๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 22:14:10



Konu Başlığı: İslam ve evrensellik 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 22:14:10

İslam ve Evrensellik 2

PEYGAMBERLERİN DİĞERLERİNİ TASDİKİ
Kur’ân’dan öğrendiğimize göre Allah’ın bütün peygamberlerden söz alması hâdisesi de ilâhî dinlerin birliğini, İslâm’ın evrenselliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: Bakın size Kitap ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Kabul ettik’ dediler. O hâlde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.’ dedi.”(Âlu İmrân: 81)

Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre risalet görevinin gereği olarak her peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberi tasdik eder, onu müjdeler. Müfessirlere göre aynı şekilde peygamberleri aracılığı ile onlara tabi olan ümmetlerinden de, kendi peygamberlerinden sonra gelecek peygamberleri ve getirdikleri kitapları kabul ve tasdik edecekleri konusunda söz almıştır.40 Bir görüşe göre de Allah (c.c) her peygamberden, ahir zamanda gelecek son peygamberine inanmalarına dair söz almıştır.41 Bunun içindir ki, daha önce açıklaması geçtiği üzere Kur’ân, sadece kendi peygamberlerini inkâr eden ümmetleri bütün peygamberleri inkâr etmiş gibi kabul etmektedir. Çünkü bütün peygamberler aynı zincirin birbirini tamamlayan halkaları gibidirler.

Hakikat ve tevhid dini oluşu bakımından İslâm, daima var olan, bu âlem ve onun Yaratıcısı var oldukça varlığı devam edecek olan ezelî ve ebedî bir dindir. İnsanlar onu tanısalar da tanımasalar da yok olmayan bir gerçektir. Batıl, uydurma dinler ise gerçeklilik açısından hiçbir zaman İslâm Dini gibi olamazlar. Bu uydurma ve batıl dinler, taraftarlarının yüz çevirmesiyle, gerçekte var olmayıp değişik nedenlerle öyle kabul edilen mevhum mabutları gibi ortadan kalkarlar. Ancak, nasıl ki, ilmî gerçekler insanların cehlinden dolayı büsbütün sönüp gitmezler, sadece bu gerçeklerin hayata yansımaları, aksedişleri kaybolup gizlenirse, ilâhî dinler de böyledir. Kim ne derse desin Allah daima birdir. Herşeyin yaratıcısı o’dur.42

İslâm gerçeği, Kur’ân’da çarpıcı bir örnekle ifade edildiği gibi, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Allah’ın izni ile her zaman, mevsimler tazelendikçe yemişini verdiği gibi43 İslâm ağacı da insanlık tarihinin her döneminde insanlar kabul etsin veya etmesin kökleri sabit ve sağlam, dalları göklere yükselmiş olarak sarsılmadan ayakta kalmıştır. İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’e kadar her peygamberin o asıl ve sabit olan ağaca canlılık kazandırmasıyla meyvesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)’den sonra Kıyamet’e kadarki süre içinde de -zaman zaman kuruyor gibi görünse de- İslâm aynı özelliği devam ettirerek peygamberlerin varisleri olan âlimler tarafından Allah’ın izniyle canlandırılarak meyvesini vermiş ve sonuna kadar da verecektir. Çünkü meyve verme kabiliyetine her zaman sahiptir.


ESKİ VE YENİ İSLÂM

O hâlde günümüzün yaşanan realitesi içinde en son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’in getirdiği İslâm ile asıl itibarıyla İslâm olan fakat zaman içinde tahrife uğrayarak asliyetini koruyamamış bugünkü şekliyle Yahûdilik ve Hıristiyanlık arasında ne tür bir ilişki, bir bağ bulunmaktadır. Bu konuda nasıl bir değerlendirme yapmak gerekmektedir?

Böyle bir soruya cevap vermek için de konuyu iki safhaya ayırmak gerekmektedir.

Birinci safhada; Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dinin, henüz zamanın tesiri ve insan eliyle tahrif edilmemiş hâlindeki asılları itibarıyla geçmiş ilâhî dinlerle olan ilişkisi söz konusudur.44

Bu birinci safhada İslâmiyet’in diğer semavî dinlerle ilişkisinden söz ederken her şeyden önce Kur’ânî gerçeği ifade etmek gerekmektedir. Bu Kur’ânî gerçeğe göre gönderilen her peygamber, indirilen her kitap kendisinden öncekini tasdik ve teyid edici olarak gelmiştir. İncil Tevrat’ı,45 Kur’ân da Tevrat ve İncil’i kendisinden önce gönderilen bütün ilâhî kitapları tasdik ve teyid etmektedir.46 Daha önce mealini verdiğimiz âyete göre de Allah Te’âla bütün peygamberlerden beraberindeki kitabı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona inanıp, yardım etmeleri konusunda söz almıştır.(Âlu İmran: 50)

Ancak bu noktada şu soru akla gelebilir. İlâhî kitaplar arasında mevcut birbirini tasdik ve teyid etme hükmü, sonra gelenin, öncekini herhangi bir şekilde değiştirmeksizin yenilemesi ve tekrarı demek değil midir? Sonra gelen öncekinin bazı hükümlerini değiştiriyorsa buna birbirini tasdik ediyor denilebilir mi? Birbirini tasdik ve teyid etme gerçeği sonra gelenin öncekinden herhangi bir şeyi değiştirmemesini gerektirmez mi? Hakikat bu olunca acaba gerçekte durum nasıldır?47

Gerçekten de İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini değiştirerek gelmiştir. (Âlu İmran: 50) Kur’ân-ı Kerîm de, önceki kitapların bazı hükümlerinin aksine, bütün temiz yiyecekleri helâl, bütün pis şeyleri de haram kılmıştır. Açıkça insanların üzerindeki ağır sorumlulukları, ağır emir ve yasakları kaldırmak için geldiğini söylediğine göre Kur’ân-ı Kerîm, İncil ve Tevrat’ın bazı hükümlerini değiştirmiştir. (7/A’raf: 157) Ancak şu veya bu şekilde sonraki ilâhî bir kitabın önceki kitaptaki bazı hükümleri değiştirmesi, sonrakinin öncekini nakzetmesi, veya önceki kitabın nazil olduğu zaman ve şartlara göre son derece anlamlı olan hükümlerinin hikmetini inkâr etmesi demek değildir. Sadece önceki ilâhî kitaplarda bazı şeylerin haram kılınması, zaman ve şartlar öyle gerektirdiği için ve belirli bir süre için olmuştur. ½artlar değişip, belirli süre geçince eskiler değiştirilmiş yeni zaman ve şartlara daha uygun, daha faydalı hükümler getirilmiştir.48


TEKÂMÜL SEYRİ


Varlık âlemine baktığımızda herşeyde bir tekâmül kanununu müşahede etmekteyiz. Bu tekâmül kanunu da her varlığın türüne göre farklı merhalelere ayrılarak seyretmektedir. İnsanoğlu da şu âlemde gerek fert olarak gerekse topyekün insanlık olarak bir tekâmül kanununa göre hayat sürmektedir. Fert olarak insan farklı merhalelerden geçerek dünyadaki tekâmül sürecini tamamlayıp öbür âleme intikal ederken, topyekün insanlık da başlangıçtan itibaren şu yer küresi üzerindeki ömürleri içinde kültür ve medeniyet açısından birçok devrelerden geçerek bugünkü seviyeye gelmiştir.

İşte nasıl ki bir insan, doğuşundan itibaren bebeklik, çocukluk, olgunluk ve yaşlılık devreleri itibarıyla önce anne sütü, sonra yumuşak nişastalı yiyecekler ve daha sonra normal gıdalarla beslenmek durumundaysa; insanlık da kültür, medeniyet ve anlayış seviyelerine göre farklı devirlerde temelde aynı fakat teferruatta farklı olabilen ilâhî şeriatlere muhatap olmuştur. İnsan için temel ihtiyaçlar olan su, hava, ısınma, temizlik gibi şeyler hiçbir zaman değişmiyorsa insanlık için her zaman ortak ihtiyaçlar olan iman ve ahlâkla ilgili asıllar da değişmemiştir, Söz konusu temel konularda zaman ve toplumlara göre en fazla üslûp ve ifadede bir farklılık olmuştur ki bu da gayet tabiîdir.

Neticede insanlık genel olarak ortak denebilecek bir medeniyet ve anlayışa geldiğinde bütün insanlığa tek bir din olarak Kur’ân şeriati tebliğ edilmiştir. Kıyamet’e kadar gelecek insanlığın farklı zamanlardaki farklı ihtiyaçlarını karşılamak için de Kur’ânî çerçeveyi taşmamak şartıyla, Allah rızası için ehliyetli kişilerin yorum ve içtihada gitmelerine müsaade edilmiştir.

Bütün ilâhî şeriatler de aynen bunun gibidir. Hepsi de bütünüyle doğrudur. Hepsi de A’dan Z’ye kadar birbirini doğrulamaktadır. Ancak bu doğrulama iki türlüdür. Biri; hükmün geçerli oluşunun devamına izin vererek doğrulamadır. Diğeri ise; geçmişin şartları, sınırları içinde doğruluğunu tasdik etmedir. Bu da ilâhî şeriatlerin iki türlü hüküm ihtiva etmelerinden kaynaklanmaktadır.49

Birincisi: Geçerliliği devamlı olan hükümler ki, bunlar şartların, zaman ve mekânın değişmesiyle değişmeyen hükümlerdir.50

Daha önce birçoğuna işaret ettiğimiz Kur’ân âyetleri göz önünde bulundurulursa Allah (c.c)’ın Hz. Mûsa’ya ve Hz. İsâ’ya indirdiği birçok hükümleri ve ahlâkî prensipleri bazı değişikliklerle ve farklı bir üslûpla Hz. Peygamber (s.a.s)’e de indirmiş olduğunu anlarız. Her ne kadar bugün, Yahûdi ve Hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil; Hz. Mûsa ve Hz. İsâ’ya indirilen Tevrat ve İncil’den çok farklı olsa da, içinde sözlü rivayete dayalı olarak bu güne kadar korunan bazı doğru haberlerin, asıldan kalma doğru hükümlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekmektedir.

Bugün Tevrat ve İncil’de geçtiği şekliyle Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tarafından tebliğ edilmiş, geçerliliği devamlı mahiyette olan birçok ahlâkî kaidelere bir göz atacak olursak Kur’ân-ı Kerîm’de de ufak uslûp farkı dışında aynen zikredildiğini görürüz. Meselâ, mahallî ve şartlı vecibe olarak kabul ettiği (sebt) Cumartesi günü balık avlama yasağı hariç51 Tevrat’ın Çıkış kitabında 20. babta yer alan meşhur “On Emir”in, hem Matta İncil’i 5. babta yer alan Hz. İsâ’nın “Dağdaki Vaazı” hem de Kur’ân-ı Kerîm ile tasdik edildiği görülür. Ancak Tevrat ve İncil’de bu emirler topluca zikredildiği hâlde, Kur’ân’da Mekkî ve Medenî surelerde dağınık olarak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda meselelere çözüm getiren birer hüküm şeklinde indirilmiştir.52
Tevrat’ta zikredilen Cumartesi dışındaki On Emir’in hükümleri şunlardır:
1-Karşımda başka ilahların olmayacaktır.53
2-Kendin için oyma put... yapmayacak ve onların önünde secde etmeyeceksin.54
3-Rabbinin ismini boş yere ağzına almayacaksın.55
4-Babana ve anana hürmet edeceksin.56
5-Katletmeyeceksin.57
6-Zina etmeyeceksin.58
7-Çalmayacaksın.59
8-Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin.60
9-Komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.61

Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm dikkatle tetkik edildiğinde dağınık şekilde de olsa daha bir çok iman, ahlâk ve amelle ilgili üç kitapta da ortak olan emir ve hükümleri bulmak mümkündür.

Bu örneklerden anlaşılıyor ki, önceki ilâhî şeriatlerden birisine mensup olanlar yukarıda örnek olarak verilenleri veya benzer emir ve hükümleri unutunca bir sonraki şeriat onun aynısını veya ihtiva ettiği aynı anlamı hatırlatarak tekid etmiştir.

İlâhî şeriatlerin ihtiva ettiği hükümlerin ikincisi:
Uzun veya kısa süreli olsun belirli bir zaman dilimi için teşri edilen hükümlerdir. Söz konusu belirli zaman dilimi sona erince bu tür hükümler de yürürlükten kalkar. Ancak bir sonraki şeriat bu hükümlerin yerine yeni ortaya çıkan şartlara, ortama daha uygun olan hükmü getirir. Bu keyfiyeti de şüphesiz Allah daha iyi bilir. Kur’ân’daki “Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti neshetmez (silmez, yürürlükten kaldırmaz) veya onu unutturmayız...” (Bakara: 106) âyeti bunun teyidi mahiyetindedir.62

Bütün ilâhî şeriatlerde sözü edilen bu iki türdeki hükümlerin bulunması zarurîdir. Çünkü bir toplumu ayakta tutup geçmişine bağlayan toplumlardaki devamlılık ve istikrarı sağlayan unsur hiçbir zaman değişmeyen hükümler olduğu gibi, süreli ve geçici hükümler de insan toplumlarının gelişmesi, daha iyiye ve mükemmele yükselmesi için vazgeçilmez birer unsur teşkil etmektedirler. İlk ikisi tahrif edilmiş de olsa bugün insanlığın elinde bulunan üç ilâhî kitap Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle incelediğimizde sözü edilen iki unsuru açıkça görmek mümkündür.

İlâhî dinlerde bu iki türdeki hükümlerin bulunması daha önce de vurgulandığı gibi insan toplumlarının gelişme sürecine, toplumlar arasındaki medeniyet farklılığına uygun olarak son derece hikmetli bir teşri metodu ortaya koymaktadır.

Meselâ Tevrat’ın getirdiği şeriatte beşerî kanun için gerekli, “Adam öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, zina etmeyeceksin”63 gibi genel hükümlerde hukukun tanzimini, adalet ve hukukta eşitlik prensiplerinin uygulanmasının istendiğini görürüz.

Daha sonra gelen İncil’e baktığımızda, onun Tevrat’ın ahlâkî hükümlerini tanımasıyla birlikte64 yeni tamamlayıcı ilâve hükümler getirdiğini görmekteyiz. Meselâ, “Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin...”65, “Yalnız kardeşlerinizi selâmlarsanız fazla ne yapmış olursunuz ? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı?”66, “İnsanlara iyiliğinizi gösteriş için yapmayınız...”67, “İnsanların suçlarını bağışlarsanız semâvî babanız(!) da sizi bağışlar”68, “Göz yerine göz, diş yerine diş” denildiğini işittiniz, fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir.”69 gibi ahlâkî hükümleri görmekteyiz. Bu yapısıyla İncil’de genel olarak müsamaha, hoşgörü, merhamet, cömertlik ve iyilik yapma gibi bir özellik ağır basmaktadır.


İslâm, kerim Rabbimiz’in biz insanlara yolladığı dinin adıdır. Son olarak Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla Hz. Muhammed aleyhisselâm’a verilen son mesajın özel adı olmuştur. En güzel ‘boya’ olarak (Bakara: 138) yollanan İslâm, en mütekâmil, tüm gelişmelere açık ve daha önceden gelen diğer formların ana konularını bünyesinde barındıran form olarak Rabbimiz’in son mesajını ihtiva etmektedir. Dolayısıyla İslâm denildiği zaman, İlâhî kökenli tüm dinler anlaşılmalıdır. Bu mânâda Hz. Nuh da, Hz. İbrahim de, Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s) da hep bizim peygamberlerimizdir. İslâm’ı fıtrat dini olarak gönderen Allah (c.c), zamana bağlı olarak bazı şeklî ve fer’î meselelerde değişiklik yapmıştır. İslâm ağacı, Hz. Âdem’den bugüne hiçbir zaman meyve vermekten geri kalmamış, ‘kökü yerde, dalları semada’ bir ağaç gibi insanları gölgelendirmeye devam etmektedir. Yazımız tüm bu hususları kaynaklarıyla değerlendirmektedir.



MUKAYESELİ ÖRNEKLER


Son olarak gelen Kur’ân şeriati ise, kendisinden önce gönderilen Tevrat ve İncil şeriatlerinde adı geçen özellikleri, temel prensipleri birleştirerek insanlığın gelişen ve gelişmekte olan medeniyetlerine cevap verecek şekilde ortak prensipler olarak insanlığa tebliğ etmiştir. Meselâ;

“Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşâ (edepsizlik)’dan, münker (fenalık)’den ve bağy (azgınlık)’dan men eder...”(1Nahl: 90).
“Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez”(½ûra: 40).

“Eğer (bir topluluğa) azab edecekseniz, size yapılan azabın misliyle azab edin. Ama sabrederseniz and olsun ki O, sabredenler için daha iyidir.”(Nahl: 126).

“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı: Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın. Bununla beraber öldürülenin kardeşi tarafından katil lehine bir şey affolunursa, artık örfe uymak ve öldürülen (taraf)’a (borcu) güzellikle ödemek gerekir. Bu rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir...”70(Bakara: 178) gibi âyetlerde71 Kur’ân; Tevrat ve İncil’deki hüküm ve prensipleri en mükemmel bir tarzda telif edip birleştirerek insanlığa sunmuştur. Tevrat’taki adalet ilkesi doğrultusunda kısasa kısas hükmü ile İncil’deki müsamaha, affetme ve merhameti insanlara kolaylık ve rahmet olsun diye birleştirerek teşri etmiştir.

Meâlini verdiğimiz kısas âyetinde Kur’ân-ı Kerîm, öldürülen birinin yakınlarına diledikleri takdirde öldürmeye karşılık katilin ölüm cezası (kısas) ile cezalandırılmasını bir hak olarak verirken adaleti gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan yine maktulun velileri razı oldukları takdirde diyet karşılığında katile kısas uygulanmasından vazgeçilebilmektedir ki, bu da kolaylık ve rahmettir.72

Bütün bunların yanında Kur’ân-ı Kerîm ilâve olarak yeni hüküm ve prensipler de vaz’ etmiştir. Böylece yüksek medenî toplumlar için gerekli selâmlaşma, izin isteme, oturup kalkma, konuşma gibi ve daha birçok adâb-ı muaşeret prensiplerini de getirmiştir.73


Doç. Dr. İdris Şengül


Konu Başlığı: Ynt: İslam ve evrensellik 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 22:18:29
TAMAMLANAN “DİN”

Yukarıdaki örneklerden ve açıklamalardan anlaşılıyor ki, ilâhî dinlerde her zaman için geçerli olan eskiyi koruma unsuru ile daha iyi olan yeniyi alma unsuru bir arada bulunmaktadır. Birçok peygamberin diliyle farklı devirlerde insanlığa tebliğ edilen ilâhî şeriatler âdeta aşağıdan yukarıya doğru yükselen basamaklar, din, ahlâk ve toplum siyaseti binasında üst üste konulan tuğlalar gibidir. ½üphesiz son tuğla binayı tamamlayan unsurdur. Aynı zamanda köşe taşı durumundadır.74

Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça; “bugün size dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâm’ı beğendim.”(Maide: 3) şeklinde ifade edildiği gibi Hz. Peygamber (s.a.s)’in gelmesiyle evrensel mahiyetteki “İslâm Dini” tamamlanmıştır.

Bizzat Hz. Peygamber de ilâhî risaletlerin mahiyetini ve en son risaletin mübelliği olan kendisinin diğer risalet sahipleri karşısındaki durumunu çok güzel bir şekilde şöyle ifade etmişlerdir: “Benim ve benden önce gelen peygamberlerin misali şuna benzemektedir ki, bir adam güzel bir bina yapıp onu süsledikten sonra, binanın köşelerinden birinde bir tuğlayı eksik bırakır. İnsanlar da bu binayı ziyaret ederler ve hayretlerini belirterek, “½u tuğla da koyulsaydı ya!” derler. İşte ben o tuğlayım ve peygamberlerin sonuncusuyum.”75 O hâlde ilâhî dinlerin bu şekilde belli bir olgunlaşma süreci içinde insanlığa tebliğ edilmesi, Allah’ın inayet eli, Kader-i İlâhî tarafından insanlığın tedricî bir şekilde terbiye edilmesi için çizilen hikmetli bir siyasettir. O kadar ki, Allah’ın bu konuda takip ettiği siyasette herhangi bir aşırılık ve kopukluk, duraklama ve geriye dönüş, herhangi bir çelişki ve aykırılık yoktur. Aksine aralarında örtüşme, uyuşma, sebat ve istikrarla beraber; gelişme, olgunlaşma ve nihayet en parlak bir noktaya yükselme söz konusudur.76

Daha önce ileri sürülen bir soruya göre bu ikinci merhalede Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm’ın, üzerlerinden uzun asırların geçmesi sonucu tahrife uğramış hâliyle diğer semavî dinlerle ilişkisi konusu birinci merhaledekinden çok farklıdır.

Daha önce de ifade edildiği gibi Kur’ân, herhangi bir değişikliğe uğramamış ilk asılları itibarıyla geçmiş bütün semavî kitapları tasdik ve teyit etmektedir. Ancak bu ikinci konumda Kur’ân’ın önceki “Tasdik Edici” sıfatına, diğer ilâhî kitaplar üzerine “Müheymin = Kollayıp koruyucu”(Maide: 48) anlamında diğer bir sıfatı da ilâve ettiğini görmekteyiz. Yani Kur’ân kendisinden önceki ilâhî kitapların koruyucusu ve muhafızıdır. Bu vasfı gereği Kur’ân, tarihin tespit ve tescil ettiği önceki kitaplardaki doğruyu, iyiyi teyit ve tasdik etmekle yetinmemiştir. Daha da ileri giderek asılda olmayan şeylerin önceki ilâhî kitaplara ilâve edilmesinden onları korumuştur.77 Yahûdi din adamlarının kendi içtihatlarına dayanarak din adına koydukları aşırı hükümleri,78 “Resulüm de ki; eğer iddianızda doğru iseniz Tevrat’ı getirip onu okuyun”(Âlu İmran: 93) ifadesiyle reddetmiştir. Ayrıca geçmiş semâavî kitaplarda mevcut olduğu hâlde gizlenen bazı gerçekleri de gerektiği zaman açıklamıştır. Bu konudaki Kur’ân’ın açıklaması da şöyledir: “Ey kitap ehli, elçimiz size geldi. Kitap’tan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor...”(Maide: 15).

Kısacası Hz. Peygamber’in en son olarak insanlığa tebliğ ettiği İslâm’ın, ilk asılları konumundaki diğer ilâhî dinlerle ilişkisi, mutlak surette onları tasdik etme ve bütünüyle hükümlerini teyit ilişkisidir. Kur’ân’ın, şu andaki mevcut hâliyle diğer ilâhî dinlerle ilişkisi ise, asıllarından günümüze kadar değişmeden ulaşan kısımlarını tasdik, sonradan bulaşan asılsız hurafeleri, bu ilâhî kitaplardaki ilâveleri tashih etme ilişkisidir.79

Netice olarak anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın ve O’nu tebliğ eden en son peygamberin getirdiği İslâm’la, önceki ilâhî kitaplar ve onların tebliğcileri olan geçmiş peygamberlerin getirdiği İslâm aynıdır. Ancak bugün insanlığın sahip olduğu Kur’ân’ın dışındaki semavî kitaplar zaman içinde tahrife uğramış, ilâve ve noksanlıklar arız olmuştur. Dolayısıyla onların bugünkü müntesipleri asıl İslâm’dan uzaklaşmış, inhiraf etmişlerdir. Bunun içindir ki, Kur’ân, nazil olduğu 14 asır öncesinden beri yer yüzünde var olan geçmiş ilâhî kitaplara, dinlere mensup olanları, temelde aynı olan ortak gerçeklere, aynı din çatısına tekrar dönmeleri için mütemadiyen davet etmektedir. Kur’ân’ın Ehl-i Kitab’a yaptığı bu çağrıyı burada bu vesile ile bir defa daha hatırlatmak istiyoruz.

“(Ey Rasûlüm) De ki: Ey Kitap ehli! Bizimle sizin aranızda bir olan kelimeye (tevhid kelimesine) geliniz: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, Allah’ın dışında birbirimizi rabler edinmeyelim.’ buna rağmen yine de yüz çevirirlerse: ½ahit olun, biz müslümanlarız’ deyin.”(Âli İmran: 64).

Kur’ân bütün peygamberlere ve dolayısıyla bütün insanlığa gönderilen mutlak dinin “İslâm” olduğunu her vesîle ile muhataplarına açıklarken daireyi daha da genişleterek en şumullü anlamıyla göklerde ve yer yüzünde var olan bütün varlıkların da dininin “İslâm” olduğunu açıklıkla ifade buyurmaktadır.80 Çünkü herkesin görebileceği şekilde içinde yaşadığımız âlem bir nizama tâbî bulunmaktadır. Kâinattaki gerek herbir varlıkta gerekse topyekün varlıklar üzerinde fevkalâde bir plân dahilinde yürürlükte olan kanun ve nizam hakimdir. Bu kanun ve nizamı koyan da Allah Teâlâ’dır. Bütün varlıkların bu ka-nuna itaat etmeleri, İslâm dinini yaşamaları ve ta-kip etmeleri demektir. Çünkü genel anlamıyla İslâm, kâinâtın yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ’ya itaat ve teslîmiyetten başka bir şey değildir. O hâlde Cenab-ı Hakk’a ve kanunlarına boyun eğmek sûretiyle itaatte bulunan kainattaki herşey İslâmîdir. İnanma ve inkar etmede seçme hürriyetine sahip olan insan ve cin bir tarafa bırakılırsa âlem bütünüyle Allah’a inanmakta Ona boyun eğip teslim olmaktadır. Herşey, kendisini yaratan rabbini bilmekte ve Ona ibadet etmektedir.81 Zîra tek bir Allah’a inanma, Ona teslim olup boyun eğme, Allah’ın insanı ve bütün mahlukatı üzerinde yaratmış olduğu fıtrat dini, tabiî dindir.82(Rûm: 30) Allah’ın yarattığı varlıklar olması hasebiyle kâinattaki herşey Allah’ı tasdik edip şahitlik etmektedir. Yaratılışlarındaki fıtrat ve mahiyetleri istikametinde Tevhîd’i yaşayıp kulluklarını göstermektedirler. Bu gerçeği Kur’ân; “Göklerde ve yer yüzünde bulunanların ister istemez teslim oldukları Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?..”(Âlu İmran: 83) âyetiyle açıkça ifade etmektedir.

Diğer benzer anlamdaki âyetlerde de, göklerde ve yerde bulunan herşeyin bizim anlayamadığımız dillerle Allah’ı tesbih ettikleri, onların ve hatta gölgelerinin bile sabah-akşam Allah’a boyun eğip secde ettikleri açıklanmaktadır.83

İnsanlık tarihinin her döneminde peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen “din”in, esas itibarıyla değişmeyen “İslâm” olması, yaratılan birer varlık olmaları sebebiyle bütün varlıkları da yaratan Allah’a aynı din çerçevesinde fıtratlarıyla itaat edip teslim olmaları gerçeği, Kur’ân’ın muhataplarına vermek istediği önemli bir olgudur.



İSLÂM’IN TARİHİ


Sözü edilen ve benzeri Kurânî gerçeklerden hareketle diyoruz ki, Allah Teâlâ bütün varlıkları kendisini tanımaları, kendisinden başka bir ilâh olmadığına şâhitlik etmeleri için yaratmıştır. Hem varlığın hem de insanoğlunun yaratılış temeli İslâm’a dayanmaktadır. Bu Kur’ânî gerçeğe göre İslâm’ın tarihi çok eskidir. Çünkü insan yokken de âlem, Allah’a teslim olup boyun eğmiştir. O hâlde İslâm’ın tarihi insandan önce başlamaktadır. İnsandan önce de, İslâm vardır. Başlangıcı varlığın yaratılmasıyla beraberdir. Ancak bilinçli olarak ve ihtiyarî düzeyde, iradeye bağlı olarak yaşanması Hz. Âdem’in (a.s) yaratılmasıyla başlamıştır.84 Nitekim Allah Teâlâ Âdemoğullarını yarattıktan sonra sırtlarından zürriyetlerini aldığı bir merhalede kendilerini kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” hitabını yöneltmiş, onlar da “Evet” diyerek, yegâne rablerinin Allah olduğuna, Allah’tan başka gerçek bir ilâhın bulunmadığına dair söz vermişlerdir.85(A’râf: 172)

Rûm sûresi 30. âyetteki “Allah’ın Fıtratı” ifadesi Resûlullah’tan gelen bir rivayette “Allah’ın dini” şeklinde tefsir edilmiştir.86 Bundan da kasıt İslâm dini, vahdaniyet dinidir ki, insanların tabiatında değişmesi imkânsız bir şekilde yerleşmiştir.

Gerçekten de insan nefsinin yaratılışı ile fıtrat dini İslâm arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Çünkü her ikisi de Allah’ın eseridir. Her ikisi de Allah’ın varlık âlemine koymuş olduğu kanuna uygundur. Herbiri diğeriyle yaratılış ve gayede uyuşmaktadır.87 Bunun içindir ki, yine bizzat Kur’ân’ın; “Allah’a şirk koşan müşrik kafirlere: “Gökleri ve yer yüzünü kim yarattı?” diye sorsanız, muhakkak ki, “Allah”diyeceklerdir.”88(Lokman: 25; Zümer 38) ifadeleriyle bu gerçeğe dikkat çekilmektedir. Bu ifadelere göre, Allah’a inanmayan ve Ona şirk koşan kimse bile maddî varlığı itibarıyla Allah’a boyun eğmeye, kanunlarına itaat etmeye mecburdur. Bu anlamda da Müslüman olmak zorundadır. Çünkü her insan cismanî hayatı itibarıyla Allah’ın takdîiri olan bir çizgide hayata başlayıp bitirmek zorundadır. Ancak imtihana tâbi tutulan insanın bu zorunlu imanı, kurtuluşu için yeterli değildir.89 İnsanın fiilleriyle alâkalı insan olmanın bir gereği olarak başka bir sorumluluk alanı vardır ki, bu alan için insana düşünce, anlayış ve temyiz kabiliyeti verilmiştir. Yine insan bu sorumluluk alanı içindeki konumunda diğer varlıkların aksine irade beyan etme, seçme hürriyetine sahiptir. Bu noktada Müslüman olmak ve reddetmek hususunda hürdür. Ancak insan kendi iradesi ve seçme hürriyeti ile Allah’a ittaat ederse İslâm’daki kemale erişmiş olur.128

Tek bir Allah’a inanma, O’na boyun eğme dini olan fıtrat dini, bir âyette de “Allah’ın boyası” teşbihiyle ifade edilmektedir. (Bakara: 138) Âdeta bir elbisede boyanın görüldüğü gibi, Allah’ın bizi üzerinde yarattığı, üzerimizde görünen Allah’ın boyası, dinidir. Elbetteki Allah’ın boyasından daha güzel bir boya, yani din yoktur.91

Hz. Peygamber (s.a.s) de fıtrat dini konusunda bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır: “Her çocuk fıtrat dini (İslâm) üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu ya Yahudileştirir, ya Hıristiyan, ya da Mecûsî yapar...”92

Allah Teâlâ’nın fıtrat dini açısından varlık âlemine dercettiği iki türlü kanunu, şeriatı vardır. Biri,Tekvinî kanun ve emirlerdir ki, bunları değiştirmek mümkün değildir.93 Genellikle cansız ve şuursuz varlıkların itaat ettiği, boyun eğdiği şeriatidir. İnsanın cismanî hayatı için de bu şeriat geçerlidir.

Diğeri de teşriî kanunlardır ki, insan bunların uygulamasını ihmal edebilecek hürriyet ve ihtiyara sahiptir.94

Bütün bu Kur’ânî çerçevedeki izahlardan, varlık âleminde müşahede edilen ölçü ve nizamın bozulmadan devam etmesinden, varlıkların tümünün fıtratlarıyla Allah’a itaat edip teslim olduklarını açıkça anlamaktayız. “Dolayısıyla en şümullü anlamıyla İslâm; varlığın fıtratı, tabiatın ve hayatın kanunudur.”95 demek mümkündür.

İşte bütün peygamberler ve en son olarak Hz. Muhammed (s.a.s) de evrensellik boyutu, canlı-cansız, şuurlu-şuursuz bütün varlıkları içine alacak mahiyete sahip fıtrat dini, tabiî din İslâm’a davet etmiştir. Bu dine insanlığı, milletleri davet etmek için elçiler, mektuplar göndermiştir.

Evrenselliği bütün varlıkları içine alacak boyutta olan İslâm’ı ve onun temel rükünleri olan Tevhid esaslarını inkâr eden bir kişinin ne derece büyük bir cinayet işlediği açıktır. Bu durumda bir kâfir, âdeta bütün varlıkların bir Allah’a teslim olup, O’nun varlığına şahit olmalarını yok sayıp onları tahkir etmektedir. Âlemi ve içindekileri lüzumsuzlukla itham etmektedir. Böyle bir tavrı sergileyen birisinin, cehennem azabıyla tehdit edilip, tövbe etmediği takdirde bu cezaya çarptırılması tam bir adalet olsa gerektir.

İnsanlık tarihinin her döneminde peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen “din”in, esas itibarıyla değişmeyen “İslâm” olması, yaratılan birer varlık olmaları sebebiyle bütün varlıkları da yaratan Allah’a aynı din çerçevesinde fıtratlarıyla itaat edip teslim olmaları gerçeği, Kur’ân’ın muhataplarına vermek istediği önemli bir olgudur. Varlığın ortak dini olan İslâm gerçeğini irade ve ihtiyarlarıyla kabul edip hayatlarına aksettiren bütün peygamberler ve onların izinden gidenler de tek bir ümmet oluşturmuşlardır. Yine irade ve ihtiyarlarıyla bu evrensel din İslâm’a inanmayıp, inkâr edenler de aynı şekilde menfî bir çizgide tek bir ümmet, tek bir saf oluşturmuşlardır. İnsanlık tarihi boyunca her zaman tekrarlanan İslâm Dini’nin müntesipleri ile İslâm’ı inkâr eden cahiliye kanadının mensupları zaman ve mekân farkı olmadan hep aynı çizgileri takip etmişler, genel olarak aynı özellikleri taşımışlardır. Kur’ân’da özellikle önemli yer tutan kıssalar üslûbuyla anlatılan bölümde, sözkonusu farklı iki kutuptaki çizgilerde yer alan fertlerden veya toplumlardan insanlığa ders ve ibret olması açısından bol bol örnekler verilmiştir. Mücerret anlam ifade eden âyetlerde aynı gerçekler teyit edilip pekiştirilmiştir.

½üphesiz bu konudaki sayısız örnekler için doğrudan doğruya Kur’ân’a başvurmak en kestirme yoldur. Ancak biz burada çarpıcı olması sebebiyle Kur’ân’dan iki âyetin meâlini örnek olarak zikredip çalışmamıza son vermiş olacağız.



Doç. Dr.İdris Şengül