๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:29:30



Konu Başlığı: İslâm tıbbının nazarî esâsları 4
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:29:30
İslâm Tıbbı’nın Nazarî Esâsları - 4

Lâ İlâhe İllâllâh’ın Bir Tezâhürü: Batılı Tıbb Zihniyetinin Reddi – 2


Tevhid,  âlem-i halkta –insanlık da dahil- tenevvü’ ve tehâlüfü iktizâ eder. Her şeye kâdir, sayısını hakkıyla bir Zât-ı Akdes’i –celle celâluhu- bilir esmâsı bulunan bir Hâlig’in kâinâta tecellîlerinin nihayetsiz olduğu âşikârdır. Müslüman akıl ise, âlem-i halktaki bu tenevvü’ ve tehâlüfün verâsındaki tevhidi gören, iman eden bir akıldır. (Tek bir İlâh, nihayetsiz tecellî). Fenlerin, hakikatte, bu tecelliler arasındaki İlâhî sebebler ve sünnetleri tesbiti hedeflemesi, kendiliğinden bu tecellileri idrâk ve tahlîle müteveccih usûllerin de mütenevvi’ olabileceğini kabûl etmek tevhîdî bakış açısının neticesidir. Diğer bir tabir ile, tevhîdi nazar, kişiyi âlem-i halkı, kendi dar idrak ve vus’atine sığdırmaya çalışan indirgemeci (tedenni; Faslı Müslüman mütefekkir Taha Abdurrahman’ın tabiriyle el-ensene: beşerileştirme) bakış açısının tasallutundan kurtarır. Müşrik, tabiatı îcâbı, mevcudâtın menşeini, mübdiinden uzaklaştırdığı için, âlem-i halktaki tenevvü’ ve tehâlüfü tek bir nazara tenzîl etmeden idrâk edip, anlayamaz. Bu yüzden müşrik indirgemecidir. Kâinattaki tecelliyâtı bölebileceği kadar bölerek anlamlandırır. Ğaybî âlem ile şuhûd âleminin irtibâtını kopardığından müşrik zihniyetlerin ürettiği tabiata ve insan dâir ilimlerin kemmî (nicelikle ilgili) bilgilerden öteye gidemediği, buna binâen de, kemmî bilgilerini istinâd ettireceği daha yüksek hakîkatlerin ilminden mahrûm olduğu için, mezkûr ilimlerin zihniyet ve uygulamalarının da gayr-i meşru’ duruma düştüğünü söylememiz gerekir. Burada istidrati olarak şunu arzetmemiz gerekir: Müslüman ilim adamları, tabiat ve tıb araştırmalarında, ilmi bir usul olarak tahlil ve tümdengelim yöntemlerini, indirgemeyi kullanmışlardır. Ancak bu indirgeme hiçbir zaman Müslüman ilim adamını, tevhidi bakış açısından, her şeyi götürüp İlahi iradeye bağlama akidesinden uzaklaştırmamıştır. Batılının indirgemeciliğinde ise, tahlil ettiği her şeyi İlahi zemininden kopartma vardır.1

Tevhîd’den uzak düşmüş, maddenin verâsındaki İlâhî gâyeyi göremeyen insânların bilgisi Kur’ânî ölçülere göre, zahirî bir bilgiden öteye gidemez. Bunca cezb edici, şaşırtıcı teknolojik icâdlara rağmen, bu böyledir. Zira ilimlerin varlık gayesi: Kâinâttaki vâkı’a ve keyfiyetler arasındaki irtibâtı keşfederek İlâhî kudret ve vahdeti temâşâ ve bu muvacehede fıtrata muvâfık ameliyeye tahavvüldür. İlimler Fâtır-ı A’zam’a teveccühü gerektirirken, insanların azgınlığını, hevayı ilah edindiren bir dalaleti intac ediyorsa, o bilgi türleri asıl hikmetini yitirmiş, zâhirî bir bilgidir. Bu muvaceheden baktığımızda umumî çerçevesi, maddeci Batı biliminin bir cüz’ü olan Batı tıbbı da zâhirî bilgi olmaktan öteye gidemez.

“Onlar, sadece bu dünyâ hayatının dış yüzünü bilirler. Âhiretten ise onlar hep gâfildirler.” (er-Rûm: 30/7.)

Seyyid Huseyn Nasr’ın Batı bilimi için yaptığı tesbitlerin, Batı biliminin bir parçası olan Batı tıbbı için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

“…Modern tabiat biliminin ortaya çıkabilmesi için, öncelikle kozmosun özünün kutsal niteliğinden kopartılması, “profanlaştırılması” gerekiyordu..”  Batılılar Rönesansla beraber, Nasr’ın tabiatın  laikleştirilmesi dediği bir inancı, felsefeyi benimsediler. Allah’ın müdahalesinin olmadığı, mekanik, sayılabilir, ölçülebilir, görülebilir ama hiçbir mukaddes yanı olmayan (İlâhî tecellilerin görülmediği), ğaybî âlemle bağı olmayan yüzeysel bir âlemde yaşamaya başladılar. Sadece kendilerini böylesi ruhsuz ve daracık bir kâinâta hapsetmekle kalmadılar, bütün insânlığı kâinâtın bundan ibâret olduğunu cebren inandırmaya çalıştılar. Batı’nın bunu başarmasında evvela kendi topraklarında Hristiyanlığı hizaya getirmekle mümkün oldu.

“Bütünüyle maddî ve niceliksel (kantitatif) bir tabiat biliminin doğuşunda Latin Hristiyanlığının teolojik düzenlemelerindeki belirli sınırlılıkların payı ne kadar büyükse (ve bu sınırlılıklar inancın zayıfladığı bir dönemde nasıl bilimle dinin birbirlerinden kopmasına yol açmışlarsa) modern bilimin kayıtsız ve sınırsız bir teknoloji biçiminde Batı’da uygulanması da, aynı oranda, Hıristiyanlığın bir Şeriat’ten yoksun oluşundan ötürüdür.”

Kendini kâinâtın merkezine yerleştiren Batılı insan, hümanizm felsefesiyle, insanı hakkın ve hakikatin mihengi ve mizanı durumuna tenzil etmiştir. Bugün bize ‘objektiflik’, ‘bilimsellik’ namı tahtında inandırılmak istenen ‘Batılı bilim zihniyeti’ indirgemeci bir felsefi tavırdan kaynaklanmaktadır:

“..İnsan düşüncesinin ürünü olan bilim, insanî değerlerin ve hakikat kıstaslarının yargılayıcısı durumuna yükselmiştir. Felsefenin, bağımsız ve eleştirel görevini modern bilimin buyrukları doğrultusunda yerine getirdiği bu indirgeme sürecinde, genellikle bir nokta gözden kaçırılmaktadır. O da, onyedinci yüzyılda gerçekleşen bilimsel devrimin kendisinin de, belirli bir felsefî tavra dayandığı gerçeğidir…”

İlim, Allâh’ın âyetlerini insâna göstererek onun hayretini arttıran bir bilgiye dönüşmediği müddetçe manasız bir malumat yığınından öteye gidemez:

“… Asıl eksikliği duyulan şey, metafizikî bilgi; yani gerçekliğin ve bilimin derecelerini belirleyebilecek tek şey olan bir scientia sacra’dır (kutsal bilim). Bu bilgi olmadığı zaman, sadece donuk ve daha yüksek dereceden hakikatlerle hiçbir bağlantısı kalmamış birer olgu olmaktan öteye geçemeyen bilimsel buluşlar ve hatta çok daha karmaşık bilimsel teoriler, ancak bu bilgi sayesinde sembolik ve manevî bakımlardan bir anlam kazanabilirler.”

er-Rûm 7. âyetteki “onlar sadece dünya hayatının zâhirini bilirler” mefhumuna ‘modern insan’ tam manasıyla uymaktadır:

“…Modern insanların büyük çoğunluğu, hiçbir kutsal yanı kalmamış bir görüngüler dünyasında yaşamaktadır. Bu dünyanın biricik anlamı ya matematiksel formüllerle ifade edilen ve bilimsel bir kafayı tatmin eden niceliksel ilişkilerdir veya “yeryüzündeki var oluşunun ötesinde bir geleceği olmayan iki ayaklı bir hayvan” olarak düşünülen insana sağladığı maddî faydalardır. Ama “ölümsüz bir varlık olarak insan” açısından bunların söyleyeceği hiçbir şey yoktur..”

O halde, bugün dünyanın kâhir ekseriyetini hâkimiyeti altına alan Batılı bilim zihniyeti ile teknolojik uygulamalarının ve bunun bir cüz’-i mütemmimi olan Batılı tıb zihniyet ve uygulamalarının tek geçerli zihniyet ve uygulama olduğu hurafesinin yıkılması lâzımdır. Bunu gerçekleştirmenin yolu, tabiata ve insana dair ilimlerin yeniden İslâmlaştırılması; Müslümanların Abbasiler ve sonrası dönemde gerçekleştirdikleri ilimleri İslâmîleştiren rûhun yeniden diriltilmesidir.

“(Modern) bilim, mümkün olan biricik tabiat bilimi değildir; sadece gerçeklik, zaman, mekân, madde ve diğer konularda belirli varsayımları olan herhangi bir bilimdir... Bir canlı doku nasıl hem biyolojinin, hem kimyanın, hem de fiziğin; ya da bir dağ hem jeolojinin, hem jeofiziğin, hem de jeomorfolojinin inceleme konusu olabiliyorsa, aynı şekilde, her hadise de değişik bakış açılarından, değişik var oluş basamaklarında kendini ele verir. Bu nedenle, tek bir tabiat bilimi yoktur; her biri kozmik gerçekliğin belirli bir yüzünü gösteren ve bunu başardığı oranda geçerli olan farklı dünya tasvirleri ve görüşleri vardır…” (İnsan ve Tabiat, Seyyid Huseyn Nasr, s.: 18, 22, 32, 41, 158, 177. Terc.: Nabi Avcı, Yeryüzü Yay., İst. 1982)

Batılı tıb zihniyeti ve yüksek teknolojili, ruhsuz ilaçlarının hakimiyetine ancak onun verâsındaki târihî zihniyeti ve üzerine yükseldiği inançlarını, felsefesini fehm ve idrâk ederek karşı gelebiliriz. Bu karşı gelme, onun tüm istihsallerini yok saymak manasına değildir; ancak bu karşı çıkış, onun maddeci bir zihniyete yaslanmasına ve bunun doğal neticesi olarak da, kapitalistlerin tıbbiye sınıfının, eşref-i mahlukât olan insânı, hastalığı vesilesiyle, sadece kâr hırslarını tatmin eden bir müşteriye tedennisinedir.  Batılı kapitalistik tıb uygulamalarının arkasında, insanı bir makine gibi tasavvur eden Descartes’in dualist-kartezyen felsefesi yatmaktadır.

 “Rene Descartes, “Düşünüyorum, o halde varım”  sözüyle insanın diğer haricî etkilerden ve vahyin hitabından özgür olmasını kristalize etti. Bu Res cogitans –ruh âlemi- ve res extensa –madde âlemi- şeklindeki kartezyen dualizmin ışığında, materyal dünya, bir araya getirilmiş parçalardan oluşturulmuş bir makine olarak görülmeye başlandı. Descartes, insan vücûdunu anlatırken, “Ben, insan vücudunu bir makine olarak düşünüyorum. Kafamda hasta insanı bozuk bir saate, sağlıklı insanı da, iyi çalışan bir saate benzetiyorum…” der.

“Bu “saat”in çalışabilmesi ve yeterince çözümlenebilmesi için, olabildiğinde çok sayıda parçalara bölünmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Descartes’in bu mirası, şimdiye kadarki bilimsel araştırmalara rehberlik etmiş ve temel olmuştur… Araştırmaların odak noktası, parçalar ve parçaların birbirleriyle etkileşimleridir; bunlar ister vücudun parçaları, ister vücuda giren yabancı cisim parçaları, olsun fark etmez. Araştırmanın eksenini, hemen hepsi bağımlı asıl meseleyle- insan vücudu- ilgisiz bağımlı veya bağımsız değişkenler, ölçümler ve istatistiksel modeller oluşturur. Araştırma, tıp alanındaki bilimsel araştırmaların ideal metodu kabul edilen çift kâr çaprazlama metoduyla bile yapılmış olsa, kendi iradesi ile hareket eden ve dolayısıyla kendi iyileşmesinden rolü olan insanı, bir bütün olarak göremez. Gerçekte bu araştırma metodunun özünde, insanı bir bütün olarak ele almayan ve bütün olarak insan potansiyelini reddeden ya da görmezden gelen bir parçalı ampirizm saklıdır.” (Modern Tıbbın Ötesi, “Ruhsuz Tıp” başlıklı makale, Huseyn Velci, s. 115-116.) Bugün DNA ve genetik araştırmalarının arkasında da aynı Descartes zihniyeti vardır.

Hadd-i zatında insana bu çarpık bakışın asli sebebi, insanın Allah ile bağını kopartarak, onu kendi iradesiyle var olan, ‘faalun lima yurid’ ( dilediğini yapan) bir varlıkmış gibi vehmetmektir. Bu itibarla, “modern tıp, kaynak aldığı dünya görüşüne tamamen uygundur. Metodoloji olarak indirgemecidir. Baskın üretim modeli kapitalizmdir; ana hedefi güç ve denetimdir, nihaî yönünü sınırsız bir anlamsızlık arayışı belirler. Buna göre, insan vücudu, çok sayıda farklı bölümlerden, yani organlardan meydana gelmiş bir makinedir. Hastalıklar, vücut hücrelerindeki yapısal değişikliklerden sorumlu çok iyi tanımlanmış niteliklerdir ve çoğu kez tekli nedenleri vardır. Mikroplar, bakteriler ve virüslerle oluşur; son zamanlarda, giderek çoğalan delillerle çevrenin de bir hastalık etkeni olduğu kabul edilmiştir. Vücut, içeride yıkımlara neden olan bu dış kuvvetlerin hücumuna uğrar. Bu dış etkenler, kimyasal veya cerrahî müdahalelerle izole edilir ve yok edilirse vücut onarılabilir ve hasta iyileşir.

Fakat, bu indirgemeci model, Fritjof Capra’nın The Turning Point adlı eserinde etkin biçimde tartıştığı gibi, sadece akut enfeksiyon süreçleri gibi özel birkaç vak’ada başarılı olmuştur, hastalıkların büyük çoğunluğunu açıklamaktan acizdir. Ölüm oranlarının geçmiş yüzyıla göre azalmış olmasının modern tıpla hemen hiçbir ilgisi yoktur. Son araştırmaların gösterdiği gibi, bu şeref saf içme suyu, pastorize süt, tuvalet, kapalı lağımlar, dengeli beslenme, temiz ve emniyetli işyerleri ve daha kısa çalışma saatlerine aittir…

…Capra’ya göre, “biyomedikal yaklaşımın temel hatası, hastalık süreçleri ile hastalığın kaynaklarını birbirinden ayırmamasıdır. Tıp araştırıcıları, bir hastalığın neden oluştuğunu sormak ve buna götüren koşulları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, hastalığın oluşumuyla ilgili biyolojik mekanizmaları anlamaya çalışırlar, çünkü sadece onlara müdahale edebilirler.” Dolayısıyla, modern tıp, hastalıkların neden oluştuğu şeklindeki temel soruyu sormaz, bunun yerine, oluştuktan sonra, hastalığın nasıl işlediğini merak eder. Bu yüzden, Amerikalı erkekler arasında kısırlığın artması sorusu karşısında, kısırlığa sebep olan çevre toksinleri için hiçbir şey yapılmadı. Fakat, kısır erkekleri üreyebilir yapmak için gerekli yöntem ve gereçleri bulma uğruna büyük para ve bilgi imkânları seferber edildi: İş, başka vericilerden alınan spermlerle suni döllenme yapmaya kadar götürüldü.

İndirgemeci metodoloji, epistemolojik olarak, toplumu tıptan ayırır… Batı tıbbı bir taraftan bozuk sağlık durumunu teşhis etmeye ve onunla başa çıkmaya çalışırken diğer taraftan, sosyal ve ekonomik ilişki içinde gizli hastalık ve sağlık kökenlerini gizler. Bu bakımdan, Batı tıbbı, başlı başına bir ideolojidir.” (Modern Tıbbın Ötesi, “Tıp ve Metafizik: Sağlıklı Yaşam İçin Mücadele”, s. 134-136. Ziyauddin Serdar)

Bu ideoloji , Etyen Mahcupyan’ın ifadesiyle, dünya çapında mafyatik bir örgütlenmeye sâhibtir: Beyaz önlüklüler mafyası. Elbette, bu ideolojiyi ve onun örgütlü güçlerini aşabilmek, ancak bir sistemin varlığına bağlıdır. Bir yandan tıb ilminin içinde yer aldığı ilim zihniyetinin İslâmileşmesi, yani tıb öğretici ve uygulayıcılarının tevhidî bir ilim disiplini sunabilmelerine, İslâm ahlâkının umdeleriyle mütehallik olmalarına ve amelî hareket çerçevesini belirleyenin İslâm fıkhının olmasına mütevakkıftır. Bu ise daha büyük bir medeniyet mücadelesine ve muvaffakiyete bağlıdır. 2

Tıb uygulamaları, hastalık, sağlık ve hıfzıssıhha esaslarının ancak içinde yaşanılan dinin (hayat nizamı ve kavrayışı) zemininde mana ifade ettiğini göz önüne aldığımızda Batı tıbbı ile İslami tıb arasında esaslı birçok farklılık daha ortaya çıkar. Hastalığı sadece mikrop ve virüslerin yol açtığı illetler olarak görmek, hayata tevhidi bir bütünlükten uzak marazi bir yaklaşımdır. Batı tıbb uygulamalarının sömürücü karakteri, hastalığı ve hastayı bir meta haline getiren tıbb nizamı ancak bu sayede hayat bulabilmektedir. İnsanın içinde bulunduğu çevre şartları, dahası hayatını ona göre düzenlediği inançları, beslenme alışkanlıkları, ülkede yetiştirilen tarım ve hayvani ürünlerin doğallığı, temizliği, fakirlik-zenginlik gibi maddi imkanları, eğitim durumu, temizlik durumu, çalışma şartları, oturduğu ev, hatta siyasi nizam, yaşadığı toplumun insani huzuru, toplumun iktisadi refahtan aldığı pay, ictimai suç oranları vs. tüm bu unsurlar, sıhhatli ya da hasta olmasında zahiri sebeblerdir.

Hastalığın zuhurunda Müslüman zihniyet, İlahi iradeyi asıl yaptığı gibi, şifanın kaynağında da İlahi takdiri asıl kabul eder. Ancak zahiri sebebler açısından hastalığı ortaya çıkaran insan davranışlarının te’sirini de, hıfzıssıhha ve tedavide, vesileler aranması gerektiğini inkar etmez. Hadd-i zatında her iki şekilde aynı hakikat seviyesinin farklı tezahürleridir:

 “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler. “ (er-Rum: 30/41.)

İnsanların kesbleri vesilesiyle çevre düzeni, tabiat tahrib olmakta, kirlenmekte, bu olumsuz çevre şartlarında yaşamak ise, daha önce bilinmeyen birçok hastalığın zuhuruna sebeb olmaktadır. Ama bu hastalıklar, insanlar hatalarından dönsünler diye İlahi iradeye bağlı olarak zuhur etmektedir. Batı toplumları bunca çevre felaketine, dünyanın giderek yaşanmaz hale gelmesine mukabil, hatayı kendinde arayıp, vahşi hırslarından arınmak yerine, kendi pisliklerini, hor, hakir ve hizmetçisi gördükleri fakir ve sömürgesi altındaki ülkelere yaymakta ve oraları çöplüğü olarak kullanmak istemektedir. Burada bile dünya yekpare bir bütün olarak değil Batı ve Doğu, Kuzey ve Güney gibi sanki birbirinden bağımsız dünya kıtaları olabilirmiş gibi, müşrikçe bölünmektedir. (Fıtrat ve sağlıklı hayat bahsinde bu konuya daha geniş değineceğiz)

"Hastalandığım zaman bana O, şifâ verir." (eş-Şuara: 26/80.)



1 Batı tıbbının temel metodolojisi indirgemedir. İslâm tıbbı ise, bir yanda, indirgemeci akıl yürütmeye ve hastalıklara yer verirken –er-Razi’nin çiçek hastalığını tanımlarken ve analiz ederken kullandığı akıl yürütme ve indirgemeci analiz gücünün henüz bir benzeri yoktur- sentezde ve kişinin bütünlüğü üzerinde yoğunlaşır. Bu yüzden, sömürgecilik döneminde yaşanan İslâm tıbbı ile Batı tıbbı çatışması, gerçekte dünya görüşlerinin bir çatışmasıydı…” (Modern Tıbbın Ötesi, s. 140)

 

2 “Batı tıbbının kapitalist ideoloji olarak rolünü, kanser kadar net gösteren başka bir şey yoktur. Batı toplumunda, kanser hem epidemik bir hastalık, hem büyük iş sahasıdır…

Üç tane kanser tedavisi metodu vardır: Cerrahi, kanserli tümörleri çıkarmakta kullanılır; radyasyon tümördeki kanserli hücreleri öldürmek için kullanılır, kemoterapi ise, tümördeki veya tüm bedendeki kanserli hücreleri öldürmek için kullanılır. Bu metodun da, hasta üzerinde ciddi yan etkileri vardır. Buna karşılık, tedaviden sonra hastaların yaşama şansı, yine de çok azdır. Üç hastadan sadece birinin tedaviden sonra beş yıl yaşama ihtimali vardır. Kaldı ki, bunun gerçek bir tedavi olduğu su götürür.

…Belli gıda maddelerinden ve bazı tür diyetlerden sakınarak, birtakım tedbirler alınabilir, fakat ağzına kadar kanserojenlerle dolmuş çevreden sakınmak için elden ne gelir? Çevrenin niteliğinin geliştirilmesi ve kanserojenlerden arındırılması bizzat sanayi kültürünün değiştirilmesi anlamına gelir. Sakınılması mümkün sahalarda bile, kapitalist toplum, kanser yapıcı kötü malları tükettirmek için bireyler üzerinde her türlü baskıyı uygular… Kanserin gerçekte politikayla ne derece içli-dışlı olduğu, Amerika’daki kilit kanser araştırma merkezlerinden biri olan “Memorial Sloan-Kettering Centre”in yönetim kurulunda Exxon firmasının yönetim kurulu başkanı, Exxon’un başkanı, American Cyanamid’den bir yönetim kurulu üyesi, Olin’den bir yönetim kurulu üyesi, Consolideted Oil and Gas’dan bir üye, General Motor’un yönetim kurulu başkanı, Atlantic Richfield’den bir yönetim kurulu üyesi, Philip Morris’den bir üye ve Texaco’dan bir yönetim kurulu üyesinin bulunmasından anlaşılabilir.  Bu kişilerin, kanserin başlıca nedeni olarak petrokimya ürünlerini gösterecek bir araştırmaya izin vermeleri pek muhtemel değildir. Ancak, sermaye sadece kansere yol açan etkenleri kontrol etmekle kalmaz, kanserin tedavisinde uygulanan metodları da denetler. Tıp kuruluşları, kanserin, kendi metodları dışında bir metodla tedavisine izin vermezler. Birleşik Devletler’de, yukarıda sözü edilen metoda dayanmayan tedavi yöntemleri yasadışıdır. Doktorlar, kanser tedavisinde alternatif metodlar uygulamaktan ötürü hapse bile atılabilir. Avrupa’da, alternatif tedavilerle, alay edilir ve komik bulunur.” (s. 136-137)



Hikmet Akpur