๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 29 Haziran 2010, 13:02:21



Konu Başlığı: Kalb ibresi'nden: Sıkıntıları karşılamada inanç ve edebimiz..
Gönderen: Sefil üzerinde 29 Haziran 2010, 13:02:21
KALB İBRESİ'nden: Sıkıntıları karşılamada inanç ve edebimiz..  
 
 
Denilebilir ki, dünyada sıkıntısız, üzüntüsüz, dolayısıyla imtihansız yaşayan insan yoktur.

Öyle olunca, kaçınılması imkânsız bu sıkıntı ve musibet imtihanlarını nasıl karşılamalı, nasıl bir inanç ve edep anlayışı içinde yorumlayarak hakkımızda hayra çevirmeli, yani imtihanı kazanmalıyız? Konuya ait Hocaefendi'in yeni kitabından (Kalb İbresi) fevkalade faydalı olduğu kadar da ikaz edici ölçüler arz etmek istiyorum bugün sizlere. Sözü daha fazla uzatmadan birlikte okuyoruz Kalb İbresi'ndeki sıkıntıları şuurla karşılama anlayışımızı.

***

Musibet karşısındaki temel disiplin, onun Cenab-ı Hakk'ın emirber bir neferi olduğunu düşünmek ve şikâyet ifade eden sözlerden kesinlikle kaçınmaktır. Hususiyle musibetin gelip çarptığı ilk anlarda sızlanmaların şikâyete dönüşmemesi için sükutu tercih etmek lazımdır. Resulü Ekrem Efendimiz'in (sas) "Sükutu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olan kurtulmuştur!" beyanı istikametinde, inanan bir insan, eşya ve hadiseleri ibret nazarlarıyla süzmeli, konuşmadan önce bir tefekkür etmeli ve dile geldiği zaman da hep hikmet incileri dile getirmelidir. Aslında hikmet, tefekkürün bağrında gelişir, tefekkür de sükut serasında olgunlaşır, dolayısıyla bir bela ve musibet isabet edince yapılması gereken, iradi olarak susmak, hadiselerin çehresindeki kaderi yazıları okumaya çalışmak, düşünmek, ondan mesajlar çıkarmak, sonra kulluk adabına uygun şekilde konuşmak, ama mutlaka sabırlı ve teslimiyetli davranmaktır.

Her insan hemen her an türlü türlü musibetlerle karşı karşıyadır. Bilhassa iman dairesinde iç içe ızdıraplar ve küme küme mahrumiyetler saklıdır... Zaten insanların ebedi nimetlerden nasipleri, Hak yolunda çektikleri meşakkat ve çile nispetinde olacaktır; ahiretteki mükâfatın büyüklüğü ölçüsünde burada bir kısım zorlukların yaşanması normaldir. "Belanın en şiddetlisi peygamberlere, sonra Hakk'ın makbulü velilere ve derecesine göre diğer mü'minlere gelir" hadis-i şerifi de bu hakikati hatırlamaktadır..

Aslında Allah Teala, her bela ve musibeti, neticesi itibarıyla mü'min kulları için bir rahmet vesilesi ve arınma vasıtası kılmıştır. Elverir ki insan, zahiren çirkin yüzlü hadiseler karşısında kadere taş atmasın ve Cenab-ı Hak'tan şikâyetçi olmasın..

Her türlü olumsuzluğu, ister sebepler açısından, isterse de Allah ile münasebetlerimiz zaviyesinden kendi hatalarımıza bağlamamız ve kendi kusurlarımıza vermemiz lazımdır. Zira, bu mülahaza kadere taş atmamıza mani olur, üslup itibariyle -haşa ve kella- Allah'a suç isnat etmemizin ve dışta suçlu aramamızın da önüne geçer. Her musibet karşısında bu duygu ve düşünceyi esas almamız bizi birer tedbir ve dikkat insanı haline getirir. Aksi halde

-hafizanallah- "Falan şunu yaptı, filan şöyle davrandı.." diyerek sürekli suçlu aramaktan kurtulamayız. Ya da "Biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?" demek suretiyle İlahi icraatı ve kaderi tenkit etme küstahlığına düşmekten kurtulamayız..

Aslında "Bizim suçumuz ne, biz ne yaptık ki?" demek, en büyük bir suçtur. İçinde yaşadığımız zaman ve şartlarda hemen her insan tepeden tırnağa bir kusur abidesi olmuş gibidir. Herkes başına taşların yağması için mevcudiyetinin dahi yeterli olduğunu düşünmelidir.

Evet, Hak karşısındaki konumunun farkında olan bir insan, gökten bir meteor gelip çarparak kendisini yerin dibine batırsa, o zaman bile "Öyle günahkârım ki, bilmem bu taş günahlarımın hangi birine kefaret oldu; hamd olsun ki, Cenab-ı Hak daha dünyadayken başıma taş yağdırdı da günahlarımın vebalini cehenneme bırakmadı.." demeli, bu edeb içinde kulluğunu sürdürmeli, bu örneği vermelidir."