๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 06:12:22



Konu Başlığı: İslamda Şefaat İnancı
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 06:12:22
İslâm’da Şefaat İnancı

Şefaat kelimesi, Arapça'daki şef' mastarından türetilmiştir. Şef' ise, 'tek' anlamındaki 'vetr' kelimesinin zıddı olup, 'tek olanın zıddı ve çift' olmak1 gibi mânâlara gelir ve 'bir insanın bir başkasından kendisi dışındaki birine faydalı olmasını veya ondan bir zararı uzaklaştırmasını istemesi'2 anlamını ifade eder.

Dinî bir terim olarak ise şefaat, umumiyetle 'kıyamet gününde, kendilerine izin verilenlerin suçların bağışlanması talebinde bulunmaları'3 anlamında veya 'azabı hak etmiş müminlerden Cehennem'e girmemeleri veya Cehennem'e girdikten sonra çıkarılıp Cennet'e konulmaları şeklinde azabın kaldırılması'4 mânâsında kullanılır.

Şefaat; ilgili âyet ve hadîslerden hareketle İslâm âlimlerince beş kısımda mütalâa edilmiştir: 1. İnsanların bir an evvel hesaba çekilmeleri için yapılan şefaat 2. Müminlerden bir topluluğun, hesaba çekilmeden Cennet'e girmesi için yapılan şefaat 3. Cennetliklerin derecelerinin yükseltilmesi için yapılan şefaat 4. Cehennem'e giren müminlerin oradan çıkarılması için yapılan şefaat 5. Cehennem'de ebedî olarak kalanlardan, bazılarının azaplarının hafifletilmesi için yapılan şefaat.5

İslâm akidesine göre şefaat haktır, iman edilmesi gereken Kur'ân ve Sünnet'in nassları ve âlimlerin icmaı ile sabittir. Mutezile kelâmcıları şefaatin yalnızca sevap ehli ve Allah dostları için derecelerinin artırılması şeklinde olacağını ileri sürerek sınırlı bir şefaat inancını kabul etmiştir.6

Mutezile kelâmcılarının dar bir çerçeveden ele aldıkları şefaat inancı, bugün de bir kısım çağdaş teolog tarafından tamamen reddedici bir üslûp içinde yorumlanmakta7 veya bu inanca İslâm dini ve onun kültür çevresi dışında bir kaynak aranmaktadır.

Bu konunun sağlıklı olarak değerlendirilebilmesi, şefaatin aklen mümkün olduğunun gösterilmesine ve şefaatle ilgili âyetlerin doğru bir şekilde sınıflandırılmasına bağlıdır. Bu cümleden olmak üzere, söz konusu iki hususa ana hatlarıyla temas etmeye çalışacağız.

A. Aklen İmkânı
Yüce Yaratıcı'nın bu âlemde icraatını sebeplere bağlı yürüttüğünü müşahede etmekteyiz. Şüphesiz ki bu, O'nun kudsî takdir ve hikmetinin bir gereğidir. Sebepleri yaratan O olduğu gibi, onları neticelerin vücuduna vesile kılan da yine O'dur. İnsanlara merhamet edip onları rızıklandıran Allah'tır; ama O, ağaç, toprak ve sâir sebepleri lütfuna vesile kılmıştır. Aynı şekilde Güneş'i de zeminin aydınlanmasına bir vesile yapmıştır. Rızık ve ışık gibi maddî ihsanlarına böylesine sebepler yaratan Allah'ın mânevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde makul görülmelidir.

İnanan insanlar –Kur'ân'dan almış oldukları bilgiyle- bilirler ki, hidâyet Allah'tandır. Yine ondan aldıkları ders ile bilirler ki, bu hidâyete vesile kılınan da öncelikli olarak nebilerden başkası değildir.8 Bilinen bu gerçekten hareketle konuyu şu noktaya taşımak istiyoruz: Hidâyet, şefaatten çok daha önemli ve neticesi çok daha büyük bir hâdisedir. Çünkü imanla ahirete göçmüş bir insanın –işlediği günahlarından dolayı yolu geçici olarak Cehennem'e uğramış bile olsa- sonunda Cennet'e gireceği hadîs-i şerîflerde açıkça belirtilmiştir;9 ancak hidâyet olmaksızın şefaatin bir mânâ ifade etmeyeceği açıktır. Bu da gösteriyor ki, bir insan için hidâyet şefaatten çok daha önemlidir. Konuya bu açıdan bakıldığında da, insanlar için hayatî olan bir nimete (hidâyete) vesile kılınan bir peygamberin, insanların belli günahlarının affına vesile kılınmasının dinin ruhuna ters gelebilecek ve akılca garipsenecek bir tarafının olmadığı anlaşılacaktır.

Bu cümleden olarak denilebilir ki, peygamberlere ve salih insanlara verilecek olan şefaat izni, kendisini bize "..Rahmetim her şeyi kaplamıştır."10 şeklinde tanıtan yüce Allah'ın hesap sonrası tecelli edecek olan hususi bir rahmetinden/fazlından başka bir şey değildir. İşin esasına bakılacak olursa, affetmeyi murad eden ve buna izin veren Allah'ın kendisidir; yani, bu hâdise O'na rağmen değildir. Ancak O bu hususi lütfunu, başta Hz. Peygamber (sas) olmak üzere, katında makbul diğer bir kısım insanların vesilesiyle gerçekleştirmeyi dilemiştir.

Bununla, şefaat edecek olanların, nezdindeki değerlerinin bütün insanlara ilân edilmesi ve onlara bir nevi şeref ve pâye verilmesi gibi bir kısım hikmetler gözetilmiştir.11

B. Şefaatle İlgili Âyetlerin Sınıflandırılması
1. Putların Şefaatini/Aracılığını Reddeden Âyetler
Kur'ân'da şefaatle ilgili olarak yer alan birçok âyet vardır ki, bunlar ilk muhatap kitle içerisinde bulunan müşriklerin cansız, şuursuz ve akılsız, dolayısıyla işlevsiz putlar konusundaki tutum ve beklentilerinin garabetini dile getirir. Meselâ bu hususa bir âyette şöyle temas edilir:

"Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler. De ki: Hiçbir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi/aracı edineceksiniz?)"12

Bu mevzuda da Kur'ân'ın zihinlere yerleştirmeye çalıştığı mesaj tevhid ilkesidir. Kur'ân bu ilkeyi sürekli olarak gündeminde tutmuş ve 'Allah'a icraatında ortak arama' anlamına gelebilecek her bir düşünceyi, tevhid ilkesini gölgeleyici bir anlayış ve tutum olarak görüp ona karşı çok yönlü bir mücadele içinde olmuştur.

2. Şefaatin Vukû Bulacağını Gösteren Âyetler
Kur'ân, İslâm öncesi Arap toplumlarında veya Ehl-i Kitab'ın inançları arasında önemli yer tutan şefaat inancını –onların kayıtsız şartsız şefaat etmeye yetkili zannettikleri- mevhum varlıkların veya şahısların elinden alarak Allah'a teslim etmiş ve O'nun rıza ve iznine bağlamıştır. Bu cümleden olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'de şefaatin varlığını bildiren şu âyetler nazil olmuştur:

"O'nun huzurunda, kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.."13 "O gün Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğunun dışındakilere şefaat fayda vermez."14 "Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah'ın izni ile dilediği ve razı olduğu kimselere yarar sağlar."15 "Onlar, Allah'ın rıza gösterdiğinden başkasına şefaat etmezler."16

Kur'ân-ı Kerîm'in kullanmış olduğu bu ifadelerden de anlamaktayız ki, kendilerine şefaat salahiyeti tanınacak kişilerin şefaati sınırsız bir ölçüde değildir. Bütün şefaatler, Allah'ın izni ve razı olduğu sınır içinde olacaktır.

3. İnkârcılar İçin Şefaatin Söz Konusu Olmadığını Bildiren Âyetler
Şefaatle ilgili Kur'ân âyetlerine ve hadîs rivâyetlerine bir bütün olarak baktığımızda, onun her insan ve her suç için söz konusu olmadığını görürüz. Meselâ Kur'ân'da inkârcı zalimlerin şefaatten mahrum bırakılacağı açıkça ifade edilir.17 Bunun gibi bir âyette 'büyük bir zulüm'18 olarak ele alınan şirkin19 affın kapsamı dışında kaldığı vurgulanır.

Kur'ân'ın şu âyeti inkârcılar için şefaatin geçerli olmayacağını bildirir: "..Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.'20 Bu âyetiyle Kur'ân, inkârcıların akıbetine dikkat çekmektedir. Buradaki muhatapların inkârcılar olduğu müteakip âyetlerde tasrih edilmektedir: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi hâlâ bu öğütten (Kur'ân'dan) yüz çeviriyorlar.."21

Saduddin Taftazanî, "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez' âyetinin ifade tarzı üzerinde dikkatle durur ve şu önemli açıklamada bulunur: Bu cümlenin üslûbu ve ifade şekli esas itibariyle şefaatin var olduğunun delilidir. Aksi hâlde, onların hâllerini kötülemek ve içinde bulundukları sıkıntılı durumun mahiyetini ortaya koymak için 'Kâfirlere hiçbir şefaatçinin faydası olmaz.' demenin anlamı olmazdı. Bu gibi yerlerde kullanılan bu nevi ifadeler, sadece kâfirlere mahsus olan durumu işaretler, onlarla beraber başkalarını da bu hükmün içine almaz. Yani burada kâfirlerle ilgili hükümden, 'Onların dışındakilerin de (müminlerin de) şefaatçileri olmaz.' mânâsı çıkmaz.22 Nureddin es-Sabunî de aynı noktaya temas ederek şöyle der: Eğer şefaat müminlere de fayda vermeyecek olsaydı, kâfirlere hususi olarak dikkat çekmenin bir mânâsı olmazdı.23

Bu çerçevede bir başka âyette ise şöyle buyrulur: "Yaklaşan o gün hususunda onları uyar. (O gün ki) onlar dehşet içinde yutkunurlarken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin (o gün) ne bir dostu ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır."24 Açıktır ki, bu âyette de söz konusu edilenler inkârcı zalimlerdir. Bu durumu gerek Kur'ân'ın 'Kâfirler ki onlar zalimlerin tâ kendisidir.'25 şeklindeki âyetinden, gerekse âyetin siyak-sibakının doğrudan onlarla ilgili olmasından anlamaktayız.

4. Şefaatle Alâkalı Yanlış Algılanan İki Âyet
Kur'ân-ı Kerîm'de şefaatle ilgili birçok âyet vardır ki bunlar, şefaat izninin çıkmasından evvelki zaman dilimiyle alâkalıdır. Bu âyetlerde, sorgulanma ve yargılanmaya eli/heybesi boş olarak gelen inkârcıların acıklı durumları müminlerin dikkatine arz edilir.

Birincisi: "Ey iman edenler, hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık verdiklerimizden Allah yolunda infak ediniz. Kâfirler ki onlar kendilerine bütünüyle yazık edenlerin (zalimlerin) tâ kendisidir."26

Hitabın 'ey iman edenler' diye başlamasının bir kısım zihinlerde yanlış algılamalara sebep olduğu görülmektedir. Dikkat edilirse bu âyet, 'Kâfirler ki onlar kendilerine tümüyle yazık edenlerin (zalimlerin) tâ kendileridirler.' şeklinde bitirilmektedir.

Hamdi Yazır bu âyetin yorumunda şöyle der: O gün bütün dostlar birbirlerine düşman kesilecek, şefaat kapıları kapanacaktır, bu felâketlerden ancak iman edip vazifesini yapan ve önceden korunan müttakîler müstesna olacaktır. Binaenaleyh böyle bir korunmayı elde etmek ve o felâketten uzak kalmak için müminler, o gün gelmeden evvel görevlerini eda etmeli; Allah namına infaklar yapmalı, seve seve zekâtlarını vermeli, kardeşlik bağlarını güçlendirerek ve cemiyetlerini tanzim ederek hazırlanmalı, uyumayıp uyanık bulunmalıdırlar. Kâfirler gibi Allah'ın emirlerine muhalefet edip de kendilerine yazık etmemelidirler.27

Şu hâlde 'Bu ibareler, şefaati müminler açısından imkânsız kılmaktadır.' denemez. Zîrâ bu ifadelerle, inkârcıların, hesap günü içine düştükleri acınacak duruma müminlerin de düşmemeleri için infak gibi28 dinin amelî esaslarının gereğini yerine getirmelerine dikkat çekilmektedir.29 Bir diğer ifadeyle, bu minvalde nazil olan âyetlerle –herhangi bir iltimasa ve yanlışlığa meydan vermeksizin amellerin karşılıklarının sahiplerine olduğu gibi bildirileceği30- zorlu hesap gününde, müminlere, başkasının yardımına bel bağlamadan31, dünyada iken elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesi' öğüdü verilmektedir.

İkincisi: "..İman eden kullarıma söyle, kendisinde ne alış-veriş ne de dostluk bulunmayan bir gün gelmeden önce, namazı ikame etsinler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan açık veya gizli infakta bulunsunlar."32

İbn Kesir'in de tefsirinde önemle belirtmiş olduğu üzere, burada vurgulanan mânâ şudur: O gün kişiye, Allah'a kâfir olarak varması durumunda, ne bir kimsenin dostluğu ne de şefaati/aracılığı fayda verir.'33 Zîrâ inkârcı şahıs, kendisine önceden tanınan alış-veriş yapma ve dostluk kurma imkânını değerlendirmediği için ogün bu durumdan mahrum kalacaktır. Zîrâ o gün, inkârcının, kendisini kurtarmaya yarayacak yeni bir amel ve dostluğa fırsat bulamayacağı bir gündür. Kısaca, bu ve benzeri âyetlerde, müminlere, inkârcıların maruz kalacakları çaresizlik ve sahipsizlik gibi bir akıbetten korunmaları için, imanlarının gereği olan amelleri takdim etmeleri lüzumu hatırlatılmış olmaktadır.

Hâsılı, doğrudan veya dolaylı olarak bu minvalde Kur'ân'da yer alan pek çok âyet söz konusudur ki, bütünü, inkârcıların akıbetlerinin ele alındığı yerlerde zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu ibarelerden hareketle şefaatin olamayacağı gibi bir sonuca gidilemez. Ne var ki ilgili âyetler bir bütün olarak ele alınmadığında, hususiyle bu son gruptaki âyetlerin öncesine-sonrasına dikkatle bakılmadığında, müminlere şefaatin varlığını kabul etmeyen algılamalara kaymak mümkündür.

C. Hadîslerde Şefaat
Hadîs-i şerîflerde müminler için yapılacak olan şefaatle alâkalı olarak açık haberler vardır. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (sas), bir hadîslerinde her peygamberin kendisine has ve kabul olunan bir duasının bulunduğunu, kendisinin ise, bu duasını âhirette ümmetine şefaat etmek için yapacağını bildirmiştir.34 Yine bir başka rivâyette Hz. Peygamber (sas), mahşerde insanlar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını isteyeceğini bildirmiştir.35 Ayrıca, kendisi dışında, diğer peygamberler, melekler ve diğer salih kullara da şefaat için izin verileceğini haber vermiştir.36 Başka rivâyetlerde bunlara âlimler ve şehitler de ilâve edilmiştir. 37

Ebu Mansur el-Maturîdî (ö. 333/936), şefaatin Kur'ân ve hadîslerle sabit ve hakkında açık delillerin olduğu bir konu olduğunu belirtir.38 Maturîdî kelâmcılardan Nureddin es-Sabunî (ö. 580/1184) ise, şefaat konusundaki hadîslerin 'tevatüre yakın, en azından şöhret derecesinde bulunduğuna, haber-i meşhuru inkâr etmenin ise bid'at olduğuna39 dikkat çeker. Bir Eş'arî kelâmcısı Taftazanî de, şefaatle ilgili hadîslerin mânen mütevatir olduğunu zikreder.40

Şefaat konusunda hadîs külliyatında yer alan pek çok rivâyet mevcuttur. Biz bunlardan yalnızca birisinin yorumu üzerinde kısaca durmaya çalışacağız:
Hz. Peygamber (sas) bir hadîsinde şöyle buyurur: "Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah (kebair) işleyen kısmınadır."41 Her şeyden evvel şu husus unutulmamalıdır ki, peygamberini insanlık için yol gösterici, hayra davet edici bir rehber olarak gönderen Allah (cc), onunla insanlara şu mesajı vermiştir: "Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefet etmekten sakının."42 İşte ilgili hadîsi bu İlâhî beyanın ışığında değerlendirmemiz gerekmektedir. Yani, Peygamberimiz (sas) ümmetine, 'Günahınız büyük de olsa hiç endişe etmeyiniz, korkmayınız, nasıl olsa size şefaat edeceğim.' şeklinde bir mesaj vermiş olmuyor. Burada, Rahmet Peygamberi öncelikli olarak, -şu veya bu şekilde kebire kapsamındaki bir kısım günahlardan kendisini alamamış müminlerin- affedilmeleri için Rabb'ine el açıp yalvaracağını haber vermektedir. İkinci olarak ise, insanlara 'Allah'ın rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmemelerini' bildirmiş olmaktadır.

Hz. Peygamber'in (sas) bu ifade tarzında iki hususun işaretlendiğini söyleyebiliriz: Birincisi, 'büyük günah işleyenin, inkârla iman arası bir noktada kalacağını' öne süren Mutezilî düşüncenin yanlışlığına dikkat çekilmiş olmasıdır. İkincisi, 'Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyen kısmınadır.' nebevî ifadesiyle, 'müminlerin büyük günahları için, ancak Allah katında en muteber, hatırı en ileri olan Hz. Peygamber'in (sas) şefaatinin söz konusu olabileceğine' işaret edilmiş olmasıdır.

D. Konunun, 'İnsan İçin Ancak Kendi Çalışması
Vardır.' İlkesiyle Telifi
Burada ilk bakışta şefaate imkân/izin vermeyen bir delil olarak gözüken bir âyete yer vermek istiyoruz. Necm Sûresi'nde geçen söz konusu âyette şöyle denir: "İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da mutlak görül(üp d)e(ğerlendirile)cektir."43 Açıktır ki bu âyet, insan için sa'yin/amelin gerekliliğini işlemektedir. Zaten Kur'ân'ın, insanı sürekli olarak yönlendirdiği istikamet de bundan başkası değildir.

Bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Bir âyetin ifadesinden hareketle 'şefaat hâdisesinin imkânsızlığı' gibi kesin bir neticeye gidilmemelidir. Zîrâ Kur'ân'da şefaatin varlığını açıkça bildiren âyetler yer almaktadır. Öyleyse konu, bu âyetlerin kayıtları da dikkate alınarak bir bütünlük içinde yorumlanmalıdır. Anlamı gayet açık olan bu âyetle bize esasında şu mesaj verilmektedir: İnsan, yapmış olduğu çalışmaların karşılığını, gerek dünyada, gerekse âhirette zayi olmaksızın bütünüyle önünde bulacaktır.

Netice olarak ifade etmeliyiz ki Necm Sûresi'nde yer alan bu âyetin mesajı geneldir. Âhiret açısından ise, 'her bir sa'ye/amele mizanda mutlaka yer verileceği' gerçeğiyle münasebetlidir. Dolayısıyla söz konusu âyet, hesap ve tartıdan sonra vuku bulacak olan şefaat hâdisesini devre dışı bırakıcı bir mânâ taşımamaktadır.

E. Şefaat İnancının Müminin Hayatına Tesiri/Yansıması
Şefaat inancının inanan bir insanın hayatında olumsuz bir tesir oluşturup oluşturmayacağı hususunu, biri müttaki şuurlu mümin, diğeri inandığı hâlde günahlardan korunamayan bir mümin açısından ele almamız aydınlatıcı olacaktır.

1. Şefaat inancının, amele muvaffak muttaki ve şuurlu bir müminin hayatı açısından değerlendirilmesi
Şuurlu bir mümin, Allah'a Allah olduğu için, O'nun bizatihi herkes ve her şeyden önce teşekküre layık yegâne varlık olduğunu bildiği için ibadet eder; yasaklarından da, O'nu, dinlenilip itaat edilmeye lâyık en yüce varlık olarak gördüğü için uzak durur. Dolayısıyla böyle bir müminin amellerinin hedefinde doğrudan ne Cehennem korkusu ne de Cennet arzusu vardır. Onun perspektifinde Kur'ân'ın ifadesiyle 'dini, hâlisane Allah için yaşamak' vardır. Öyleyse, bu şuurda olan bir müminin şahsına terettüp eden amelleri, şefaat inancından ötürü, terk etmesi söz konusu değildir.

2. Bu inancın, kendisini günahlardan uzak tutamayan bir müminin hayatı açısından değerlendirilmesi
Şefaat hâdisesi için ortaya atılan 'insanların sorumluluklarına halel getireceği' şeklindeki iddiaların daha çok bu ikinci grup açısından söz konusu edildiğini görmekteyiz. İyi niyetle ortaya atılmış olsa da, böyle bir düşüncenin pratik hayatta tesirini gösterdiğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Şefaat inancının 'ahlâkî hassasiyeti zayıflatacağı' endişesi, pratik hayatta karşılığı olmayan mesnetsiz bir iddiadır. Esasında böyle bir endişenin yersizliğini kendimize şu soruları yönelterek de anlayabiliriz:

1. Acaba, yaşadığı hayatta hangi Müslüman 'Nasıl olsa şefaat var!' deyip, sözgelimi, hırsızlık yapmayı, zina etmeyi hafife alır, yalanı, gıybeti vs. önemsemez? 2. Veya hangi mümin kendisini bekleyen bir mükellefiyeti sırf 'Şefaat var!' diye terk eder?

Doğrusu, müttaki bir müminin sahip olduğu şuur böyle bir düşünceye müsaade etmez, inancının zıddına hareket eden bir müminin ise, günahı işlediği anda bu inanç aklının ucundan bile geçmez. Öyleyse problemi başka yerlerde aramak gerekir. Açıktır ki, mesuliyetlerinin gereğini yerine getirmeyen müminler, bunu, 'şuur yoksunluğundan' veya mânevî beslenme yetersizliğinden kaynaklanan 'irade zaafı' gibi saiklerden ötürü yapmış olmaktadır.

İfrata düşmemek kaydıyla, bu inançtan, inanan insanların yararlandırılması bile mümkündür. Şöyle ki:
1. Dinin emir ve yasaklarını çiğneme noktasında bir hayli mesafe kat etmiş, bu sebeple de kendisini, hakkında affın mümkün olamayacağı insanlar arasında gören günahkâr müminler vardır. İşte bu ruh hâli içindeki birine temelde Allah'ın küllî/kuşatıcı rahmeti, özelde ise Hz. Peygamber'in vesilesiyle lütfedilecek olan hususi rahmetin (şefaatin) hatırlatılması faydalı olabilir. Bununla, o kişinin umudunu korumasına ve kendini toparlayıp yeniden salih amellere dönmesine vesile olunabilir.

2. Şefaat doğru anlaşıldığı takdirde, kişileri bencillikten uzak tutup birbirlerine karşı daha saygılı olmaya sevk eden bir dinamik de olabilir. Şöyle ki; şefaat inancı vasıtasıyla müminler, âhirette kimin hangi konumda olacağını ve bu çerçevede İlâhî affa kimin vesile kılınacağını önceden bilemedikleri için 'Her geceyi Kadir, her insanı Hızır bil.' deyişinde olduğu gibi, birbirlerine karşı daha dikkatli ve daha hassas olma duygu ve davranışını kazanabilirler.44

Son olarak bu başlık altında Ebu Hamid el-Gazzalî Hazretleri'nin yorumuna yer vermek istiyoruz. İmam Gazzalî, doğru olmayan bir şekilde şefaate bel bağlamanın yanlışlığını bir örnek yardımıyla şöyle açıklar: Mümin bir insanın, şefaat edileceği ümidiyle, dinin kurallarına uymayı terk edip günahlara dalması, bir hastanın, akrabasından olan başarılı ve müşfik bir hekime itimat ederek, nefsinin arzuladığı her zararlı şeyi yemeye dalmasına benzer. Bu bir cehalettir; zîrâ, bir tabibin gayret ve mahareti bir kısım hastalıkların izalesine fayda sağlasa da, her hastalık/durum için bu söylenemez. Gayretin faydası ancak müdahale edilebilecek durum ve hastalıklar için geçerlidir. Bu sebeple kişinin, sırf tıbba itimat ederek kendini koruma işini terk etmesi caiz değildir. İşte Peygamber ve salih kişilerin, yakın ve uzak olanlara yapacakları şefaati bu şekilde anlamak gerekir. Bu, başka değil, katî surette böyledir. Şefaatin bu şekilde idrak edilip anlaşılması, endişe ve sakınma duygusunu ortadan kaldırmaz.45

Sonuç
Gerek Kur'ân âyetleri gerekse hadîs külliyatında yer alan pek çok rivâyet, gerçekleşmesi ne şekilde olursa olsun, şefaat konusunda başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer salih kullara kıyamet gününde bir iznin/yetkinin verileceğini herhangi bir şüphe ve tereddüde mahal bırakmayacak şekilde haber vermektedir.

İnkârcılar işledikleri küfürle tâ işin başında bu hususi lütfun/rahmetin dışında kalmışlardır. Mümin insanlar için yapılacak olan şefaatler ise, Allah'ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır. Kim kime şefaat ederse, muhakkak kabul görecektir diye bir garanti söz konusu değildir. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî izin ve rıza esastır.

Bir müminin, sırf şefaate güvenerek kendisinden istenilen ameli/pratiği terk etmesi, her şeyden önce Allah'a karşı bir saygısızlıktır; zîrâ O (cc), insanların her an yardım ve rahmetine muhtaç olduğu; bu itibarla da şükre yegâne layık yüce bir Varlık'tır. Bu gerçeğin farkında olmak kaydıyla, bir mümin, şefaat inancını her an gönlünde hissedebileceği bir ümit olarak taşıyabilir. Bunun ötesi tefrit veya ifrata çıkar. Netice olarak ifade etmeliyiz ki, şefaati kabul edenlerin kaybedecekleri, inkâr edenlerin de âhirette kazanacakları bir şey olmayacaktır.

Doç. Dr. Yener Öztürk