๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Aralık 2010, 17:34:23



Konu Başlığı: İslamda cihad
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Aralık 2010, 17:34:23
İslamda CİHAD


Durak Selim


Cihad; Lugatta hedefi gerçekleş tirmek   uğrunda  güçlükle,  meşakkatle  gayret  ve  çaba göstermektir.   Arap   dilinde   güçlük   manasına  gelen   cehd   kelimesinden   türediği   için  kelimenin  lugat   anlamına   binaen, mücadele  manasınada   gelir.

Şer-i istilahda ise cihadın tarifi:    İslam risaletini (davetini) taşımada çıkan maddi gücü maddi güç ile yok etmektir. Allah uğrunda   canla,  malla   veya   fikir   vererek veya asker  çoğaltarak  ve  bunlara   benzer   hususlarla ilgili son   çabayı   sarf   etmektir. Yani cihad; İlah-i  kelimetullah için savaşmaktır. Direk savaşla   ilgili bir husus varsa o cihaddan sayılır. Direk savaş la ilgili değilse, istilahtaki  cihad   anlamına girmez. Daveti yüklenmek, zalime  karşı hak  sözü  söylemek ve buna benzer  hususlar lugatta   cihad  olarak  adlandırılır   isede şer-i istilahta  değildir.  Çünkü Kuran’da ve sünnette lugavi manadaki cihad ile istilahi manadaki cihad hakkındaki naslar ayrı ayrı zikredilmiştir. Allah’u  Teala   şöyle   buyurdu:                                                                   

"(Cihanşumül uyarıcılık görevini   sana   verdik.) O  halde ; Kafirlere  boyun   eğme  ve bununla (Kur’an  ile)  onlara  karşı  olanca  gücünle  büyük  bir cihad ver !"  (Furkan 52)                                                 

"Allah  uğrunda  ona   yaraşacak   şekilde (tam  hakkıyla)  cihad   edin. Sizi O seçti;  din  hususunda üzerinize  hiç bir zorluk  yüklemedi;   babanız   İbrahim’in

dîninde (olduğu gibi). Peygamberin sizeşâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, O, gerek bundan önce ki (kitaplarda), gerekse bu (Kur'an’da) size «Müslümanlar» adını verdi. Öyle ise namazı kılın: zekâtı verin ve Allah’a sarılın. Ne güzel Mevlâ'dır O ve ne güzel yardımcıdır."  (HAC :78)

Resulullah  (sav),  Hadisi   şerifinde  şöyle   buyuruyor :


"Cihadın  en  üstünü,  zalim  yönetici  karşısında  hak  sözü   söylemektir." Yine  cihadın  başka  bir  anlamda  yani  dilde  ise  cihad  şöyle  kullanıldı:

"Eğer  onlar  (Annen, Baban)  seni,  hakkında bilgin   olmayan  bir  şeyi (körü  körüne)  bana  şirk (ortak)  koşman  için  zorlarlarsa,  onlara   itaat   etme.  Onlarla  dünyada  iyi  geçin. Bana   yönelenlerin  yoluna  uy.  Sonunda   dönüşünüz   ancak   banadır.  O zaman  size  yapmış  olduklarınızı  haber  veririm."  (LOKMAN :15) 

Burada  geçen   cihad,  İslam  davetini  yüklenmek  ve  zalimlere  karşı  çıkıp hak sözü söylemek için  son  çaba sarfetmektir. Bu hususta, Müslüman çok  meşekkat  gördüğü  ve  son   çabayı   sarf   ettiği için    cihad   adlandırıldı   isede   buna   İslamda  fikri  ve  siyasi   mucadele  denir. Asıl   konumuz olan   istilahta ki  cihad    kelimesi  savaşta  talan  ve yağma  anlamını   yahut  dehşet lafsında  ifadesini  bulan,  korku  ve  ürkme  anlamını  yahut   hayvan lık ve vahşiliği, musubed ve şiddeti İhtiva  etmez.  Zihinde  yer  alan  bütün bu düşüncelerden farklı, Müslüman olmayanlar  yanında   yaygınlık kazanmış  bulunan   bütün  lafız  ve  terimleri  bir  kenara  bırakarak  tam  aksine,  bu  kelime  İslamın  gerçek hedefini   ortaya   koyan   bir   kelimedir ki; bu da zararı ortadan kaldır-maktır. Bunun kapsamına   başka hususlar  girmesin diye Allah yolunda fisebilillah ifadesi ile kayıtlandırılmıştır. Taki nefis  cihada kendi arzu ve isteklerini sokmasın  bunun kapsamına herhangi bir ülkeyi  köle leştirmek, herhangi bir malı, serveti, yönetimi, otoriteyi veya şöhreti elde edebilmek,  düşmanlık, intikam almak için çaba harcamak gibi hususlar bunun kapsamına  girmesin. Geriye sadece İslami anlamıyla cihad kalmaktadır ki bu da Allah yolunda  cihad’tır. Bunda Allah’ın razı olduğu   hedef ve maksatları  amaç  edinmekten başka  bir şey yoktur. İşte bunu   bildiren   bir çok   ayeti   kerime vardır.  Şöyleki: 

"İşte böylece  sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Resûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi vasat (üstün ) bir millet kıldı. Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Ka’be’yi) biz ancak Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırtetmemiz için kıble yaptık. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Ka’be’ye) çevrilmesi, Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı aslâ zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir."   (Bakara : 143)

Kur’an-ı Kerim burada bizlere  Müslümanların hayatının hedefini   açıklamaktadır. Bu  anlamı  bir başka   yolla  şöyle  ifade  etmektedir. 

"Onlar, (o mü’minler) ki, eğer  kendilerine yeryüzünde  iktidar   verirsek,   namazı  kılarlar,  zekatı  verirler, iyiliği emrederler  ve kötülükten   nehyederler. Işlerin sonu Allah’a varır."  (Hac :41)


Kur’an-ı  Kerim  burada  insanlar   yerine  yeryüzü   kullanmış  ve  Müslü manların güç ve kuvvetinin (Devletinin)  faydasının,  onların   Allah’ın  dinini  yer  yüzünde  tebliğ  etmek  görevini  yerine  getirmelerinde, hayrı   yayıp  kötülüğe  son   vermekte ortaya  çıktığını   açıklamaktadır.  Bu  görev   bütün   dünyayı   kuşatan genel  bir görevdir. Aksine o yeryüzünde bütün   fitne  ve  fesattan   söz   ediyor.   Örnek   olmak   üzere  yüce Allah’ın  şu  buyruklarına  bakalım:

 «"Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvud Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer  Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini savup hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlğa lûtuf ve    kermi ile muamele etmiştir."  (Bakara :251)

"Ne zaman savaş için  bir  ateş  yakmakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu  söndürmüştür. Onlar  yeryüzünde  bozgunculuğa  koşarlar,  Allah  da  bozguncuları  sevmez."  (Maide:64)

İşte bu şekilde  Kur’an-ı  Kerim hakkın   ordusunu  İslam  devletinin  hizmetlerini,  bütün    yeryüzünü    kapsayacak     şekilde sunmuştur.  Eğer  Dünyanın  herhangi  bir  yerinde kötülük fitne, fesat yönetim   güçle ri var olursa  Müslümanlar (İslam devleti) ona ulaşmak ve ona son verip onun  yerine  hayrı  yerleştirmekle  görevlidir.

İşte  onlar (İslam  devleti)  böyle  bir  fesadın ateşini söndürmek üzere  emrolunmuşlardır. Çünkü  yüce Allah  şu  buyruğu  ile  bu  noktayı  dile  getirmektedir;

"Kendileri  ile  savaşılanlara  zulme  uğradıkları  için  (savaşmalarına)  izin  verildi. Allah  elbette ki  onlara  yardım  etmeye  kadirdir. Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer   Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir."  (Hac: 39-40)

Bu  ayeti  kerimede  kendilerine  karşı  savaşılma hükmü   nazil  olan  insanlar  ile  savaşma gerekçesi olarak, onların  verimli bir araziye sahip olmamaları veyahut  büyük  ticaret  pazarı  ellerinde  tutmaları  veya bir  başka  dine  mensup  olmamaları gösterilmiyor  suçlarının zalim  olmak, insanları yurtlarından "Rabbimiz Allah’tır" dedikleri için haksız yere  çıkarma  olduğu  açıkça anlaşılmaktadır. Şöyle bir  hafızamızı  geçmişe geçmişteki  medeniyetlere  götürürsek,  kaydedilmiş tarihi  incelersek  görürüz ki; Allah’ın kanun  ve  yasalarının  dışındaki kurulu medeniyetler, daima   insanlığa  ızdırap çektirmiş, zulm  etmiştir. Şöyle; ki  bazı  toplumlar  nefsi  bir takım  hevalarının esiri olmuşlar bizzat  kendilerini kendileri gibi olan   başka  toplumların Rab ve İlahı yapmışlar. Toplumlar  serkeşleyip işi inada bindirince bir tek fitne  çıkmakla  kalmaz.  İçinde birbirine  benzer  yığınla şeytan, birçok fitneler ortaya  çıkar, işte bu toplumların tufanında   ortaya  çıkan bu güçler, kendi hevalarının  namı  hesabına  zayıfların bütün mallarını talan eder, adalet  ve insafı  ortadan kaldırır,  zulüm  ve  baskının   sancağını  yükseltir  idiler.  Günümüzde  ise   yine  aynı   güçler, (devletler) Başka nizam, kuruluş  ve  çeşitli  şahsiyetlerle türlü çeşitli hilelere sapmak yolu ile fesatlarını gerçekleştirirler. Guçlü  olmak  hakkına  sahip  olduklarından dolayı, gerçek hak  sahiplerinden yani mazlum ve fakir ümmet lerden servetlerini haksızca sömürürler. Yine bütün bu şeytani   emellere, uygulamalara  kendi hedeflerini gerçekleştirmek üzere amaçları doğrultusunda dinide kullanmaya başlayarak zulüm yapmaya koyulurlar, sadece kendi dinlerine sıkı sıkıya bağlanmak  husunda ısrar edip dururlar. İşte böyle fesat sahipleri yani devletler insanlığın bünyesinde  zehirle  dolup  taşan  ve  kötü  kokunun  alabildiğne   yayıldığı  hasta  bir  organ  durumundadırlar.  Böyle bir organı olduğu   gibi   bırakmak   cesedin   tümüyle helak   olması  anlamına gelir. Burdan   hareketle bu   toplumların  önlerinde daimi olarak duran   yönetimlerinin niyetleri ve  toplumdaki kötülüklerin korunması  yolunda  onlarla  dayanışma  içinde  olan  diğer insanların, Allah’ın dini olan dosdoğru yola döndürülmesi  için   yapılan   bütün çabaların etki etmesine imkan bırakmayacak   şekilde sınırı   aşacak   olursa,  o zaman  mazlum   olan   başkalarının   haklarını ellerinden alıp haksızlık yapmalarını engellemek, onların izzet ve şereflerine saldırmalarını, ahlaki,  ruhi  ve  maddi  hayatlarına  karşı  taarruzda  bulunmalarını önlemek için hüküm verilmiş  oluyor.

Bunlar  o  derece   taassuba   kapılmış  kimselerdir  ki   onlara    karşı     taarruzda  bulunmanın mustazaf insanların,  zalimlerin pençesinden  kurtulmalarının zorunlu   olduğunun kesin bir delille  vurgulandığını  görüyoruz.   Şöyleki;

"Size  ne  oluyor ki  Allah  yolunda savaşmıyorsunuz ve Rabbimiz   bizi  halkı   zalim olan şu ülkeden çıkar ve bize katından   bir  sahip ve bir  yardımcı  gönder! diye  dua  eden  o  mustazaf (aciz  ve zayıf  bırakılmış)  erkekler kadınlar ve çocuklar  uğrunda   savaşmıyorsunuz."  (Nisa : 75)

Yüce  Allah’ın  bu  buyruğu   zalim  ve  fesatcılara  karşı  bir  saldırının ifadesidir.  Ayrıca  bu, cihad  savunmadır  diyenlerin  iddalarının nedenli çürük olduğununda   apaçık bir ifadesidir. Yine Yüce Allah  fesad cıların çirkin yüzünü bize  göstermekte.

"Yahudiler : « Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır)» dediler. Hay  dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası! bilakis, Allah’ın ellleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbin den indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar ; Allah da bozguncuları sevmez.   (Maide:64)

Bu gibi kimselere karşı hakkı  savunma ve fesadın kökten kurutulması   savaşıdır.  Diğer   taraftan   şanı Yüce  Allah, hakkı savunma  yolundaki   cihadın   fayda  ve  lüzumunu ortaya koymakta bunun   gerekliliğini pekiştirici ifadelerle  vurgulamakla kalmıyor, aşagıdaki  buyruklarla  şu   hususlarıda  açıklıyor:

"Allah  yolunda   savaşın ve  bilin ki  muhakkah Allah  her  şeyi  işiten ve   bilendir."  (Bakara :244)

"İman  edenler  Allah  yolunda   savaşırlar. Kafirler  ise   tâgût  yolun da   savaşırlar. O  halde (ey  mü'minler) şimdi  siz  şeytanın  velileri (dostları,  yoldaşlar) ile  savaşın   şubhesiz   şeytanın   hilekarlığı  zayıftır."  (Nisâ :76)


İşte bu  hak  ile  bâtıl  arasındaki  sınırı  açıkça ortaya koyan ve kesin ayrım  çizgisini  belirleyen  bir  sözdür. Zulüm  yolunda savaşanlar şeytanın   dostlarıdır.  Zulmü  ortadan kaldırıp ona son   vermek  yolunda   savaşanlar ise Allah yolunda cihad   edenlerdir. Bu  durumda Yüce  Allah   yüzlerce  ayetle  kendi   uğrunda  savaşmanın   kesin   emrini   gösterdi.  Allah’ın   buyruklarını  kendilerine muhatap  alan   mü'minler   ise   insanlığın  bu  hedefini  gerçekleştirmek  için  var  güçleriyle  fitne, fesat  ve  şirkin, zulmün ve adaletsizliğin düzenlerini (Devletlerini) yıkmak, İslam davetini   aleme ulaştırmak için cihad etmeye başladılar. Resulüllah (sav)'ın  Medine’de  kurduğu   İslam  Devleti  ile de,  bütün   dünyanın   fitne   ve  fesattan arındırılması  için   artık   bayrak   açılmış  bulunuyordu.   Kısa   zamanda   Arap  yarımadasında  şirk  ve fesada son verildi.  Allah’ın   nizamının  hüküm sürdüğü Darul İslam   haline  geldi. Daha sonra Arap  yarımadasının  dışındaki   mevcut  devletlerle, İslam’ı  kabul   etme  davetiyle, İslam’ın yayılma esasına   dayalı  ilişkiler kurmuşlardır   onun   için  İslam  Devletinin  en   mühim   işi   İslam   davetini   bütün   aleme   götürmektir. Bize bunu esas kılan şey Muhammed (sav)’ın  ve dininin tüm insanlar çin   gönderilmesidir. Nitekim   Allah-ü   Tela   buyurdu  ki:

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı  olarak önderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler."  (Sebe:28 )

“De ki:"Ey  insanlar! Gerçekten   ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın (gönderdiği) elçiyim." (A’raf :158)

"Kendisiyle sizi  ve bundan sonra onu duyacak herkesi uyarmam için bu  Kur'an bana vahyolundu."  (En’am:19)


İşte bu siyaset değişmeyen sabit bir   yolla  takip  edilir  ki  oda   cihaddır. Şöyle ki: İslam  Devleti  İslamiyet’in  yayılması  işine girişiyor toplumların   üzerinde  kaim  olan  yönetimleri   davetin   önünde   duran   birer engel olarak buluyordu.  Bunun   için  ordular hazırlayıp cihada çıkıyordu ki   davetin önünde duran bu engellerin  kesinlikle kaldırılması gerekiyordu.  İslam’la  yöneterek onları  İslam’a  davet  için  halklara  bizzat  ulaşması  mutlaka   gerekiyordu.  Ta  ki  bu   vesile  ile   bütün   halk, İslam’ın getirdiği adaleti,  huzuru, mutluluğu,  refahı,  onun  gölgesi   altında  görsün  ve  yaşayabilsin, anlayabilsin  cebr  ve  zorlama  kullanmadan  en  güzel  bir  şekilde  onları  İslam’a  davet  etsin  ve  ebediyen, zulüm ve  şirk   nizamının   ateşi   sönsün. Böylece devletin  harici  siyaseti   uygulamada   takip   ettiği  yol   cihad  idi. Bu hiçbir  zaman  bozulmayacak,  Hiçbir  zaman  bir  değişikliğe   uğramayacak. Ta  ki Allah-ü Telanın kelamı, Kuranı  Kerimde belirlediği hususlar gerçekleşene  kadar  devam edecek sabit bir yoldur. Bu   hususları, emirleri  belirten  birçok ayeti  kerime  vardır.      Bunlardan   bazıları  şöyle:

"Yeryüzünde fitne kalmayıncaya   ve  din  tamâmen  Allah’ın   oluncaya  kadar  onlarla   savaşın !  Eğer  (küfre)  son verirlerse  (Onları   bırakın ).  Şüpesiz   ki  Allah   onların   yaptıklarını   çok  iyi  görendir."  (Enfâl :39 )

"Fitne  kalmayıp  din  Allah   için   tatbik  edilinceye   kadar   onlarla  savaşın.  Fitne çıkarmaktan   vazgeçerlerse  zalimler ve aşırılar hariç düşmanlık ve saldırı yoktur."  (Bakara :193)

"Allah  ve  Ahiret  gününe   inanmayan,  Allah  ve  Resulünün   haram   kıldığını   haram  kabul   etmeyen kendilerine  kitap   verilipte   hak   dini  kabul   etmeyen   kimselere   karşı   cizye   verinceye   kadar   savaşınız." (Tövbe : 29 )

İşte; Bu ayetler kendilerini  fetihlere   iten gayenin ne olduğunuda Müslümanlara   belirtmiş  oluyor. Bütün   insanlara   İslam   davetini yani  Allah’ın dini hakim   olasıya   ve fitne,  fesat  yok   oluncaya   kadar tebliğ  etmeye  bütün   Müslümanlar (İslam devletiyle)   mükellef kılındığına  göre, Müslümanların (İslam devletinin) bütün dünya   ile  ilişkisi   olması   lazımdır. İslam devletininde bu   ilişkiyi  kurması,  bu   davetin  yapılması  için İslamın belirlediği metodu   benim seğerek tebliğ  etmesi lazımdır. Bunun   için  İslam  devleti halklara  bizzat  ulaşabilmesi için önlerinde engel  olarak duran kaim olan zalim  yönetimleri ve oteriteleri kaldırmak için fetihler yapmak mecburiyetindedir.