๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 31 Ekim 2010, 18:44:07



Konu Başlığı: İslâm ve Yönetim
Gönderen: Zehibe üzerinde 31 Ekim 2010, 18:44:07
İslâm ve Yönetim

Doç. Dr. Fahreddin Yıldız


İslâm, sadece itikâdî ve ahlâkî değerler içeren bir din değil, aynı zamanda bütün hayatı kucaklayan, evrenselliğe sahip, mükemmel ve dinamik bir sistemdir. Eğer İslâm, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde incelenirse, onun insanın ferdi ve toplumsal pratiği ile ilgili hiçbir alanı dışlamadığı görülür. Evrensel bir dinin varlığı, doğal olarak içinde devlet düşüncesini barındırır. Devlet de, yönetim teorisine dayanır. Şayet bu konuda açık bir nass yoksa, bu teoriyi dinin mahiyetinden elde etmek mümkündür.

Kur'an'da belirlenmiş bir devlet yapısı ve yönetim biçimi önerilmez; ancak siyasal faaliyetin her zaman uymak zorunda olduğu evrensel kural ve ilkelerden söz edilir. Müslümanlara düşen görev belirtilen bu ilkeler doğrultusunda, içinde yaşadıkları çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yönetim biçimini bulmaktır. (1)

Kur'an açısından siyasi faaliyet, kamuyu ilgilendiren işlerin (emanetin) teknik ve ahlâki anlamda ehline verilmesidir. Bu temel ilke Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah, size emanet edilen şeyleri, ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız, adaletle hükmetmenizi emreder. Allah'ın size yapılmasını buyurduğu şey mutlak en güzeldir. Allah her şeyi işiten ve görendir." (2) Bu ayetteki emanet kavramı, maddi-manevi değerleri, ilâhî hakikatleri ve müslüman topluluğun, dünyevi gücü veya politik hakimiyeti kullanmasına ilişkin buyrukları da kapsar. (3) Şu halde emanetin ehline verilmesinin bir anlamı da, İslâm'ın eksiksiz bir hayat projesiyle topluma taşınması ve bu projenin pratikte başarıyla uygulanmasının sağlanmasıdır.

Bilindiği gibi hem peygamber hem de belli bir dönemden sonra siyasi bir lider olan Hazreti Muhammed (a.s), İslâm'ı eksiksiz biçimde hayata taşıdı. Onun siyasal otoritesinin meşruiyyet kaynağı, doğrudan doğruya Kur'an'a dayanıyordu. Çünkü Kur'an mü'minleri Allah'a itaatle birlikte sürekli olarak Peygmber (a.s) e itaat etmeye de çağırmaktaydı. (4)

Hz. Peygamber (a.s)in vefatından sonra siyasi otoritenin, meşruiyyet kaynağını nereden alacağı konusunda farklı görüşler ortaya çıktı. Aslında siyasi otoritenin temel ilkelerinin ve ahlâki kaynağının, Kur'an olduğunda bir ihtilâf yoktur. Fakat siyasi otoritenin, icraatta bulunmak için yetki alacağı güç kaynağının tespitinde farklı ölçütler öne sürüldü. Kur'an'daki şûra tavsiyesinin çağrıştırdığı aklın ve vicdanın çok rahatlıkla görebileceği müslümanların icmaı, icmai ümmet gibi bir ölçüt, (5) her ne hikmetse o dönemde bir türlü görülemedi. Üzülerek belirtelim ki, müslüman coğrafyasının büyük bir bölümünde değinilen ölçüt hâlâ görülebilmiş ve hayata geçirilebilmiş değildir. O gün bu gündür siyasi otoritenin yetki kaynağı, istisnalar hariç genelde Kur'an'ın hiç onaylamayacağı biçimde zulme ayarlı güç odakları olagelmiştir. En çağdaş ve en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilen cumhuriyetin 75'inci yılında bile, siyasetin, bazı liderlerin ve güç odaklarının keyfi yönetimi olmaktan tam olarak kurtulamamış olmasını görmek, yukarıdaki tespiti doğrulamaktadır. Bu bağlamda 75'inci yılında cumhuriyet ideolojisinin ve devlet-toplum ilişkisinin genel bir değerlendirmesini yapmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

Cumhuriyet İdeolojisi ve Devlet-Toplum İlişkisi

1920'li yıllardan başlayıp 1990'lı yılların sonuna kadar uzanan siyasi sürecin geçirdiği evrelere bir göz atacak olursak genel olarak şu gerçekleri tespit edebiliriz:

-Cumhuriyet Türkiye'sinde gerçekleştirilmeye çalışılan reformlarla temelde üç şey hedeflenmişti. Bunlar, ulusal bir kimlik, siyasal bir yapı ve bu yapıya uygun kurumsal yapılanma. Ulusal kimlik, Anadolu Türklüğü; siyasal yapı cumhuriyet olarak kabul edilmiş; modernleşme yolunda da önemli kurumsal yapılanmalara gidilmiştir. (6) Ancak değinilen alanların hiç birinde tam anlamıyla başarı sağlanamamıştır. Cumhuriyetin ilanından bu yana 75 yıl geçmesine rağmen sancılar bir türlü dinmemiştir.

-Cumhuriyet arefesinde, sultan merkezli olduğu iddia edilen siyasal sistemin, cumhuriyetle demokratikleştiği söylendi; ancak pratikte demokratik değil bürokratik bir siyasal yapıyla karşılaşıldı. Çünkü siyasal sistemin iktidar mekanizmalarını, entellektüel bürokrat kesim eline geçirdi.

-1940'lı yılların sonuna kadar siyasal kurumların dizginlerini elinde tutan devletçi elit, anılan süre içerisinde sivil unsurun gücünü kırmaya ve onların siyasal yaşam içindeki direnç noktalarını zayıflatmaya çalıştı. Sonunda giderek güçlenen bir devlet ve onun karşısında oldukça zayıf kalan bir toplum ortaya çıktı, imparatorluktan cumhuriyete geçilmiş olmasına rağmen, başlangıçta sadece siyasal isimler ve aktörler değişti. Sivil toplumun güdük kalmasından dolayı da vatandaş, devlet karşısında hayli etkisiz bırakıldı. Zaten Türk siyasal deneyiminde vatandaş, haklardan çok sorumluluk taşıyan birey olarak yerini almıştır. Mevcut siyasal yapı içinde vatandaş ne gerekli özerk alana, ne de devlet karşısında yeterli bir kontrol ve denetim mekanizmasına sahip olabilmiştir.

-Harf devrimi, Türk toplumunu batılı ülkeler arasına sokarken aynı oranda kendi tarihsel birikiminden ve öz değerlerinden kopardı. Milletin değerlerine ve ülke gerçeklerine göre değil de başkalarının eğitim anlayışlarına göre yetişen vatan evlatlarının bir bölümü, kendi değerlerine ve tarihine karşı çıkacak kadar yozlaştırıldı. Onlar dilde, dinde, sanatta ve millet varlığında büyük olumsuzlukların yaşandığı bir devrin yetimleri olarak yetiştirildiler. Eğitim alanındaki sorunlar bugün de çözülebilmiş değildir; tam aksine artarak devam etmektedir. Okullar, büyük ölçüde genç nesilleri iyi eğiten ve onları faydalı bilgilerle donatan yerler olmaktan çok, sadece diploma dağıtan bürolar haline getirilmiştir. Okullarda ders, kâbus halini almış, diploma arzusu, istikbal endişesiyle çekilmesi gereken bir çile kabul edilmektedir. Çünkü eğitim kurumlarını, ilim ve fikir dışı uğraşlar meşgul etmektedir. Bu gün bilgi ve düşünce üretme kısırlığının temelinde büyük ölçüde bu nedenler yatmaktadır.

-Hilafetin kaldırılması da demokrasi açısından beklenen yararı sağlayamamıştır. Bunun nedeni, hilafet ve saltanatın kaldırılmasıyla egemenliği millete taşıyan somut bir mekanizmanın geliştirilememiş olmasıdır. Hilafetin lağvedilmesiyle birlikte demokratik rejim harekete geçirilemediğinden gerçekte egemenlik hakkı millete değil, bizzat devlete ve onun adına iş gören elit kesime geçmiştir. Benzer sancıların bugün hala yaşanıyor olması, sorunun devam ettiğinin göstergesidir.

-Dış düşmanlara karşı milletçe verilen başarılı bir mücadeleden sonra devletçi elit kesim, İslâmlâ köklü bir hesaplaşma içine girdi. İslâm, sosyal, siyasal ve ekonomik hareketlerin temellendiği formdan çıkarılıp kişilerin vicdanına sığdırılmak istendi. O, inanç ve ahlâkla ilgili işlevini sürdürmeli, sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal misyonunu terk etmeliydi. Devlete de dinin milli karakterini oluşturucu bir fonksiyon yüklendi. Böylece, sosyal ve siyasal alanın dinamik nizamı olan İslâm, kişisel düzeyde bir yaşayış biçimi olarak bürokrasinin mutlak kontrolü altına alındı. Din yerine ikame edilen laisizm, İslâm'ı bizzat kontrol altında tutan bir manifesto şekline getirildi. Zaten Türkiye'de uygulanan laiklik, iddia edildiği gibi din-devlet ayrımını değil, bürokratların İslâm üzerindeki siyasal kontrol mekanizmasını ifade ediyor. Sivil toplumun en yaygın alanı olan dini yaşayış alanı, uygulanan baskılar sonucu güdük kaldı; bu durum toplumun mayasını oluşturan din bağının zayıflamasına ve toplumla devlet arasındaki uçurumun da giderek derinleşmesine yol açtı.

-Türkiye'nin, 1930'lu yılların başında edindiği yeni kimlik, onu girme ideali taşıdığı Batı ailesi içinde de zor duruma düşürdü. Türkiye anılan dönemde, Batılı devletler tarafından anti demokratik bulundu ve bu yüzden şiddetle eleştirildi. Bu tepkiler karşısında 1930 yerel seçiminde çok partili bir sistemle bu imaj silinmek istendi ve Batı'ya Türkiye'nin demokratik olduğu mesajı verilmeye çalışıldı. Ancak İnönü'nün 1936 yılında CHP genel başkan vekili sıfatıyla yayınladığı bir genelgeyle, devletin ve hükümetin parti ile fiilen birleştiğini açıklaması; ayrıca CHP'nin altı okunun, 1937 yılında Anayasa maddesi haline getirilerek devletin temel unsuru olan Anayasanın CHP ilkeleriyle bütünleşmesi (7) Türkiye Cumhuriyeti'ni adeta tek parti devleti konumuna getirdi. Tek parti zihniyetinin, devletin ve milletin tüm kurumları üzerindeki etkisi bugün de ağırlıklı olarak devam etmekte, hatta bazı yönleri sorgulanamaz masum bir ilke muamelesi görmektedir.

-1938 yılında Atatürk'ün ölümüyle, baskıcı bir anlayışa sahip olan tek parti zihniyeti, Türk toplumunun üzerinde mutlak bir hakimiyet kurdu ve demokrasiden yana olanların sesini büyük ölçüde kıstı. Tabii ki bu yöndeki baskıcı politikalar, Demokrat Parti'nin doğmasına zemin hazırladı. Tek parti zihniyeti 1938'den sonra Atatürk dönemindeki anlamından sapan bir Atatürkçülük ideolojisi geliştirdi. Bu kavramla ifade edilmek istenen politika, 1990'h yıllara kadar farklı anlamlar taşımıştır. Atatürk'ün ölümüne kadar Atatürkçülük, Batı'yı model alan, muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı hedefleyen, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir programdı. Atatürk'ün ölümünden sonra bu kavram, tek parti zihniyetinin baskıcı politikalarının ve yaptırımlarının meşrulaştırıcı bir dayanağı haline getirildi.

-1940'lı yılların sonuna gelindiğinde, tek partinin baskıcı tavırlarına rağmen Türk siyasal yapısı, sivil ve çoğulculuğa dayalı bir topluma doğru gelişme gösterdi. Bütün baskılara rağmen direncini kaybetmeyen sivil toplum unsurları 1950 sonrasına taşınabildi ve nihayet 1990'lı yıllara kadar uzanan siyasi sürece katılarak Türk siyasi hayatını renklendirdi. Ne var ki cumhuriyetin 75 yıla erdiği ve 2000 yılına çok yaklaşıldığı şu günlerde bile, milletin iradesini ve rüştünü yansıtan siyasi gelişmelerin önünün hala birileri tarafından kesilmeye çalışılması, sivil ve çoğulculuğa dayalı bir yönetimden yana olanları, ciddi biçimde endişelendirmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, cumhuriyetin kurucu öncüleri, cumhuriyeti ve demokrasiyi Türk toplumunun siyasal yapılanmasında nihai bir hedef olarak tasavvur etmiş olsalar dahi, geçmişteki ve günümüzdeki gelişmelerin pratik sonuçları, tasavvur edilen hedefe arzulanan biçimde ulaşılamadığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bugünkü çok partili dönemde bile hortlatılmaya çalışılan tek parti zihniyeti, Türkiye'deki demokrasinin halka değil belli bir azınlığa ait siyasal bir rejim; Cumhuriyetin de tek parti yönetimiymiş gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu yanlışlar eyyamcı tavırlarla ömür tüketen aciz kimseler tarafından değil, her zaman dinamik bir ruhla haktan, adaletten ve doğruluktan yana olan milletin sağ duyusuyla düzeltilebilecektir. Yeter ki baştan beri değinilen konular, her türlü ön yargı, taraf ve karşıt olmanın ötesinde, dürüst, cesur ve özgür biçimde tartışılıp yanlışlar düzeltilebilsin. Eğer yanlışlar bugünden düzeltilmezse, yarınların yanlış üzerine kurulması kaçınılmaz olur.

Dipnotlar:
1- Bkz. Muhammed ESED, İslamda Yönetim Biçimi, S.45-46 2- Nisa 4/58 3-Bkz. Zemahşeri, Keşşaf, l, 553; Kurtubi, V, 256-258 Muhammed ESED, Kur'an Mesajı, S. 150 4- Bkz. Enfal 8/20, 24,46; Nisa 4/59 vb. 5- Bkz. Al-i İmran 3/159; Şura 42/38 6- Bkz. Ömer ÇAHA, Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk Yıllarında Sivil Toplum, İslami Araştırmalar, C.8, Sayı 2, S. 101 7- Bkz. Mete TUNCAY, Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi, C.8