๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 16:58:06



Konu Başlığı: İslami bağlamda cemiyet mi vemaat mi?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 16:58:06
 

İslami Bağlam’da Cemiyet Mi, Cemaat Mi?


İnsan toplumsal bir varlıktır. Bundan dolayı, doğumdan ölüme kadar fertler arası ilişkiler zorunludur. Kur’an’a göre toplumların farklı “kabilelere ayrılması”1, çocuğun bir aile ortamında doğması, kendisini sosyal bir çevre içerisinde bulup, sosyalizasyon sürecine hemen katılması, Kur’an’ın akraba ilişkileri üzerinde ısrarla durması2, karşılıklı menfaat ilişkileri, iyilik ve takvada yardımlaşma3 hep fertler arası ilişkilerin zorunlu ve vazgeçilmez oluşunun delilleridir.

Kişi sadece yeme, içme ve barınma gibi tabii ihtiyaçlarını karşılamada değil, bunlarla birlikte eğitim, yardımlaşma, bilgi, kültürel alış-veriş ve yeteneklerini geliştirme konusunda da toplumsal bir hayat yaşamak zorundadır. Bu yüzden İslam, insanlar arasında sosyal bağları kuvvetlendirmeyi teşvik edici ilkeler üzerinde durmuştur. İslam’ın öngördüğü bu ilkeler, İslam toplumlarında sosyal hayatın barışa dayalı olarak sürdürülmesi açısından son derece önemlidir.4

İslâm’da sosyal dayanışmayı kolaylaştırıcı etkenlerin başında “fütüvvet ahlâkı” gelir.  Cömertlik anlamına gelen fütüvvet, insanları, dünyada  kendi nefsine tercih etmektir. Fütüvvet ahlâkının temelini “İslam kardeşliği” oluşturur: “Mü’minler ancak kardeştirler.”5 Geniş bir açıya sahip olan bu kardeşliğin özünde iman cevheri vardır. Aynı inanca sahip olan insanlar,  “kurşunla birbirine kenetlenmiş bir yapı”6  gibidir.

İşte İslam kardeşliği ile yoğrulmuş kişilerin oluşturduğu topluluğa cemaat adı verilir. Sosyolojide cemaat ve cemiyet kavramları farklı anlamlar dünyasına sahiptir.  Cemaat hayatında, bireyler arasında aidiyet/mensûbiyet duygusu öne çıkar. Bu aidiyet kaynağını dinden, tarihten, kültürden ve medeniyet bilincinden alır. İşte bu ortak değerler etrafında toplanan cemaat üyeleri, kendilerini bir vücudun organları gibi görürler. Organlardan birisi ağrıdığı zaman hepsi o ağrıyı duyarlar. Bunun giderilmesi için ortak dayanışma içerisine girerler. Böyle bir toplulukta ‘ümmet’ bilinci öne çıkar.  Cemiyette ise, geçici bir takım ilişkiler ağından söz edilebilir. Bu ilişkiler, bir takım sözlü ve yazılı anlaşmalarla düzenlenmiştir.7 Bu düzenlemelere bağlılık gönülden değil, bir takım yasa ve kuralların zoraki yaptırım gücünden dolayıdır. Birey, fırsatını bulduğu zaman bu yasaları ihlal etmekten çekinmez. Onu durduran müeyyide korkusudur. Gayet doğaldır ki, burada, cemiyet ve cemaat halinde yaşayan toplulukların avantaj ve dezavantajlarından söz edilebilir. Önemli olan her iki durumu da fertlerin avantajına çevirebilmektir.

Cemiyet manasındaki toplumsallaşmada, birey, her türlü aidiyet noktalarından koparak “ben duygusu”nu yaşar. Bu zihniyette din, geleneksel aile bağları, anne-baba, tarih ve medeniyet gibi olguların çok fazla değeri yoktur. Birey, aidiyet bağlarından kopmayı “özgürlük” olarak görür. Onun için hayatta geçerli olan sadece çıkarlarıdır.  Cemaatin ferdi ise, aidiyet duygusunu daha çok içselleştirir. O, başta din olmak üzere, tarih, kültür ve medeniyet kodlarından kopmaz. O’nda enaniyete dayalı “ben” düşüncesi değil,  “biz şuuru” ön plâna çıkar. Bir başka açıdan ifade etmek gerekirse cemiyet, yekpâreliği, homojenliği, çoğulculuğu temsil ederken; cemaat, farklılıkları bir arada muhafaza etmeyi temsil eder. Nitekim hadis geleneğinde 73 fırka ile ilgili rivayetlerin sahihliği tartışması bir yana dursun, İslam düşünce tarihinde 73 ayrı görüşe, buna ilaveten gayr-i müslimlere ve hatta mülhitlere bile yaşama ve düşünce açıklama hakkı bir insan hakkı olarak verilmiştir.  Gerçek anlamdaki cemaat hayatında ferdin inanç, düşünce ve yaşama hakkı alanındaki tolerans geçerli olur. Çünkü tolerans,  herkesin aynı yöntemi kabul etmesi değil, farklı yöntemleri benimseyenlerle bir arada yaşamayı kabul etmesi anlamlarına gelir.  Elbette böyle bir vasat, İslam’ın ideallerine de uygun düşer.

Yaşadığımız modern zamanların devlet örgütlenmelerinde cemaatleşme, zümreleşme vb. gibi bütün ara mekanizmalar yok edildiği için, fert yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Böyle bir vasatta özgür bir şekilde inancını yaşama, düşüncesini ifade etme ve sosyo-ekonomik sorunlarını çözüme kavuşturma alanlarında büyük sıkıntılar yaşanır. Hatta fert,  gündelik hayatında ölüm, evlenme ve iş kurma gibi alanlarda destek görme imkânı bulamadığı için bir çıkmaza ve derin bunalıma girer. Dahası,  sosyal hayatın her alanında fert,  pazarlık masasına oturduğunda devasa bir güç olan modern devlet onu köşeye sıkıştırır.  İşte bu maksatla önüne çıkarılan bütün bu engellemelerden kurtulmak amacıyla modern devlet örgütlenmelerinde bireyin haklarını araması için sivil örgütlere (sendika gibi) ihtiyaç duyulmuştur. Modern toplumlarda ortaya çıkan yeni dinsel ve mesleksel zümreleşmeler ya da Sivaslılar, Giresunlular, Zaralılar, Malatyalılar, Artvinliler vb. sosyal yardımlaşma ve dayanışma adını taşıyan hemşerilik dernekleri gibi kurumlar, fertlerin evlenme, iş bulma gibi ihtiyaçlarını gidermek için oluşturulan bir takım ara mekanizmalardır. Bu ara mekanizmaların her biri bir cemaat modelidir. Bu modellerin yararları olduğu gibi, bazen ferdin gelişimine zararları da olabilmektedir. Bu ara mekanizmalar, cemaatin ferdinin fikir, inanç, teşebbüs hürriyetini ve yaratıcı kişiliğini yok edecek bir boyutta gettoya dönüşmediği sürece büyük faydalar sağlar.  Eğer, aksi durum sözkonusu olursa ister bu cemaat modeli dini, ister bu cemaat modeli mesleki, ister bu cemaat modeli iktisadi alanda olsun, her zaman ferdin aleyhine işler. Çünkü cemaat liderliği ferdin iradesine ipotek koymuş ve tek tipçi bir kanaldan onu yönetmeye başlamıştır. Gitgide fert etken ve özne olmaktan çıkar, omurgasız bir nesne ve edilgen hale dönüştürülerek sürüleştirilir.  İradesi kırıma uğrayan böyle bir fertler topluluğundan oluşan cemaat, otoriter ve totaliter liderliğin üzerinde rableştiği bir kurum halini alır. Zira Allah’a ve peygamberine mutlak itaat gibi liderliğe itaat kültürüyle yetişen bir topluluk içinden ancak, köleler çıkar. Burada, mütemadiyen cemaatin ‘rahmet’ olduğu vurgulanır, ama bu rahmetten pay alma bütün üyeler için geçerli değil, o topluluk içinde palazlanan beyazlar için geçerlidir. “Gassal elinde meyyit gibi olma” vurgusu eşliğinde eğitilen fertler robotlaştırıldığı için aklını kullanma, irade özgürlüğü ve eleştiri gibi erdemli duruşlardan uzaklaştırılmışlardır. Otoriter bir yöntemle yetiştirilen bir ferdin, içinde bulunduğu atmosferi iyi anlama ve okuma ufku karartıldığı için, içine düştüğü zindandan kurtulma ihtimali çok zayıftır. Hâlbuki dışa kapalı, kendisini misak-ı milli sınırları içerisine hapseden bir oluşumun İslam sözkonusu olduğu zaman, gerçek anlamdaki  ‘cemaat’ yapısıyla da alakası yoktur. Böyle bir oluşumdan birlik mesajı yerine tefrika çıkar. Hatta tevhid, tefrika, kardeşlik, tekfir kavramlarının anlamlar dünyası bile değişir. Tevhid, grub birliği, tefrika, gurup içi eleştiriler,  tekfir, grub dışındakiler, kardeşlik salt cemaat içi dayanışma gibi yeni anlamlar kazanmıştır. Farklı adacıklar üzerinde hükmetmeye başlayan otoriter liderlik, adalar arası geçiş köprülerini atar. Bunun tek sebebi, beslenme kaynağını kaybetme endişesinden dolayıdır. Bu adada, “küçük olsun, benim olsun” anlayışı geçerlidir. Otoriter ve totaliter bir örgütlenmeye giden dinsel monarşide, artık, eleştiri salih bir amel olmaktan çıkar, liderliğin bütün icraatlarına hikmet açısından bakılır ve itaat kayıtsız-şartsız bağlılığa dönüşür. Elbette böyle bir din dilinden ya diktatör bir insan ya da köle insan tipi çıkar. Bugün, İslam dünyasında örgütlenen birçok cemaat yapılanmalarında ve dinî monarşilerle yönetilen birçok Müslüman ülkede otoriter sistemlerin yerleşmiş olması, rastlantısal değildir. Eğer İslam âleminde ceberut devlet örgütlenmeleri varsa, bunun oluşumuna giden yolda otoriter cemaat yapılarının da büyük payı vardır.

İslam’a göre insan,  toplumsal bir varlık olduğu için, insanın bu yönüne çok büyük önem verilir. Buna en açık örnek, Kur’an’ın,  ibadet ederken bile, “ben” yerine dil kuralları bakımından “biz” kelimesini kullanmayı tercih etmesidir. Mü’minden bu istenir.  Örneğin; namazda; “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım isteriz”8 âyetinde, Müslüman, dünyada Aydınlanma felsefesinde olduğu gibi hiçbir zaman “birey” olarak vurgulanmaz. Buna göre tek başımıza kıldığımız namazlarda bile Allah’a duâmız ancak başkalarına katılarak veya başkalarını yanına alarak gerçekleşme imkanına sahip olmaktadır. Şüphesiz bu âyetin üslûp ve söylemindeki espri, “biz” talebiyle sosyal bir topluluğu temsil eden bir kardeşlik duygusunu pekiştirmiş olmasıdır. Aynı durumu, İslam’ın hac, zekât, oruç, ahlâkî ve fikrî mücâhede, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden alıkoymak gibi talimatlarında da gözlemlemek mümkündür. Bütün bu ibadet türlerinde bireysellikten daha çok aidiyet duygularını besleyen ve barındıran cemaat duygusu ağır basmaktadır.

İslam’da Allah’ın en önemli sıfatlarından ilki O’nun bir, tek ve eşsiz oluşudur. Şu halde biz de bir, yani kendi iradesiyle hareket eden olmayı istemeliyiz. Bu özgürlük, diğer bir deyimle insanın otonom oluşu aklın bir görünüşü değil, varlığımızın doğal yapısıdır. Biz farklı, ferdîleşmiş bir vahdetten yaratıldık ve her birimizin öbür âlemde dirilişi de ferdî olacaktır.9 Ama burada tanımlanan ferdîlik, Aydınlanmanın evrenindeki her türlü mensûbiyet duygusundan tecrit olmayı beraberinde getiren, insanı güçsüzleştiren ve yalnızlaştırın ferdîleşme süreci değildir. Çünkü bireycilikte insanın benliğini tanrılaştırması, kendi kendini yeterli görmesi, kendi kendini bütün değerlerden müstağni sayması, aşkın olana ihtiyaç hissetmemesi vardır. Hâlbuki İslâm, insanı fert olmaktan çıkarıp şahıs haline getirmiştir. Biz bunu Muhammed Aziz Lahbabi’nin tanımında daha iyi görüyoruz. Gerçekten şahıs, toplumcu benliğe sahip bir varlıktır. İslâm, insanın yalnızlık hissini bir cemaat kavramı ile gidermiştir. İnsan ben demekle, başkalarını da ifade etmiş, diğerlerinin de varlığını tespit etmiş oluyor. Benliğimiz, biz’in birbiriyle sıkı sıkıya bağlılığı içinde bağımsızdır.10

Bilindiği gibi günümüzde felsefeciler ve toplumbilimciler arasında bireyciliğin mi yoksa kollektivizmin mi? toplumsal düzen açısından faydalı olduğuna ilişkin tartışmalar yoğun bir şekilde yaşanıyor. Liberalist görüşler bireyciliğin artmasının toplumsal refah düzeyi ile ilgisi olduğunu iddia ederler. Hâlbuki böyle bir bireycilik, toplumsal düzende yalnızlaşmayı ve ahlaki anlamda çürümeyi de birlikte getirebilmektedir. Buna karşın, İslami bir kolektivizm, ferdin yeteneklerini geliştirdiği sürece liberal görüşten ayrılır. Çünkü toplumcu bir benliğe sahip olan bir şahıs, yine toplumsal bir değerdir.  Ancak bir şartla, bunun patolojik yanları (adam kayırma, kendi grubu dışındakileri reddetme vb. durumlar) mutlaka düzeltilmelidir. Dolayısıyla, yaşadığımız yüzyılda İslam dünyasındaki dini cemaatlere ve yeni oluşumların olumsuzluklarına bakıp cemaat karşıtlığı yerine, ortak inanç birliğine dayalı, eleştirel akıl anlayışını işleten, ferdin yeteneklerini geliştirmede önünü açan, meşvereti meşrû sayan ve gereklerini yerine getirmede objektif davranan, bütün inananları kardeş gören, mütevazılıği elden bırakmayan ve liyakate önem veren yapılanmalar faydadan hali olmayacaktır. Merhum Said-i Nursi’nin dediği gibi, “bir Müslüman benim cemaatim haktır diyebilir ama ehaktır diyemez.” Çünkü “ehaktır” demek diğerlerine yolu ve yöntemi kapatmak olur. Ben Müslümanım diyen herkesin dosdoğru yol olarak nitelendirilen İslam yolunda yürüme hakkı vardır. Aynı yolda yürümek şartıyla -mecazi anlamda söylüyorum- kimisi bisikletle, kimisi yaya, kimileri de otomobille yürüme hakkına sahiptir. Bu yolda tek bir rabbani yöntemden söz edilemez. Nasıl ki peygamberlerin mucizeleri farklı ise, nasıl ki, Kur’an’da “yolumuzda mücahede edenler” şeklinde çoğul kalıbıyla ifadeler kullanılıyorsa, her Müslüman da birlik ve dayanışmasını kendi karakterine uygun oluşumlar içerisinde gerçekleştirme hakkına sahiptir.


 
1bk. Hucurat, 49/13

2 bk. Nisâ 4/36; En’âm 6/151; İsrâ 17/2; Ankebût 29/8.

3 bk. Mâide 5/2.

4 Yılmaz, Hüseyin, Din Eğitimi ve Sosyal Barış, İstanbul, 2003, s. 53.

5 Hucurat 49/10.

6 Saffat 61/4.

7 Kurtkan, Âmiran, Genel Sosyoloji, İstanbul, 1995, s. 8.

8 Fâtiha 1/5.

9 Lahbabi, M. Aziz, İslâm Şahsiyetçiliği, (çev. İ. H. Akın), İstanbul,  1972, s.51.

10 Daha geniş bilgi için bakınız; Lahbabi, İslam Şahsiyetçiliği, s.35.



Ramazan ALTINTAŞ