๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 18 Kasım 2010, 15:45:00



Konu Başlığı: İslamı okumaya ve öğrenmeye nereden başlamalı?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Kasım 2010, 15:45:00
İslam’ı Okumaya Ve Öğrenmeye Nereden Başlamalı?


İslam’ı okumaya ve öğrenmeye yahut islam anlayışını oluşturumaya Kur’an’dan başlamak gerekir. Çünkü Allah’ın indirdiği, insanları sorumlu tuttuğu ve eğriliği olmayan kitap, Kur’an’dır. “Yolun doğrusunu Allah gösterir”(16 Nahl/9). “Hiçbir eğriliği bulunmayan Kitabı kuluna indiren Allah’a hamd olsun”(18 Kehf/1). “ Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola götürür”(17 İsra/9). “Göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen ve alemleri uyarmak üzere kuluna hakkı batıldan ayıran Kuran'ı indiren Allah yücedir”(25 Furkan/1-2). “Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah sakınmanız için bunları size tavsiye eder”(6 Enam/153).

İlk dönemlerde İslam’ın öğrenilmesinde önce Kur’an, sonra sünnet, sonra ilahiyat bilimleri, sonra halk islamı, sırası izlenirken, bu sıralama zamanla altüst olmuş ve önce halk islamı, sonra ilahiyat bilimleri, sonra hadis, sonra Kur’an, şeklinde oluşmuştur. Böylece gerek halk islamında, gerek ilahiyat bilim dallarında, gerekse rivayetlerde söylenenlere çok zaman Kur’an uydurulmuştur. Oysa din olarak söylenenlerin ve yapılanların doğruluğu ve geçerliliği ancak Kur’an’a uygunlukla sözkonusu olabilir.

Kur’an’dan başlayarak din anlayışı oluşturulduğu ve ondan hareket edildiği zaman kişinin zihninde Kur’an’ın şekillendirdiği bir ölçü ve bir bakış açısı oluşur. Kur’an’ın oluşturduğu bu anlayış ve ölçü, dosdoğru yol/sıratı mustakim’dir. Artık okunanlar ve söylenenler okunup değerlendirilirken hepsi bu ölçü, bu yol ve bakış açısıyla değerlendirilir ve Kur’an’a uygun olup olmadıkları yahut ne oranda ona uygun veya aykırı oldukları belirlenir. Böylece Kur’an hem hareket noktası ve yolu aydınlatan ışık olur, hem de İslâm adına söylenen/yazılan bütün şeyler üzerinde egemen ve ölçü olur. Çünkü Kur’an hidâyet/kılavuz, ışık/nur, furkan/ayraç, delil/burhan’dır.

Bu anlayış ümmet  arasında, islamın ilk döneminde olduğu gibi, ortak bir anlayış, ortak bir perspektif, ortak bir kimlik, ortak bir hedef, ortak bir ideal ve ortak bir strateji meydana getirir. Böylece insanlar arasında Kur’an’a aykırı anlayışlar asgari/minimum düzeye iner ve müslümanlar “dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, herbir fırkanın da kendisinde bulunanla sevindiği...”(30 Rum/32) topluluklar gibi olmazlar. Böylece dinsel ve sosyal değişik bilim dallarında insanların söylediklerinden hareketle oluşan fırka ve grupların ortaya çıkması da minimum/asgari olur. Aralarında ihtilafların çıkması azalır ve çıkan ihtilaflar “Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygamber’e ve sizden yöneticilere itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun çözümünü Allah'a ve  Peygamber’e bırakın. Bu, daha iyi ve sonuç olarak  en güzeldir. “(4 Nisa/59) âyetinin belirttiği şekilde Allah’a ve Resulü’ne götürülerek çözülür. İslâm’ın başlangıcında toplumun dirilişi bu yöntemle gerçekleştiği gibi, çağımızda ve her dönemde de ancak bu yöntemle gerçekleşir.

Bütün kutsamalara karşın Kur’an’dan uzaklaşma yahut bir yazarın deyişiyle Kur’an’ı kılıflara koyup kefenleme veya ölülere ağıt kitabına çevirme sonucunda meydana gelen bu cehalet, erozyon, bozulma, çözülme ve çöküş ancak İslâm’ın başında gerçekleşen ilk denemede olduğu gibi Kur’an’a dönüşle, onu hareket noktası ve ölçü, motor ve yol haritası, hayat veren bir kaynak yapmanın sağlayacağı bilgi ve anlayışla, göstereceği hedef ve ideale sahip olmakla tersine çevrilebilir. Aksi halde ilkbahar yağmurları gibi zaman zaman şurada burada ortaya çıkan yenileşme hareketleri konjönktürel, ulusal, mezhepsel/fırkasal ve yerel/lokal olmaktan öteye geçemez. Bunun da ümmetin iki yakasının bir araya gelmesine yeterli olmadığı İslâm coğrafyasının hemen her bölgesinde denenmiş ve görülmüştür. Bugün de hala aynı kısır döndü içinde dönülmektedir. Çünkü Kur’an eksenli gelişmeyen veya gerçekleşmeyen yenileme hareketlerinin her birinin tonu, rengi, boyutu, hacmi ve perspektifi farklı olup yerel veya ulusal, hatta mezhepsel ve konjönktürel olmaktan öteye geçmez. Bu da İslâm coğrafyasında söylemi ve eylemi birbirinden farklı adacıkların oluşmasına ve ortak bilincin kaybolmasına yol açmaktadır. Bunun en açık göstergesi de, kadınların kırk renkten kırk yamalı seccadesi gibi, günümüz İslâm coğrafyasında her bölgenin kendisine özgü bir İslâm anlayış ve yaşayışının sergilenmesidir.

Bu farklılaşma öyle boyutlara ulaşmaktadır ki ulusal, siyasal, mezhepsel halk islamının oluşturduğu anlayışlarla müslüman kesimler birbirlerinin aleyhine ortak düşmanları olanlarla işbirliği yapmakta veya düşmanın saldırılarına karşı  kör, sağır ve dilsiz gibi davranmaktadır. Geçmişte böyle olduğu gibi bugün de siyasal, ulusal ve mezhepsel anlayışların hakim olduğu endişelerle müslümanların bir kesimi diğer kesime karşı işgalci emperyalistlerle ya işbirliği yapmakta yahut  işgal ve katliamlarına seyirci kalmaktadır.

Farklılıkların doğal olmasıyla ve değişik düşüncelerin seslendirilmesiyle bunun bir ilgisi yoktur. Çünkü bu çok renklilik ve çok seslilik, bir sofradaki yemek çeşitleri anlamında Kur’an çerçevesinde ortaya çıkan bir çeşitlilik değil, Kur’an’a yabancılaşma, çizgisini yitirme, ona ters düşme ve başka vadilerde dolaşmanın oluşturdugu bir çeşitliliktir. Başka bir deyişle, sofradaki yemeklerle beraber yemek niyetine yenilen veya içilen birer zehir gibi öldürücü şeylerdir. Bütün müslümanları ilgilendiren hayatî sorunlar ve olaylar karşısında toplumsal otoritelerin veya kanaat önderlerinin her birinin ayrı telden çalması, birbirlerine yabancılar gibi davranması, aykırı  düşünceler ve tavırlar sergilemesi ve en kötüsü Kur’an’la bağdaşmayan düşünceler seslendilmesi bunun göstergesidir. Kur’an’a yabancılaşma ve ona ters düşmelerin oluşturduğu bu çok seslilik veya çeşitlilik, yerel ölçekte müslümanların önünde en büyük engellerden olduğu gibi, global ölçekte de İslâm coğrafyasının en büyük handikapıdır.

 Örneğin, Birleşmiş Milletler’de Filistin’in işgalini onaylayan ve Cezayir’in bağımsızlığına karşı Fransa’nın safında yer alan müslümanlar olaya daha çok etnik, mezhepsel, bölgesel, siyasal ve ekonomik perspektiflerden bakarak Kur’an’a aykırı ve birbirlerine zararlı tavırlar sergiledikleri gibi, bugün Filistin’in yanında Çeçenistan’ı, Afganistan’ı ve Irak’ı emperyalizmin işgal etmesine de daha çok etnik, mezhepsel, bölgesel, siyasal ve ekonomik perspektiflerden bakarak Kur’an’a yabancı ve aykırı tavırlar sergilemektedir. Hatta emperyalistlerin vereceği bir koltuk veya yandaşlarına sağlayacağı bir ayrıcalık uğruna İslâm’a ve müslümanlara karşı onlarla işbirliği yapmaktan çekinmemektedir.

Bunun en büyük sebebi de müslüman halkların düşünce ve anlayışlarının Kur’an merkezli ve Kur’an ölçekli oluşması, hepsinin ortak anlayış ve düşünceye sahip olması yerine, zamanla bulanık olarak oluşan ve ulusallaşan alt bilgi ve kültürlerden hareketle oluşması ve bunun belirleyici egemen ölçü haline gelmesidir.

Bilmeliyiz ki halk İslâmı diyebileceğimiz toplumun kültüründen başlayarak İslâm anlayışlarını oluşturan insanların İslâm’ının, bu aşamada kaldıkları sürece, Kur’an İslâm’ına uygun olması mümkün değildir. Çünkü bu insanlar ilk elden veya ilk kaynaktan İslâm’ı almak ve öğrenmek, bilgilerini, bakış açılarını, değer yargılarını ve kriterlerini ona göre oluşturmak yerine, sondan başlayarak toplumda oluşan kirlenmiş anlayışlardan almakta, öğrenmekte, değer yargılarını, ölçü ve kriterlerini ona göre oluşturmaktadır. Bu öğrenme ve anlama sürecini ilk basamak olan Kur’an’a kadar çıkarmadıkları, ölçülerini ondan almadıkları ve değer yargılarını ona göre oluşturmadıkları, bilgilerini onunla test etmedikleri taktirde, ister istemez olaylara halk İslâm’ının veya toplum kültürünün kafalarında oluşturduğu şablon, perspektif ve ölçütlerle bakacaklar, bu kültürle doğruluğunu ve yanlışlığını değerlendireceklerdir. Öyle ki ya kendileri anlamak için okuduklarında veya başkaları kendilerine anlattığında Kur’an’ın söylediği birçok şey, kültürün kafalarında önceden oluşturduğu şablona veya ölçüye aykırı düşeceğinden onu şablonlarına uydurmak için tevillerle uydurma yoluna gideceklerdir yahut red edeceklerdir ve bunu söyleyen kişilere cephe alacaklardır. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bir dostumuz,bunula ilgili bir anekdotu naklederek şöyle der:

“Geleneksel kültüre göre inancını şekillendirmiş, muhafazakar, cumadan cumaya namaz kılmakla yetinen, oruç tutan bir arkadaşım, bir gün elinde “Yasin Suresinin Faziletleri” isimli bir kitapçıkla yanıma geldi. Kitapçığı bana göstererek bir sorusu olduğunu söyledi ve cevap vermemi istedi. Yasin suresinin tercümesini/mealini okuduğunu ve ilk kez Kur’an’dan mealen bir şey okuduğunu, okuduğu şeyi yazanın (meali yapanın) saçmaladığını, böyle bir saçmalığın Kur’anda olamayacağını belirterek: “Alçak ve şerefsiz adam (!) nasıl böyle bir şey diyebiliri/yazabilir? Türden itirazlarla hakerette bulundu.

Arkadaşım, buna benzer birçok şey söyleyip ve meal yapana oldukça ağır hakarette bulunduktan sonra, yaptığı davranışıh doğru olduğundan emin bir yüz ifadesiyle, benim düşüncemi sordu. Kendince, Kur’anın yüceliğini korumak amacıyla böyle davranmıştı. Evet, Kur’anı savunma adına, kitapçığın sahibine omadık hakaretler yapmıştı. Çünkü inandığı kitabı korumak, inancının bir gereğiydi ve o da inancının gereğini yapıyordu.

Bundan dehe ecınecek bir durum olamazdı. Arkadaşım, hayatında ilk kez Yasin suresinin  Türkçesini/mealini okumuş ve okuduğu şeyi saçma bulmuştu. Onun saçma bulduğu şey, surenin orijinali değil, mealiydi. Çünkü Kur’anan inanan/iman eden biriydi. Onun kafasındaki Kur’an anlayışına okuduları uymamıştı. Kendisince saçma bulduğu açıklamaları Kur’ana yakıştıramamış, bilakis büyük bir hakaret olarak görmüştü. Ona göe bu saçma şeyler (!) Kur’an olmazdı. Kur’an tahrif edilmişti. Bu saçmalıklar, meali veren hain ve alçak adamın uydurmasıydı. “Mukaddes ve yüce bir kitap olan ve dünyada ne varsa hepsinin bilgisini içinde barındıran, her şeyi açıklayan bilim ve teknolojinin kaynağı olan, herbir kelimesinin binlerce anlamı bulunan, Allahın sözü” bir kitapta böyle basit ve saçma şeyler olamazdı. O mucizevi bir kitaptı ve hiç kisenin gerçek anlamıyla onu açıklamaya gücü yetemezdi. Evet, arkadaşımın kafasındki Kur’an anlayışı buydu. Kur’anı koruma adına Kur’ana olmadık hakaretler yapmıştı. Çünkü okuduğu ve hakaret etmekte olduğu şey, gerçekten de Yasin Suresinin mealiydi ve diğer mellerden hiçbir farkı da yoktu. Ancak arkadaşımın okuduğunu anlamısına, gerçeği görmesine, yıllarca kur’an adına büyüklerinden, hacı ve hocalardan duydukarı ve kulaktan dolma bilgiler engel olmuştu.(....).

Arkadaşıma, önce Kur’anın ne olduğunu ve niçin gönderildiğini açıklamaya çalıştım, sonra beraberce Yasin Suresinin mealini yeniden ve anlamaya çalışarak okuduk. Sure bittiğinde arkadaşım hayretini gizleyememişti. Biraz önce söylediklerinin tam tersine, okuduğumuz meal oldukça hoşuna gitmiş ve beğenmişti. Yaptığı hatadan dolayı Allahın kendisini affedipetmeyeceğini, affetmesi için ne yapması gerektiğini sordu. Tevbe etmesini söyledim. Nasıl böyle bir aptallık yaptığına hayıflanarak yanımdan ayrılırken, “Bana şimdiye kadar Kur’an adına bunca yalan yanlış şeyleri öğretenlerin Allah belasını versin” diyerek bedduada bulundu”.(Dip not: Erhan Aktaş, Hangi İslam, 68-70, Anlam Yayınları, 2003, Ankara).

Halk islamı yahut kültürel islam penceresinden bakmanın Kur’anı nasıl yanlış anlamaya götürdüğüne ilişkin bir örnek vermek gerekirse, “Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.”(2 Bakara/195) ayetini örnek verebiliriz.

Allah yolunda savaşmak için müslümanların mallarından infak etmelerini, değilse kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmış olacaklarını söyleyen “Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.”(2 Bakara/195) ayeti, din anlayışlarını ve bilgi şablonlarını alt kültürlerden oluşturmuş halktan kişiler, vaizler ve sohbetçiler tarafından bağlamından koparılarak ve söylemi tam tersine çevrilerek kullanılmaktadır. Örneğin, bu insanlar tarafından ayetin, şu veya bu olaya karışarak, şunlarla bunlarla oturup kalkarak, şunların bunların arasına girerek, trafik kurallarına uymayarak, inanca, insan hak ve özgürlüklerine aykırı dayatmalara tepki göstererek, haksızlıkları ve kötülükleri eleştirerek, temizliğe ve sağlığa dikkat etmeyerek, gerektiğinde malından çokça infak ederek, vs. işlerle insanların kendilerini tehlikeye atmamasını söylediği anlatılır. Çünkü toplumda ötedenberi halka anlatılan din anlayışı ve aşılanan psikoloji, ayeti bu şekilde anlamaya ve anlatmaya yönlendirmiş ve şartlandırmıştır. İsamı insanlara anlatmak, iyi olanı emretmek, kötülüklerle mücadele etmek, hayra çağırmak, haksızlıklara ve dayatmalara tepki göstermek veya eleştirmek, kavgaya tutuşmuş kişileri ayırmaya gitmek, haksızlığın önlenmesi ve hakkın yerini bulması için şahitlik yapmak, mali veya bedeni kimi işlerde başkalarına yardımcı olmak, sokakta veya mahallede insanları rahatsız eden kişileri uyarmak, gibi toplumun selameti için mutlaka yapılması gereken işleri yapmak yerine, suya sabuna dokunmamak, etliye sütlüye karışmamak, selamette olmak için kenarda durmak, sorumluluk üstlenmemek, kendi elleriyle kendini tehlikeye atmamak olarak anlaşılmış ve ayetin anlamı bu doğrultuda yamultulmuştur.

Oysa ayetin seslendirilen şeylerle ve başka işleri yapıp yapmamakla bir ilgisi yoktur. Aksine ayetin bağlamı, düşmana karşı savaş bağlamı olup söylediği infak yapılmadığı taktirde insanlar kendi kendilerini tehlikeye atmış olurlar. Çünkü istenen harcama/infak yapılmadığı ve düşmana karşı savaşacak ordu hazırlanıp donatılmadığı zaman halk, saldıran düşmana karşı koyamayacak ve müslüman halkın/toplumun her şeyini düşman perişan edecektir. Böylece infak etmeyen toplumun tamamı kendi elleriyle kendisini tehlikeye atmış olacaktır. Düşünelim, müslümanların Medine’de bağımsızlık kazandığı ve İslamın devlet olduğu kısa zaman sonra meydana gelen Bedir, Uhud, Hendek, Tebuk, Mute, Huneyn, Hayber, Beni Nadir, Beni Kureyza ve diğer savaşlar için müslümanlar düşmana karşı hazırlık yapmak ve ordu oluşturmak için gerekli harcamayı/infakı yapmasalardı, düşmana karşı kendilerini nasıl koruyacaklardı? Bunu yapmasalardı kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmış olmayacaklar mıydı? Âyetin sözünü ettiği kendi elleriyle kendini tehlikeye atmak budur. Aşağıdaki âyetler grubu içerisindeki bağlamı da bunu gösterir.

“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescidi Haram'ın yanında, onlar savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İnkar edenlerin cezası böyledir. Vazgeçerlerse onları bağışlayın; şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder. Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Hürmetli ay, hürmetli aya mukabildir, hürmetler karşılıklıdır; o halde, size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin. Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin. Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever”(2 Bakara/190-195).(Geniş bilgi ve başka örnekler için bakınız:: İbrahim Sarmış, Hz.Muhammed’i Doğru Anlamak, I-II, Ekin Yayınları, İstanbul, 2007, üçüncü baskı).

İnsanların/toplumların vahiyden uzaklaşması, ona yabancılaşması ve nihâyetinde sapması yahut vahyin bir vadide, onların başka vadide yüzmesi olayı budur. Bu süreç uzun vadeli ve sessiz sedasız işlediği için bu kadar yabancılaşmaya ve ayrı vadilerde dolaşmaya karşın, insanlar/toplum farkında olmadan kendisinin doğru yolda olduğunu, din anlayış ve yaşayışının vahye uygunluğunu düşünmeye ve kimliğini sürdürdüğüne, Allahı hoşnut ettiğine inanmaya/kendisini avutmaya, hatta bunun farkına varmamaya devam eder. Vahiyden sapmış olan önceki milletlerin durumu bu şekilde olduğu gibi, Hz.Muhammed Peygamber olduğu zaman cahiliyye Arap toplumunun yapısı da bundan farksızdı. Onlar da kendilerinin hala Hz.İbrahim’in yolunda olduklarını ve dinine bağlı bulunduklarını iddia ederlerdi. Ama Kur’an, Hz.İbrahim’in Hanif/tevhid dinine bağlı olduğunu ve müşriklerden de olmadığını “Şüphesiz İbrahim, Allah'a boyun eğen ve ona yönelen bir önderdi; puta tapanlardan değildi” (16 Nahl/120) diyerek belirtir ve yanlış yoldu olup yanlış düşündüklerini kendilerine hatırlatır.

Kitap Ehli’nin durumu da bundan farksızdır. Onlar da İbrahim’in yolunda olduklarını ve soyundan geldiklerini iddia ederler. Bunu son zamanlarda seri olarak düzenlenen Dinlerarası Diyaloğ toplantılarının sözcüleri de sık sık seslendirmektedir. Dinlerinin tahrif edildiği hem Kur’an’ın söyledikleriyle, hem kitaplarının içeriğiyle sabit olduğu halde, bozulmuş hıristiyanlığı ve yahudiliği Kur’an’la eşdeğer görerek aynı dinin mensupları ve İbrahim Peygamberin çocukları olduklarını söylerler. Oysa Allah “İbrahim, yahudi veya hıristiyan olmayıp doğruya yönelen bir müslimdi, müşriklerden de değildi”(3 Âli İmran)67) diyerek İbrahim’in tevhid dininde oldukları iddialarının doğru olmadığını, aksine kendi kendilerini kandırdıklarını belirtir.

“Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir. Bu, onların: "Bize ateş sadece sayılı bir kaç gün değecektir" demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde  yanıltmıştır”(3 Âli İmran/23-24).

Bugün İslâm coğrafyasının genel durumu da budur. İsim ve kimlik İslâm olmasına karşın, vahiy öğretilerinin bir vadide, müslümanların büyük çoğunlukla başka bir vadide yaşamalarının ve bugünkü duruma düşmelerinin sebebi budur.

Müslümanların din anlayışlarını doğrudan Kur’an’dan değil de, önce başka yollardan ve kaynakardan öğrenmelerinin yanlış olduğunu değerli dostumuz Ömer Şevki Hotar şöyle belirtir: “Müslüman olsun, gavur olsun, insanların İslâm konusundaki anlaşmazlıklarının,  yanlış din anlayışının baş nedeni, İslâm  dinini öğrenmek konusunda tutulan yanlış yoldur.

Her din, her ideoloji, her felsefi görüş, hatta her teknik bilgi en sağlıklı şekilde kaynağından öğrenilir.

Hıristiyanlığın ne olduğunu öğrenmek için Hıristiyanlık hakkında yazılan kitaplardan önce, onun neşet ettiği İncil en sağlıklı bilgiyi verir. Yahudiliği en yalın ve dolaysız yoldan “Ahdi Kadim” veya bugünkü yahudi zihniyetini oluşturan Talmut, Torah ve Mişna’dan, Marksizmi Karl Marks’ın eserlerinden, Kapitalizmi İngiliz iktisatçısı Adam Smith’ten en doğru biçimde öğrenebiliriz.

Bu bilgileri ikinci, üçüncü elden almaya kalkarsanız, hem yolu uzatmış olursunuz, hem de ikinci, üçüncü şahısların yorumları karışacağından yanlış bilgilenme ihtimali artmış olur. Elinizin atında bugünkü İncil dururken, bir rahipten Hıristiyanlığı öğrenmeye kalkmak kolay, fakat yanlış bir yoldur. Çünkü öğrendiğiniz, Hıristiyanlıktan çok, o rahibin İncili veya Hıristiyanlık yorumudur. Bu yorumlar Hıristiyanlık konusunda sizi yanıltabilir.

Dinler, felsefi görüşler ve ideolojiler bir yana, bu yöntem, kişileri tanıma ve  değerlendirmede bile böyledir. Bir insan hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız, en sağlam yol, o kişi hakkındaki  rivâyetler yerine, onunla yüzyüze konuşmaktır. İşte bu en basit mantık kuralı torik olarak kabul görürken, maalesef pratikte işlerlik bulmuyor...”(Dipnot: Ömer Şevki Hotar, Gelenekten Modernizme, İslâm’ı Yenileme mi, İslâmî Yenilenme mi?, 156-157, Çıra yayınları, İstanbul, 2004).

Her anlayışta, her yaşayışta, her değerlendirme ve belirlemede Kur’an’ın nesne değil, özne olması gerektiğini dostumuz bir başka yazar şöyle belirtir:

“Kur’an’ı özne olmaktan çıkarıp nesneleştirerek, belirleyen olmaktan çıkarıp belirlenen konumuna dönüştürmek ve Kur’an’a kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek, ön kabüllerimizi onaylatmak amacıyla yaklaşmak da yine yaygın olan bir diğer yanlış yaklışımı teşkil etmektedir. Halbuki Kur’an hep merkezde ve özne konumunda, belirleyen otorite noktasında tutulmalıdır ki, o bizim aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi ve hayatımızı vahyin ölçüleri ile inşa edip bizi arındırabilsin, bize izzet, şeref ve Rabbimizin rızasını kazandırabilsin. Eğer böyle olmaz da, önyargıların, ön kabullerin kirlettiği, şartlandırdığı bir akılla ve önceden sahip olduğumuz Kur’an’ın aydınlığından uzak, hevamızın ürünü fikirlerimizi destekleyecek hükümler aramak amacıyla Kur’an’a yaklaşırsak, Kur’an bize hazinelerini açmayacak, bize rehberlik yapmayacak ve bizi aydınlatmayacaktır. Tam tersine sahip olduğmuz ön kabullerimizi onaylatmak için Allah’ın ayetlerini zorlamak, onları eğip bükerek kendi haklılığımızı ispat etmeye ve hevamızı Kur’an’a uydurmamız gerekirken, Kur’an’ı hevamıza uydurmaya çalışmak zelil ve sefil konumlara sürüklenmemize sebep olacaktır. Rabbimiz böylesine sapkın durumlara, her gün Kur’an okuduğu halde yanlış bir yaklaşım sebebiyle ondan istifade edemeyen hallere sürüklenmekten cümlemizi muhafaza buyursun.”(Dipnot: Mehmet Pamak, Kulluk Eksenli Hayatta Ramazan ve Kur’an, 34-35, İlim ve Kültür Yayınları, Ankara,2005, üçüncü baskı).

“İslamı diğer disiplinlerden okumakla yetinenleri anladık ama, Kur’an’ı anlamak için tefsir okumakla yetinmek de böyle midir?” diye sorulabilir. Sözü uzatmadan şartlı olarak “evet” diyebilirim. Çünkü buradan da Kur’an’ın kendisini anlamaya çalışmadan ve tefsir yazarlarının söylediklerini onunla test etmeden onların söyledikleriyle yetinen ve kafa/anlama, değerlendirme şablonlarını onlarla oluşturanlar, Kur’an’ın birçok öğretisini kafalarındaki bu şablonlara uygun olarak anlamak durumunda olurlar. Bunun böyle olduğunu, örneğin meşhur tefsirci Fahreddin Razi’nin Kur’an’da şefaatten söz eden ayetleri mezhepler arasındaki çatışma sonucu oluşan belirli bir mezhebin anlayışı doğrultusunda anlayıp sunmasından anlamak mümkündür. Bir araştırmacı, Razi’nin, belirli bir mezhebin görüşünü esas alarak şefaatin geçtiği ayetleri açıklamasını şöyle değerlendirir:

“Konumuz olan şefaat meselesinin iki karşıt taraftar düzeyinde tartışma zeminine çekilmesi, konunun anlama boyutundan, savunma boyutuna çıkmasına sebep olmuştur. Bu durum, ilgili ayetleri, hem konu bütünlüğü ve hem de Kur’an’ın oluşturduğu dünya görüşü çerçevesinde anlaşılmaktan çıkararak, tamamen mezhepsel anlayış ve kabuller doğrultusunda savunma konumuna çıkarmıştır. Bu ise, kendi içerisinde bir kısım çıkmazlara sebep olmuştur. Bu hususa bir örnek olarak, Taha (20) suresi 110. ayetiyle ilgili Fahreddin Razi’nin söylediklerini gösterebiliriz. Ona göre şefaat, kime yapılmışsa herhalukârda ona fayda verir. Çünkü nefiy (olumsuzlama) yoluyla yapılan istisna, ispat anlamına gelmektedir. Bunları söylerken Razi, ilgili ayetin siyak ve sibakını/bağlamını gözden kaçırarak, tartışmayı Ehl-i Sünnet, Mutezile arasında teorik bir alana çekerek, şefaatin olacağı ve mutlaka fayda vereceğinden hareketle, fasık olan kimseye şefaatin geçerli olup olmaması noktasına getirir ve Ehl-i Sünnetin görüşü olarak; fasıkın şefaate nail olacağını ispata yönelir. Bunun için de, olumsuzlanan istisnadan ispat çıkararak, zikredilen sonuca ulaşır. Ancak ilgili ayette istisnanın, Allah’ın izin vermesi ve sözünden razı olması şeklinde kayıt altına alınan iki ayrı şartın, kavramsal anlamda, Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde neye tekabül ettiği göz ardı edilerek, “lailahe illallah” cümlesini söyleyen herkesin Allah’ın razı olduğu sözü söylediğinden hareketle şefaate nail olacağını ileri sürmektedir. Razi’yi bu kadar yorumda zorlayan ve bütünlükten koparan yaklaşımın temelinde, mezhepsel savunma refleksinin olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir ortamda söz konusu edilen ayetler, Kur’an’ın anlam dünyasından koparılarak, güncel polemiklerin konusu haline getirilmiş olmaktadır. Bu durumu İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye’nin diliyle söylemek gerekirse, “Sanki sen Kur’an’ı tüm sapkın grupların görüşlerine, iddialarana ve mezheplerine uygun inmiş gibi bulursun. Kur’an; Cehmiyye nezdinde bir cehmi, Mu’tezile nezdinde bir mu’tezili, Kaderiyye nezdinde bir kaderi ve Rafiziyye nezdinde bir rafizidir.”

Halbuki müfessirin asıl gözetmesi gereken şey, kendi mezhep ve meşrebinin tatmin edilmesi değil, Allahın maksadını olabildiğince anlamaya çalışmak olmalıdır. Kur’an-ı Kerim, şu veya bu mezhebin görüşlerini teyid veya reddetmek için değil, sorumluluklarının bilincine vararak, buna uygun davranış tarzı oluşturmaları için, topyekün varlık dünyası hakkında bir dünya görüşü sunmaya yönelik ilahi bir açıklamadır”(Dipnot: Yaşar Düzenli, Kur’an ve Şefaat, 285-286, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006).

Bilindiği gibi, bir tefsirci miras olarak devam eden kültürün olumsuz unsurlarından ne kadar kaçınırsa kaçınsın, son tahlilde o kültürün etkisinde olarak onun verileriyle tefsir yapmaktadır. Onun için birinci yüzyıldan  günümüze kadar süregelen kültürün olumsuzluklarından etkilenmeyen, sübjektif değerlendirmeler yapmayan ve doğru olmayan yahut tasvip edilmeyen bilgiler içermeyen hiçbir tefsir yoktur. Bu da doğal bir durumdur. Çünkü kişi ne kadar bilgili olursa olsun, son tahlilde bir insandır ve insan unutmaya, yanılmaya, yanlış öğrenmeye, yanlış bilgilenmeye, şartlanmaya, eksik değerlendirme yapmaya, vs. açık bir varlıktır. Kısaca insan, yanılmaz/masum değildir. Onun için tefsirciler kitaplarında gerek rivâyet/hadis olarak, gerekse önceki milletlerin tarihlerinden öyküler/kıssalar olarak birçok bilgiler vermektedir. Bunları Kur’an süzgecinden geçirip uygun olanları benimseyenler yanında, büyük çoğunluğu mezhepsel bakış açılarından yorum yapmakta, birbirlerinin söylediğini taklit etmekte,  israiliyat olarak bilinen birçok rivâyet ve öykü/kıssa anlatmakta ve âyetlerin açıklamasıymış gibi benimseyerek onları okuyuculara sunmaktadır. Böylece okuyucuların bilgi ve kültürleri bunlarla oluşmakta, yönlendirilmekte, kabul veya red edişleri de bunlara göre olmaktadır. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.

Örneğin, Besmele’de, Fatiha’da ve Neml/30.ayette bulunan “Rahman” ve “Rahim” nitelemeleri, abartma belirten iki kip olup biri yüce Allah’ın rahmet sıfatına çok çok sahip olduğunu, diğerinin de bu sıfatın ondan ayrılmazlığını belirttiği halde, tefsirciler “Rahman” sıfatının genel olup dünyada hem müminlere hem kafirlere, “Rahim” sıfatının ise ahirette yalnız müminlere rahmet ve merhamet edeceği anlamında olduğunu söylerler. (Dipnot: örnek olarak bakınız: “Rahman, iyi olsun kötü olsun, mümin olsun kafir olsun, ayırım yapmadan dünyada nimetini herkese veren Allah demektir. Rahim ise, ahirette nimetlerini sadece müminlere veren manasınadır”(TDV.Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meali, Fatiha Suresi,VIII, Ankara, 2005; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili,1/51, 53, 54; Abdullah Parlayan, Kur’anı Kerim ve Özlü Tefsir, Besmele ve Fatiha Suresi, Damla Ofset, Konya).

 Bu şekilde yazan tefsirleri veya mealleri okuyanlar da her iki kelimenin her zaman bu anlamlarda olduğunu öğrenirler. Halbuki “Rahman” ve “Rahim” sıfatlarının bu anlamda olduğunu ne Kur’an, ne sünnet, ne dil söyler. Bu anlamda olduğunu yazanlar, birbirlerinden taklit ederek aynı yanlışı tekrar ederler.

Rahman ve Rahim kelimelerinin bu anlamda olmadığını belirten Ebu’l-Kasım el-Hûî şöyle der:

“Faîlun kipi, kişide bulunan ve kendisinden ayrılmayan nitelikleri belirtir. Rahîm kelimesinin Rahmân kelimesinden sonra getirilmesinin hikmeti de böylece anlaşılmaktadır. Çünkü Rahman kipi, rahmetin genelliğini ve genişliğini belirtirken, kişinin zatından ayrılmazlığını belirtmez. Rahmet sıfatının Allah’ın zatının ayrılmaz niteliği olduğunu göstermesi için de ondan sonra Rahim kipi gelmiştir. Kur’an’ın belağati, bu mübarek ayette iki hedefi de belirtmeyi amaçlamıştır. Allah, “rahmeti her şeyi kuşatmıştır” anlamında Rahman’dır, “rahmet sıfatı kendisinden hiç ayrılmaz/lazım-ı gayri müfarıktır” anlamında da Rahimdir.

Tefsircilerden çok kişi bu inceliği kavrayamadığından, kipteki harf çokluğunun anlamın çokluğuna delalet ettiği gerekçesiyle, Rahmân kelimesinin anlamının Rahîm kelimesinin anlamından daha geniş olduğunu sanmıştır. Halbuki bu, gülünç bir gerekçelendirmedir. Çünkü kelimelerin delaleti, vaz’ına/yüklenen ilk anlama bağlı olup harflerinin azlık veya çokluğuyla bir ilgisi yoktur....”(Dipnot: Ebu’l-Kasım el-Hûî, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, 438, Müessesetu’l-A’lemi, Beyrut, 1974, üçüncü baskı).

İslamı okumaya ve öğrenmeye Kur’an’dan başlamak yerine, tersinden oluşturmanın veya okumayı ve öğrenmeyi halk islamında yahut ilahiyat disiplinlerinde bırakmanın yanlışlığını, az Kur’an, çok hadis okuma örneğinde Muhammed Gazali şöyle belirtir:

“Az Kur’an, çok hadis okumak, islam hakkında dakik/sağlam bir anlayış sağlamaz. Bunun kötü beslenmeye benzediği söylenebilir. Çünkü hem aklı, hem vucudu besleyen unsurlar arasında dengenin olması gerekir. Bunu örneklerle açıklayalım. San’ani, Resulullah’ın adağı yasakladığını ve “Bir hayrı/yararı yoktur, sadece cimrinin malını azaltır”(Dipnot: Buhari, eyman, 26/2, kader,6, Müslim, kader,2-6, Ebu Davud, eyman,18, Tirmizi, nüzur,11, Nesai, eyman, 24-26, İbni Mace, keffarat, 26/2, İbni Hanbel, çok yerde) diyen İbni Ömer’in rivayetine dayanarak adak/nezir adamanın haram olduğunu söyler. Oysa, hayır getirmeyen adak, tıpkı ticari işlerdeki takas gibi, örneğin, iyileşirsem veya oğlum başarılı olursa, Allah için şöyle yapacağım, şeklindeki adaktır. Ama fıkhi açıdan sahih olduğu sürece, Allaha itaat etmek amacıyla adak etmede bir sakınca yoktur. Sormak  lazım; acaba iyi kişileri niteleyip överken yüce Allah “Onlar adaklarını yerine getirirler ve fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar”(76 İnsan/7) dediği ve başka yerde “Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kabe'yi tavaf etsinler”(22 Hac/29) söylediği halde, ilke olarak adağın haram olduğu nasıl söylenebilir?”(Dipnot: Muhammed Gazali, es-Sunnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fıkhi ve Ehli’l-Hadis,102, Daruşşuruk, Beyrut-Kahire, 1989, dördüncü baskı (Nebevi Sünnet, çeviri, Ali Özek, Ekin Yayınları, İstanbul, 2005, üçüncü baskı).



İbrahim Sarmış


Konu Başlığı: Ynt: İslamı okumaya ve öğrenmeye nereden başlamalı?
Gönderen: ✿ Yağmur ✿ üzerinde 13 Mart 2014, 15:53:19
Selamünaleyküm kardeşlerim;

Tefsircilerden çok kişi bu inceliği kavrayamadığından, kipteki harf çokluğunun anlamın çokluğuna delalet ettiği gerekçesiyle, Rahmân kelimesinin anlamının Rahîm kelimesinin anlamından daha geniş olduğunu sanmıştır. Halbuki bu, gülünç bir gerekçelendirmedir. Çünkü kelimelerin delaleti, vaz’ına/yüklenen ilk anlama bağlı olup harflerinin azlık veya çokluğuyla bir ilgisi yoktur....”(Dipnot: Ebu’l-Kasım el-Hûî, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, 438, Müessesetu’l-A’lemi, Beyrut, 1974, üçüncü baskı).
İnsan ne 8 ne de 10 yaşında 5 yaşında başlayacak İslamı  öğrenmeye....
Gerekirse 3 yaşında ... Çoğu kimseler bu sebeple namaz kılmıyor  çünkü İslam yaşını geçmiş durumda...


Konu Başlığı: Ynt: İslamı okumaya ve öğrenmeye nereden başlamalı?
Gönderen: Melda üzerinde 15 Kasım 2014, 16:32:38
saolun