๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:08:44



Konu Başlığı: İslam ve çalışma
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 18:08:44
İslam ve Çalışma

Çalışma, insanın en temel eylemlerinden ve insan olarak var olmanın şartlarından biridir. Hayatın tüm alanlarında insanın muvaffak olduğu başarılar, onun çalışan bir varlık olmasına dayanır. Çalışmayanın insanlar arasında değeri de olmaz. İsmail Safa bu gerçeği “Gökten iner mi tembel için arza bir maide? / Öyle kütük gibi yaşamakta ne faide?” beytiyle çok veciz bir biçimde anlatır. Akif merhum da Safahat’ında “Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir; / Çalış, çalış ki, bekâ, sa’y olursa hak edilir.” beytiyle çalışmanın insan ve millet hayatında bir esas olduğunu vurgular. Çalışma insan için hem bir zorunluluk, hem de bir görevdir.

Çalışma bir zorunluluktur, çünkü bu kâinatı yaratan ALLAH (c.c.), insanı da yaratarak dünyamıza koymuştur. İnsan hayatı için gerekli olan her şey dünyamızda onun istifadesine sunulmuştur. Ama dünyaya, insanın hiç bir şey yapmaksızın kendiliğinden hayatta kalmasını sağlamak gibi bir görev verilmemiştir. Hayat için gerekli şeyleri bulup kullanması insana bırakılmıştır. Aksi takdirde hayatta kalması söz konusu olamaz. Bunun için insan, yeme içme, barınma ve korunma gibi faaliyetler yapmak zorundadır.

Çalışma insan için bir zorunluluk olduğu kadar aynı zamanda bir görevdir de. Görevdir, çünkü insan, hem kendine, hem de çevresine karşı görev ve sorumlulukları olan bir varlıktır. En başta varlığı insana, ALLAH tarafından emanet olarak verilmiş ve varlığını koruması istenmiştir. Bu emaneti korumak onun temel görevlerindendir. Hiç kimse bu emanete ihanet edemez, onda dilediği gibi tasarrufta bulunamaz ve onu yok etmek için çalışamaz. Yeme-içmeyi, barınma ve korunmayı terk ederek onu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakması caiz değildir. İnsanın kendi hayatını devam ettirmesi dinen ona yüklenmiş bir görevdir. ALLAH onun bu görevini tarihin belli safhalarında vahiy yoluyla hatırlatmıştır.

Çalışma insan için şahsî olduğu kadar toplumsal bir görevdir de. İnsan bu dünyada tek başına yaşayan bir varlık değildir. O, toplum içinde yaşar ve diğer insanlarla çeşitli ilişkileri vardır. O, duruma göre ya bir ana-baba, ya bir evlat veya bir akraba, bir komşu, bir arkadaştır. İnsan bir makine değildir ki çevresine karşı ilgisiz kalsın. O bir ana-baba ise evladı için, bir evlat ise ana baba ve diğer yakınları için çalışması onun görevidir. Hatta insan, insan olmanın verdiği bir duyguyla icabında hiç bir bağı olmadığı kimseler için, bunun da ötesinde mevcut ve gelecek tüm insanlık için bile çalışmalıdır. Bu açıdan bakılacak olursa onun diktiği bir ağaç, ektiği bir ekin, dokuduğu bir kumaş, yaptığı bir ayakkabı, icat ettiği bir alet, ürettiği bir teknik, sadece kendisi veya yakın çevresi için yapılmış çalışmanın eseri değildir. Bunlar diğer insanlara da ulaştırılır, onların da istifadesine sunulur. Mesela, telefonu icat ederek haberleşmeyi kolaylaştıran, ampulü icat edip elektriği ışığa döndürerek gecemizi gündüze çeviren kimseler, bunları sadece kendileri için yapmamışlardır. Bütün insanlık bunlardan yararlanmaktadır.

Peki, İslâm’ın temel kaynaklarında yani Kur’ân ve Sünette çalışma hakkında neler söylenmektedir? Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.s), fıtrata ters bir şey söylemez. Yani ALLAH (c.c.) tekvînî emir (yaratılış kanunları) açısından insanı çalışmak zorunda yaratmışsa, sonra da kalkıp bunun aksine “Ey insanlar! Çalışmayın” demez. ALLAH (c.c.) böyle bir abesiyetten münezzehtir. Bilakis O, yüce kitabında, insanın aklen ve hissen kavrayacağı çalışmak zorunda olduğu gerçeğini yer yer hatırlatmış, hatta teklîfî emirle çalışmayı insana bir vazife olarak yüklemiştir. “ALLAH’ın (c.c.) iki çeşit kanunu vardır. Bunlardan biri, kâinatta cereyan eden ve fizik, kimya, astronomi, astrofizik, biyoloji ve tıp gibi değişik ilimlerin esaslarını teşkil eden kanunlardır. Buna “kâinat kitabı” da diyebiliriz. Bu kitap bir bakıma sessizdir, fakat dilinde bin bir nağmenin tesiri gizlidir. İkincisi; nebiler vasıtasıyla ALLAH’ın bize gönderdiği kanunlardır ki, bizde Kur’ân, diğer peygamberlerin elinde de Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplardan ibarettir. İşte bu iki kitabın da bilinmesi ve hükümlerine riayet edilmesi şarttır. Ekseriyet itibarıyla, kâinat kitabını okuyup değerlendirmenin mükâfatı dünyada verilegelmiştir. Kur’ân’a uymanın mükâfatı da ahirette. Binaenaleyh mü’minler, Kur’ân’ın sadece ibadet ü taata müteallik meselelerine uyuyorlarsa, mükâfatsız kalmayacaklar ama bu, ahirette olacaktır. Başkaları kâinat kitabını okuyor ve onun kanunlarına riayet ediyorsa onun mükâfatı da dünyada verilecektir. Hem dünya hem ukbâ muvaffakiyetlerine gelince; bu da her iki kitabı aynı seviyede okuyup anlamaya bağlıdır. Aslında bu iki kitap, bir hakikatin iki yüzünden ibarettir. Her ikisinde de aynı el ve aynı kudret vardır. Kâinatı, çeşitli zenginlikler ve derin muhtevasıyla bir kitap, bir meşher haline getirip önümüze seren Cenâb-ı Hak –tabir-i câizse– aynı zamanda onu bir de Kur’ânıyla seslendirmektedir. Hatta O, kâinat kitabının bir parçası olan bizleri de yine Kur’ân’la bize anlatıyor. Câzibe-dâfia, infilak, nümüvv kanunları çerçevesinde, bütün varlıkla alâkalı bize neler ve neler anlatıyor.! İşte bu iki kitaptan herhangi birindeki bir eksiklik, bize telâfisi imkansız nelere ve nelere mâl olagelmiştir..”(F. Gülen, Prizma 4, İstanbul 2003, s. 82-83)

İşte ALLAH (c.c.) Kur’ân’ında bazen hatırlatma bazen de emirlerle fıtrat kitabında yazdığını insanoğluna bildirmektedir. Nitekim Necm suresi 40. ayetinde insanın ancak çalıştığının karşılığını alacağını ve Nebe suresi 9-11. ayetlerinde  de geceyi dinlenme, gündüzü de çalışma vakti kıldığını beyan etmiştir ki, bunlar birer hatırlatmadır. Mülk suresinin 15. ayetinde  “ALLAH yeryüzünü sizin emrinize vermiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın ve rızık olmak üzere verdiği şeyleri elde ederek istifade edin”, Cuma suresinin 10. ayetinde  ise, “Namaz kılınca yeryüzüne dağılın ve ALLAH’ın lütuf olarak verdiği şeyleri elde etmek için çalışın” buyrulmaktadır ki, bunlar istihbâbî olsalar da birer emirdir.

Kuran ve Sünnette çalışmadan bahseden nasslar genelde rızık eksenli bir çalışma üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu durum, sanki dar bir alanda çalışma tavsiye ediliyor da, diğer alanlardaki çalışmalar ihmal ediliyor anlamına gelmemelidir. Hud suresinin 61. ayeti  bu çerçeveyi oldukça genişletmektedir. Bu ayette “Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen ALLAH’tır.” denilmektedir. Ayette geçen “isti’mar” kelimesine tefsirciler tarafından iki anlam yüklenmiştir. Bunlardan birincisi, “ALLAH sizi, yeryüzünü imar ediciler yaptı”, ikincisi de, “ALLAH sizi yeryüzünü imarla vazifeli kıldı” şeklindedir. Birinci tefsir şekli tekvînî emri ifade eder, ikincisi ise teklîfî emri. İslâm uleması yukarıda zikrettiğimiz ayete dayanarak, meskenlerin yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma çalışmaları gibi imar işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. (İbn Kesir, Tefsir, 2/450; İbn’l-Cevzi, Zadü’l-Mesir, Beyrut 1984, 4/133; Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut 1992, 6/175.)

Zikrettiğimiz ayetlerde görüleceği üzere Kur’ân’ın değer atfettiği çalışmanın iki temel noktası vardır. Bunlardan birincisi, insan hayatının devamını sağlayacak olan temel ihtiyaç maddelerinin temini, yani rızık istihsaline yönelik çalışmadır. İkincisi ise, hayatı kolaylaştıran, yaşamayı rahat hale getiren altyapıyı sağlamak için çalışmadır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu iki noktada çalışmayı hem teşvik etmiş, hem de sahabeden bazılarına bizzat nasıl çalışılacağını öğretmiştir.

Hz. Peygamber’in hadislerinde rızık teminine yönelik çalışma son derece yüceltilmiştir. Örneğin “Öyle günahlar vardır ki, onları ne namaz, ne oruç, ne de hac affettirir, onları ancak geçim temini için yapılan çalışma siler, götürür” (Sehâvî, Ahsenü’t-Tekâsîm, Beyrut 1994, s. 157), “Çalışmaktan elleri nasır bağlayan ve yorgun olarak uyuyan kimse mağfur olur”, “Âdemoğlundan hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir. ALLAH’ın nebisi Hz. Davud da elinin emeğini yerdi” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, İcare 15), “Helal rızık temini için çalışma ALLAH yolunda cihad etmek gibidir” (Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 4/6) hadisleri bunu açık bir biçimde göstermektedir. Ayrıca şu hadiseler de, bunu ifade etmesi bakımından zikretmeye değerdir. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Sa’d b. Muaz’la karşılaşıp tokalaşmış, ellerinin nasırlı olduğunu görünce sebebini sormuş, o da, ailem için çalışmaktan böyle oldu deyince, Efendimiz, “İşte ALLAH’ın sevdiği eller” buyurmuştur. Diğer hadise de şudur: Kays b. Ebu Gareze ticaret yapan bir insandır. Medine’den bazıları Kays ve adamlarını ‘simsar’ olarak nitelemektedirler. Bu ifadede biraz kınama vardır. Bu şekildeki niteleme onların ticaret şevkini kırmaktadır. Peygamber Efendimiz ise ‘tüccar’ olarak nitelemiştir ki, bu şekildeki niteleme onlar için bir teşvik olmuştur. (Ebu Davud, Büyu, 1; Tirmizi, Büyu, 4).

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hem bizzat çalışarak örnek olmuş, hem de bazı sahabilere nasıl çalışılacağını öğretmiştir. Bir defasında kendisinden bir şey dilenen fakir bir adama, dilenmenin kötülüğünü söyledikten sonra “Evinde bir şey yok mu?” diye sormuş, o da bir kap ile bir örtüden başka bir şey olmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) onları getirmesini istemiş, adam da gidip getirmiştir. Hz. Peygamber, yanındaki sahabeye onları açık artırma ile iki dirheme satmış ve parayı adama vererek bir dirhemle ailesi için yiyecek, kalan bir dirhemle de bir ip ve balta alıp getirmesini tembih etmiştir. Adam iple baltayı getirince gidip ormandan odun toplamasını ve pazarda satmasını öğütlemiş ve kendisine onbeş gün mühlet vermiştir. Onbeş gün sonra adamın on dirhem kazanarak geri döndüğü görülmüştür. (Ebu Davud, Zekât, 26; İbn Mâce, Ticârât, 25)

Konuyla ilgili Kur’ân ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde dikkat çeken bir diğer yön de, çalışmada dünya ahiret dengesinin kurulmasıdır. Kasas suresi 77. ayetinde, “ALLAH’ın sana verdiği şeylerle ahiret yurdunu kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma” buyrularak bu denge kurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, “Sizin en iyiniz kimdir biliyor musunuz? Dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını terk etmeyendir. Çünkü böyle bir kimse her ikisini de kazanır, başkasına muhtaç olmaz” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 393) hadisiyle çalışmada bu dengeyi kurmayı tavsiye etmiştir. İslâm’ın temel kaynaklarında, çalışmayı terk ederek başkasından gelecek ‘bir lokma bir hırka ile yaşama’ diye adlandırılan hayat tarzını salık veren herhangi bir metin yoktur. Aksine daha önce de anlattığımız gibi temel İslâmî kaynaklar çalışmayı, hem de iyi çalışmayı öğütlemektedir. Hatta Peygamber Efendimizin (s.a.s.) “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” (İbn Acîbe, İkazu’l-Himem Şerhu Metni’l-Hikem, s. 127) hadisi bunu vurgular. Bu hadis, toplam kalite yönetimiyle ilgilenen uzmanların dikkatini çekmiştir. Toplam kalite, üretimde kalitenin artarak devam etmesi demektir. Bu söz de, sayısal anlamda olmasa bile verimlilik açısından her günü bir öncekinden daha iyi geçirmeyi öğütlemekle Peygamberimizin (s.a.s.) Müslümanlara çizdiği hedefi göstermektedir.

Geldiğimiz bu noktada tevekkül anlayışına da kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Tevekkül ile çalışma arasındaki bağı anlamak, Müslüman dünyada zaman zaman problem haline gelmiştir. Tevekkül, sebepleri yerine getirdikten sonra neticeleri ALLAH’tan beklemek, bu hususta ALLAH’a tam güven duymak anlamına geldiği halde, Müslüman toplumlar içinde tevekkülün sebepleri terk etmek olduğu ve çalışmanın da tevekküle aykırı olduğu söylemini benimseyen kesimler olagelmiştir. Bunlar tevekkülü, “ALLAH’a itimad ederek sebepleri yerine getirmekten kat-ı nazar etmektir” şeklinde tanımlayarak, insanı ALLAH’tan alıkoyan meşguliyetlerden uzaklaştırdığı, ALLAH’a bağlanmayı ve güvenmeyi sağladığı, mal fitnesi ve hesabından koruduğu için tevekkülün tercih edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, Beyrut 1993, s. 164). Bu düşünceyi destekleyen dini nasslar da yok değildir. Nitekim onlar bu düşüncelerine, “Rabbimiz şöyle buyuruyor: Ey âdemoğlu! Vaktini bana ibadete ayır ki kalbini zenginlikle, elini rızık ile doldurayım. Ey âdemoğlu! Benden uzaklaşma, yoksa kalbini fakirlikle, elini de meşguliyetle doldururum.” (Tirmizi, Kıyame, 30, İbn Mace, Zühd, 2), “Kim diğer meşguliyetlerini bırakır da ALLAH’a ibadete yönelirse ALLAH da ummadığı yerden bütün ihtiyaçlarını ve rızkını karşılar. Kim de dünyaya yönelirse ALLAH da onu dünyaya vekil kılar” hadislerini de delil gösterirler. Ancak böyle bir tevekkül anlayışı, toplumda kendini sadece ibadete vermiş ve zühd hayatını tercih etmiş olan az sayıda özel kimselere (ehâss-ı havâs) mahsus olabilir, halkın geneli için değil. (Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz. F. Gülen, “Tevekkül, Teslim, Tefviz, Sika” Sızıntı, Ekim 1993, Cilt 15, Sayı 177). İçtimai hayatın çarkı çalışmaktır. Çalışma olmazsa toplum hayatı inkıtaa uğrar.

Biz toplumun geneli için diyoruz ki, tevekkül sebepleri terk etmek değil, aksine onlara sarılmaktır, sebeplerine başvurduktan sonra işlerin sonuçlarıyla ilgili olarak kalbin ALLAH’a itimat etmesidir. “Ya Rasulallah, Devemi bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip mi tevekkül edeyim?” diye soran arabiye Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in “Deveni bağla sonra tevekkül et” şeklindeki cevabı (Tirmizi, Kıyame, 60) bu konudaki tartışmayı açık bir sonuca bağlayacak niteliktedir. Akif de geneli ilgilendiren bu hususta ihmal gösterilip, sonunda bunun tevekküle bağlanmasını sert bir dille eleştirir. “Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın durdun, / Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! / Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, / zavallı dini onunla çevirdin maskaraya!”.

Tevekkülün sebepleri terk etmek olduğu düşüncesine delil gösterilen, fakat yanlış anlaşılan bir hadis-i şerifin izahına da yer vermek isabetli olacaktır. Bir hadiste Peygamber Efendimiz, “Siz eğer gerçekten tevekkül etmiş olsaydınız, kuşlar gibi beslenirdiniz. Kuşlar sabahleyin kursakları boş olarak yuvalarından çıkarlar, dolu olarak yuvalarına dönerler.” (Tirmizi, Zühd, 33; İbn Mâce, Zühd, 14) buyurmuştur. Bu hadis ilk bakışta tevekkülün anlamının hiç bir şey yapmaksızın ALLAH’tan bir şeyler beklemek olduğunu ifade ediyor görünümündedir. Ama cümlelere dikkat edilirse, kuşların yuvalarından çıkarak yiyecek aradıklarını ve elde ettiklerini vurguluyor, yuvada oturup yiyecek beklediklerini değil. Dolayısıyla gerçek anlamda tevekkülün; üzerine düşen vazifeyi yaptıktan sonra, neticeyi ALLAH’tan beklemek olduğunu ifade ediyor. Bu hadis, tevekkül ile tembellik arasındaki farkı da bariz bir biçimde ortaya koyuyor. Hatta müfessir Kurtubî, Bakara suresinin Hac ibadetini anlatan bölümündeki 197. ayetinde geçen “Azık edinin, azıkların en hayırlısı takvadır” kısmının bu konuda bir uyarı olduğunu ifade etmektedir. O, bu konuda Buharî’nin İbn Ömer’den rivayet ettiği (Buharî, Hac, 6) şu hadisi de ayetin sebebi nüzulü arasında gösterir: “Yanlarına hiçbir yiyecek almadan haccetmek üzere Mekke’ye gelen Yemenliler, orada insanlardan dilenerek karınlarını doyuruyorlar, sonra da kendilerini mütevekkil kimseler olarak adlandırıyorlardı. Bu ayet nazil olarak yolculukta azık almak gerektiği noktasında uyarıda bulundu.” (Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 2/411). Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, “azıkların en hayırlısı takvadır” sözü, kişinin başkasından istemeyip, kendi kazancıyla yetinmesini takva olarak niteliyor. Takvanın iki yönü olduğuna dikkat çeken F. Gülen Hocaefendi bunu şu şekilde açıklıyor:

“1) Teşriî emir ve nehiylere riayet; yani, dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmek. 2) Tekvinî emirlere riayet; yani, ALLAH’ın (c.c.) kainatta cari sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmektir.
Takvanın bu iki yönü de ihmale gelmez. Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm’ın hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, O’nun sebepleri göz ardı etmeden, âyat-ı tekvîniyeyi çok iyi okuyarak, hep takva yörüngeli yaşadığını görürüz. Mesela; O, ashabına “Gece yatarken, evinizde yanan ateşi söndürünüz.” buyurmuşlardır. İşte, burada ve benzeri sözlerinde sebeplere riayet edilmesini ve ateşten dolayı evde herhangi bir kazaya sebebiyet verilmemesini ifade etmişlerdir.” (F. Gülen, Kırık Testi, İstanbul 2004, s. 165). Bunu iyi kavramış olan Hz. Ömer, hiç çalışmaksızın Medine sokaklarında oturan, başkasından bir şeyler bekleyerek karnını doyuran ve kendilerini mütevekkil olarak adlandıran Yemenlileri “Siz mütevekkil değil müteekkilsiniz (hazır yiyiciler), mütevekkil, tohumu toprağa atandır” diyerek kovmuştur. (İbn Ebi’d-Dünya, Kitabu’t-Tevekkül, s.1; Ahmet Naim, İslâm Ahlâkının Esasları, s.70). Bunlardan anlaşılıyor ki tevekkül ile çalışma arasında bir zıtlık yoktur.

Kesp ile tevekkül arasında bir zıtlık görmeyen ulema buna şöyle bir açıklama yapmaktadır: “Bir kimse hem kesp yapabilir hem de tevekkül. Çünkü tevekkül ALLAH’a güvenerek ve dayanarak her şeyin ALLAH’tan olduğuna inanmaktır ve yeri kalptir. Sebeplere riayet etmenin yeri ise azalardır. Dolayısıyla kalbe ait bir şey ile uzuvlara ait bir şeyin aynı insanda içtimaı mümkündür” (Bâcûrî, Şerhu Cevhereti’tevhid, s.442–446; Kuşeyrî, er-Risale, s. 163). Bununla birlikte meseleyi şu şekilde izah etmekte mümkündür: Sonuçları ALLAH’tan beklemek kadar, sebeplere riayet etmek de ALLAH’ın bizden talebidir. Dolayısıyla bu iki talebin birbiriyle çatışması düşünülemez. Aksine bu iki kanunun uyumu zorunludur ve insan bu iki kanuna uyduğu takdirde dünya ve ahirette başarılı olur.

Sonuç olarak söylemeliyiz ki; Kur’ân ve Sünnet, üretimi hedefleyen çalışmaya bir değer atfetmekte ve onu yüceltmektedir. Yani İslâm dininin temel kaynaklarında, ister hayatın devamını sağlayacak temel ihtiyaç maddelerinin üretimine, isterse hayatın zevkli ve kolay yaşanmasını sağlayacak altyapıyı kurmaya yönelik olan çalışmalara bir değer atfedildiği açık bir biçimde görülmektedir. Durum böyle olmasına rağmen Müslüman dünyanın buna paralel bir görünüm sergilemediği de bir gerçektir. Bu durum, zihniyetimizi oluşturan temel kaynaklara yüklenilen anlamlarla alakalı olsa gerektir. Zihniyetin inşasında bunların yeniden değerlendirilmesini gerekli görüyoruz.
 

Prof Dr.Muhit Mert  


Konu Başlığı: Ynt: İslam ve çalışma
Gönderen: kaan 7A üzerinde 18 Aralık 2014, 12:37:05
Çalışmayanın insanlar arasında değeri de olmaz. İsmail Safa bu gerçeği “Gökten iner mi tembel için arza bir maide?  Öyle kütük gibi yaşamakta ne faide?” beytiyle çok veciz bir biçimde anlatır.İşte Allah (c.c.) Kur’ân’ında bazen hatırlatma bazen de emirlerle fıtrat kitabında yazdığını insanoğluna bildirmektedir.


Konu Başlığı: Ynt: İslam ve çalışma
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Aralık 2014, 19:09:33
s.a.. , evet kardesim öyle...Müslüman bos durmamali hayirli islerde olmalidir..Güzel yorumlarinin devamini bekleriz.