๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 08 Aralık 2010, 17:11:51



Konu Başlığı: Kalkınmanın temel esprisi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 08 Aralık 2010, 17:11:51
KALKINMANIN TEMEL ESPRİSİ


Şüphesiz herhangi bir toplumun yükselişini veya çöküşünü belirleyen, söz konusu toplumun dinamiklerini oluşturan temel; dünya görüşüdür. Şayet dünya görüşü somut, yüce değerler ise, o hadaret söz konusu topluma kalkınmanın yollarını açarak gelişmesini sağlayacaktır. Şayet toplumun dünya görüşü düzeysiz, düşük ise toplum hiçbir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi tanımayacak, tatmayacaktır.

Nitekim insanoğlunun eğilimlerini, yaşam profillerini ve diğerleri ile ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde hadaret; hayat hakkındaki mefhumların bütünüdür. Örneğin batı hadaretini meydana getiren, Batılı anlamda yaşamı yorumlayan değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslâm hadareti de; İslâm’ın yaşamı yorumlayan değerleridir şüphesiz.

Toplum ve halkları kalkınmışlık düzeyine getiren, söz konusu toplumun hayat hakkındaki düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler, o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum, taşıdığı düşüncesinin yüceliği, tutarlılığı ile yücelir. Düşüncesinin düşüklüğü, tutarsızlığı ile de inişe geçer veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun sahip olduğu dünya görüşü; o toplumun zihniyetini oluşturan, kendi içinde ve dışındaki diğer toplumlarla olan ilişkilerini belli normlara göre düzenleyen ve problemlerini sistematize eden düşünce yapısıdır. Böylelikle o düşünce yapısı ölçeğinde bir hadaretin yükselişi veya inişi söz konusudur. O halde, yüce olan veya diğer ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?

Yüksek fikir nedir? Düşük fikir nedir?

Şüphesiz yüksek düşünce; insana, eğilimlerine yaşamının her aşamasına yönelik bir görüşü, karşılaştığı tüm olaylarda kendisine bir tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir parçasını gözardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik birbiri ile içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda tutarlı bir yaşam biçimini, belirli bir eğilim modelini ve çok açık bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen tutarlı, bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği çözümlerde bir tutarsızlık, temel prensiplerinde bir çelişki söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce yapısı kendisini benimseyen ve sistemini uygulamaya koyduğu beşer toplumu adım adım kalkınmaya doğru sürekli gelişerek yol alan güçlü, tutarlı bir toplum haline dönüştürür.

Ancak problem, söz konusu nitelikleri barındıran ve öylesine bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan yüksek düşünceyi elde etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi bir düşünceye nasıl ulaşabilecekler?

Kuşkusuz hissedilir vakıa ve tarih -aydın bir bakışa gereksinim duymadan- böylesi bir düşüncenin ancak belirli bir fikri kaidenin varlığı ile varolabileceğini gözler önüne sermiştir. Her bir binanın temele ihtiyacı olduğu gibi, bir düşünce yapısının da bir temel düşünceye ihtiyacı vardır. İşte bu, ancak evren, hayat ve insana ilişkin geldiği ve varacağı yeri gösteren ve daha sonra da yaşamının boyutları ve hayattaki gayesinin ne olduğunu tanıtan akli bir akide olması ile fikri kaide niteliğini kazanabilecektir. İşte bu akide üzerine söz konusu düşünce yapısının bina edilebileceği bir zemin oluşmuş demektir. Yine, bir toplum içerisindeki insanlar arası ilişkilerde baskın olan duygu, sahip oldukları düşünce tarzının uyumluluğunu sağlamasının yanında onların davranışlarını idare edecek bir siyasi akidenin olması da o temel düşüncenin özeliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile beraber toplum, kendine has bir hadaret ve konum kazanmış olur. O toplumun akidesi, fikri kaide olarak benimsediği ve kalkınma yolunda gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur. İşte ideoloji diye tanımlanan budur.

İdeoloji; kendisinden sistemin türediği akli bir akidedir. Ortaçağ Avrupa’sı toplumunun arayış içerisinde olduğu da buydu. Yani ortaçağ toplumları kendilerini kalkındıracak bir temel düşünceye sahip değillerdi. Avrupa toplumunun bir dininin ve akidesinin (Hıristiyanlık) olduğu doğrudur. Ancak Hıristiyanlık düşüncesi siyasi bir akide olmayıp din adamları ve papazlarından aldıkları salt vicdana dönük, vicdana ait bir inanç biçimi idi. Uygarlık Hikayesi; Will Durant Dahası Hıristiyanlık düşüncesi, ortaçağ skolastik inancı; bir toplumda kalkınma ve gelişmişliği sağlayacak bir özelliğe sahip olmadığı gibi, bu akideden devlet, toplum ve hayatı karakterize edecek sistem de çıkmamaktadır. Aksine sadece bireyin yaratıcı ile olan ilişkisini belirleyen ve bir takım insani, ahlakî ve manevi değerlerin oluşturduğu salt ruhani bir akidedir. Nitekim, ne kadar İncil sayfalarını çevirirsek çevirelim, ne yönetimle, ne ekonomi ile ne de ceza hukuku v.b. ile ilgili yasal düzenlemelerle karşılaşmayız. Her ne kadar din adamları ve krallar, din ve ilahi yetki adına hükmetmiş olsalar da bu, onların insanların idaresinde dine -İncil’e- dayandıkları anlamına gelmiyor. Aksine kendilerinden menkul ve hiçbir şekilde Hıristiyanlıkla ilişiği olmayan kanun ve -feodal diye tanımlanan- en ağır sistemleri uyguladılar. Durant, feodal sistemden bahsederken diyor ki; "Feodalist yönetim sisteminde gelenek ve yasalar işlevleri açısından aynılık arz ediyordu. Nitekim yargıçlar ve medeni hukukun yürütülmesi, ile yükümlü olanlar genelde cahil bilinçsiz kişilerdi. Cezâi ve hukuki bir problem doğduğunda, gençlik döneminde benzeri bir problemle karşılaşmış olan toplumun yaşça en büyüğüne danışılırdı. İşte bundan dolayı toplum bizzat kendisi kanunun ana kaynağı olmuştu." Uygarlık Hikayesi; Will Durant

Kısaca, ortaçağ dönemi Avrupa’sının tanık olduğu çöküntünün gerçekte kaynağı, o dönemde, Avrupa’da egemen olan düzeysiz kültürdür elbette.

Orta çağda Avrupa insanının durumu ne idiyse, cahiliye dönemi Araplarının durumu da aynıydı. Aralarındaki ilişkileri sistematize ederek toplumunun dayanaklarını kuvvetlendirecek olan siyasi akli akideden yoksundular. Aksine geleneksel taklidi bir akideye sahiptiler. Tabii ki bu, onların düşüncelerine ve toplumsal aktivitelerine temel oluşturabilecek nitelikte değildi. Dolayısı ile o toplum düzeysiz bir toplumdu. Öyle ki, kabile ve aşiretlerin birbirinden nefret ettiği sadece ve sadece asabiyet uğruna savaşların hiç ardı arkası kesilmediği savaşçı toplumlar haline getiren kabilecilik anlayışı egemendi. Bundan dolayı cahiliye toplumu olarak bilinmekteydi.

Ancak, Arap yarımadası toplumları olağanüstü çökmüşlüğüne rağmen ortaçağın başlarında inkılabi bir dönüşümle çöküşün o karanlıklarından bir anda kalkınmışlığın zirvesine yerleşmiş ve hatta yeni çağın girmesine değin asırlar boyu böyle süregelmiş iken, uzun yıllar, hatta yeni çağın girmesine değin Avrupa toplumlarına musallat olan çöküntü devam etmekteydi. Nitekim 15. asrın sonlarına doğru başlayan kalkınma hareketleri ta 18. asrın sonlarına doğru meyvelerini vermişti. Her ne olursa olsun biz burada, zaman açısından doğuş ve neticeleri süratle verme noktasında her iki hadaret arasındaki farklılıktan dikkatleri alarak başka bir soruyu yöneltmek istiyoruz.

Her iki toplumda da kalkınmaya etki eden ve çökmüşlük durumundan kalkınmışlık düzeyine taşıyan etkenler nelerdir?

Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, kalkınmanın felsefesinde düğümlenmektedir. Şüphesiz her iki toplumda da ideoloji mesabesinde siyasi akli bir akide varolmuş ve o toplumu adım adım ileriye götüren hadaret, kapsamlı bir ideoloji üzerine bina edilmiştir.

Arap yarımadasında bir ideoloji olarak boy gösteren İslâm dini; insan, hayat ve evren ve bunların yaşam öncesi ve sonrası ve yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile olan ilişkileri hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli bir akide üzerine bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için yaşamında en uygun sistemler çıkmış, bu sistemler inanç boyutunda belirttikleri ve ibadet (namaz, oruç, haç v.b.) boyutu ile yükümlü tuttukları ile insan ve yaratıcısı arasını, yiyecek, giyecek ve ahlakî bağlamında belirlediği kuralları ile de bireyin kendi nefsi ile olan ilişkisini, devlet ve topluma ilişkin getirdiği sistemleri ile de diğer insanlarla olan ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur. Bu akideden, Hilâfet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi, devletin mali kaynakları, harcama ve dağıtım normlarını belirleyen ekonomi sistemi, yine kadın erkek ilişkilerini belirleyen ve ailevi sorunlara çözümler sunan içtimai sistemi ve ceza hukuku gibi sistemleri çıkmıştır. İşte bu akide; LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RASULULLAH akidesidir. İslâm akidesinden söz konusu sitemlerin çıkışı ise, bütünü ile Allah (cc)’dan elçisi Muhammed (sav)'e vahiy olarak inen Kur’an ve Sünnet’ten istinbat edilerek ortaya konmuştur.

İşte bu akide, köklü İslâm hadaretinin üzerine bina edildiği fikri kaide olmuştur. Böylece Arap yarımadasında gerçekleşen kalkınma büyük bir coğrafyayı kapsayacak tarzda, doğuda Çin’e batıda Atlas Okyanusu’na kadar tarihin bir benzerini daha kaydetmediği hızlı bir yayılma gerçekleştirmiştir. Durant, Hilâfet gölgesindeki İslâm coğrafyasını vasıflandırırken; “Şüphesiz halifeler insanlara çok büyük standartlarda çabalarının karşılığını temin etmiş ve yaşamlarını garanti altına almışlardır. Onların uzanmaları için tüm fırsatları önlerine getirmişler, kendi dönemlerinden sonra bir benzerine hiç de rastlanmayacak olan bolluk ve genişliği 6 asır boyu yaygınlaştırmışlardır. Hadaret düzleminde en tutarlı düzeyi beş asırdır batı Asya’ya kazandıran tekniğin felsefe edebiyat ve bilimin zirveyi yakalaması ilmin yaygınlaşması hep o dönemde (halifeler döneminde) onların çabaları ve desteği sayesinde olmuştur” diyor. Uygarlık Hikayesi; Will Durant

Ama Avrupa’da ise, bir tarafı din adamlarının diğer bir tarafı da krallar ve filozofların işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar ve kıyasıya mücadeleler yeni bir düşünceyi, dinin hayattan ayrılması anlamına gelen yada Laiklik diye tanımlanan temel düşünce üzerine kurulu Liberalizm görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce, modern batı hadaretinin üzerine bina edildiği, dayanağı ve de siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insanın dinine hiçbir kayıtlama getirmeyen, onu son derece özgür bırakan kapitalist sistem doğmuştur. İşte Batının günümüze değin kalkınmışlığını sağlayan ve bu çerçevede toplumları asimile etme ve entegre etme politikasını dayandırdığı temel dünya görüşü (ideolojisi) budur.

İşte kalkınmanın gerçek tanımı budur. O, toplumun hadaretinin dayanağı, sistemlerinin çıktığı temeli ve toplumun düşüncelerinin kaidesi olmaya namzet akli siyasi bir akidede temsil edilen fikri gelişmişliktir. Kuşkusuz öz ifadesi ile; bir toplumda ideolojinin varlığı o toplumun kalkınmasının sebebidir.

DOĞRU KALKINMA VE YANLIŞ KALKINMA

Her ne kadar batı düşünürleri, tarihçiler ve filozofların birçoğu, kalkınma sebepleri ve analizi üzerinde araştırma yapıyor olsalar da, bizlerin, onları bu çerçevede izlemesi doğru olmayacaktır. Nitekim tarih bizlere birçok kalkınma modelleri sunmuştur. Birinin diğerinden farklı olduğunu göstermiştir. Şüphesiz her bir kalkınma düşüncesi bir diğerinden temelden ayrışmakta, öz itibari ile farklılık arz etmektedir. O halde insanın soyut olarak kalkınmayı incelemesi pek de yeterli olmayacaktır. Bilakis araştırılması gereken insanı huzura ve mutluluğa ulaştıran kalkınmadır. Diğer bir deyişle madem ki, kalkınmanın doğru ve yanlışlığı söz konusudur, o halde bu, insanoğlunun doğru olanı izlemesi gibi yükümlülüğünün olduğu anlamına geliyor.

Şayet ideoloji; akidesi ve sistemi ile kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın kaynağı da tartışmasız doğru ideolojidir. Doğru ideoloji ise; insan aklına kanaat getiren, insan fıtratına uygun ve kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibari ile hayat, evren ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı verecektir. İşte tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasının garantörü olan böylesi bir ideolojidir.

Ya yanlış akide üzerine bina edilmiş bir ideoloji!

Şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan bir ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım problemleri ve bunalımları bünyesinde barındıran konjonktür şartlarının bunalımlı sürecinden geçen toplumlarda bir tepki olarak doğduğundan çoğu kez uygulanabilirliği yoktur. Tıpkı Liberalizm düşüncesi gibi. Tabii ki toplumlar, akıllarına ters düştüğü ve fıtratları ile çeliştiğini anladıktan sonra söz konusu ideolojinin uygulanabilir olmadığını çok geçmeden fark edecekler ve yine geçmişte bir zaman diliminde kendilerinin yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek Komünist ideolojidir.

Bozukluğunun kronikliği dolayısı ile toplumunda 70 sene gibi kısa bir zaman dilimine sığamayan kalkınmayı sağlamıştır. Sebebi ise; “hiçbir ilah yoktur, hayat ise maddeden (materyalden) ibarettir" demesi ile tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan yaratıcının varlığını inkar ettiğinde insanın fıtratı ve aklı ile çatışması olmuştur. Çünkü insan fıtratı idareyi elinde bulunduran bir yaratıcıya ibadet etmeye eğilir. Bu kendisinde acizlik ve noksanlık ortaya çıktığında ve her şeyi tüm güzelliği ile yaratan hikmet sahibi bir yaratıcıyı gösteren işaretleri gözlemlediğinde insan aklı elbette, bu evrenin hayat ve insanın tümünün bir yaratıcı tarafından var edildiğine ikna olur ve onu benimser. Ayrıca bu Komünist akideden çok kaba (acımasız Sosyalist) sistem çıkmıştır. İnsanın tüm beceri ve fonksiyonlarını göz ardı eden Sosyalist düşünce, insanlığın ömrünün belirli bir kesitini işgal etmiştir.

Avrupa’da ortaçağ koşullarının ortaya çıkardığı Liberal Kapitalist ideoloji ise aynı şekilde yanlış bir ideolojidir. Çünkü akidesi, dinin hayattan ayrılması inancını temsil eden, ruhani hiçbir yönü olmayan bir düşüncedir. Kesin kes kanıksamasalar da insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığını itiraf etmelerine rağmen onu yaratıcısından ayırmış ve "kuşkusuz yaratıcı seni bu yerkürede yarattı, sonra da istediğin gibi işlerini idare etmen üzere seni serbest bıraktı" demiştir. Behcetü’l Mağfire;ikinci bölüm Böylelikle de kendisinin aciz ve sınırlı olduğunu gören, işlerini ve yaşamının tüm yönlerini idare edecek bir yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile çelişmiştir.

Eğer söz konusu akide -ki ideolojinin dayandığı temel düşüncedir- bozuk, yanlış ise o akideden çıkacak olan sistemlerin yanlış, üzerine bina edilen hadaretinin çarpık olması da gayet doğal bir sonuçtur.

İSLAM ise, insan fıtratına uygun, akla kanaat verici bir ideolojidir. Bu da, Allah-u Teala’nın elçisi Muhammed (sav)'e vahyettiği akidenin, insan, hayat ve evrenin tümü ile Allah’ın yaratığı olduğunu vurgulaması ile insan, hayat, evren ve bu dünya hayatının öncesi -Allah- ve sonrası -kıyamet günü- ile ilgili kapsamlı ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve İslâm, insanın yaratıcısı ile olan ilişkisini, onun buyruklarına bağlı kalması, yasaklarından ise kaçınması ve yaşamını Muhammed (sav)'e indirdiği sistem paralelinde sürdürmesi gibi bir yükümlülükle açıklamıştır. Eğer onun emirlerine bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek, şayet emirlerine karşı aksi yöne yönelir isyan ve taşkınlık ederse cehennem ile ürküterek insanın daha yeryüzünde yaşarken kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur. Yüce Rabbimiz bizlere insanoğlunun yeryüzüne indiği andan hesap gününe değin geçirdiği serüveni şu şekilde anlatıyor:

“Oradan hep beraber inin. Eğer benden size bir yol gösteren gelirse bilin ki, benim yol göstericime tabi olanlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar, dedik. Küfredip ayetlerimizi yalanlayanlar (yok mu?) Onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara 38-39)

Böylelikle İslâm akidesi Kur’an’ın; “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim 10) şeklinde hitap ettiği; insan aklına kanaat getirici, idare edici bir yaratıcıya ibadete kendisini içten içe çeken fıtratına da uygun bir akidedir. Kuran-ı Kerim bunu;

“O halde yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki, O, insanları onun üzerine yaratmıştır. (O da İslâm’dır) Allah’ın yaratılışını değiştirmek olur şey değildir. İşte doğru din budur. Lâkin insanlardan çoğu bilmezler.” (Rum 30) sözleri ile ifade etmiştir.

İşte böylece bu akide ruhi yönü olan bir akidedir aynı zamanda. O halde İslâm’da madde ve ruh veya ruhaniyet arasında bir çatışma söz konusu değildir. Eğer ruh; yüce Allah’la olan ilişkinin idraki ise, kuşkusuz İslâm; insanın tüm aktivitelerini Allah’ın emir ve yasakları ölçeğinde düzenlemesini vurguladığında madde ile ruhun ilişiğini kurmuştur. O, tüm eğilimlerinde Allah'la ilişkisinin bilincinde olacak, hem dünyanın imârını hem de Allah’ın rızasını bir arada toplayacaktır. Bunun yanında bu akideden devlet toplum ve yaşama ilişkin sistemlerin çıkması ile de bu akide aynı zamanda siyasi bir akidedir.

Böylece tarihsel süreç içerisinde yer alan kalkınma fenomenini anlamış oluyoruz. Bu yaklaşım bizlere İslâmi kalkınmanın diğer tüm kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu gibi gerçekçi bir yorumu yapmamızı sağlayacaktır. Bu bağlamda İslâm hadareti ile Avrupa ortaçağ hadareti arasında bir mukayesenin yapılması yanlıştır. Çünkü herkesin kabullendiği gibi ortaçağ Avrupası dönemleri kalkınmışlık dönemleri değildi. Aksine bir çöküşün yaşandığı dönemler olmuştur. İslâmi kalkınma ile diğer kalkınma modelleri arasında bir karşılaştırma yapılacaksa bu, İslâm hadaretinin kalkınma modeli ile günümüz dünyasına hükmeden modern batı hadaretinin kalkınma modeli arasında yapılsın.


Ahmed El- KASAS