunluğu kabrin öbür tarafında olan sevdiklerine kavuşacağını bilirdi. Sürekli salavat getirdiği sevgili peygamberine kavuşmayı umardı. Cenneti ve Rabbini arzu ederdi ki, ölmeden önce sanki davet almışçasına temizlenip yıkanmış ve vaktini beklemişti. Yılanlara ve çiyanlara yem olmak için kimse hazırlanıp temizlenmezdi herhalde. Onca sıkıntıları geride bırakıp elemsiz ve ıztırapsız bir saadete gidiyordu şimdi. İmanlı ölmenin huzuruyla cennete koşuyordu sanki.

Ertesi gün babaannemizi gömdüğümüzde bunları düşündüm. Derin yaralanan kalbim ve ruhum teneffüs edip rahatladılar bir an.

Evet, bahardan bir yaprak daha düşmüştü kar misali. Yazın bütün sıcaklığını ve ısısını üzerinde toplamış parlak bir kar misali toprağa düşüp, toprağı yeniden alevlendirmişti. Yeni yağacak karlar için buharlaştırmıştı, toprağın suyunu. Vazifesini bitirip toprağa sarılmıştı. Topraktan gelip, toprağa dönmüştü. Baharın bu düşen yaprağı, Ondan gelip Ona gidişi fısıldıyordu bana. Bütün kâinatla birlikte beni ve isteklerimi veren ve onları bu dünya imtihanına atan Yaratıcıya yeniden dönüş idi ölüm. Vazifemizin bitişini ve yeni vazifedarların gelişini söylüyordu. Tıpkı çocukluğumun gidişiyle gençliğimin gelmesi gibi, dünyanın gidişiyle âhiretin gelişinin müjdesi idi ölüm.

Günlüğümü kapatarak tekrar dışarı çıktım. Kar yağıyordu. Ne kadar da güzel dedim içimden. Evet, kar her mevsim güzel yağıyordu. Artık yaşlanmak hüzün vermiyordu zira. Yılın her mevsimi güzel olduğu gibi, insanın da her dönemi imanla ve âhiretin varlığıyla güzelleşiyordu. Madem ki Allah var, o halde herşey var. Madem ki o güzel yaratıyor, o halde gençlik kadar yaşlılık da güzel, ölüm de...


Abdurresid sahin