๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 17:20:59



Konu Başlığı: İslâm medeniyetinde hastahaneler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 17:20:59
İslâm Medeniyetinde Hastahaneler  
İslâm'ın umûmi mânâda ilme verdiği ehemmiyetin bir neticesi olarak tıp ilmi de hızlı bir şekilde gelişmiş, henüz hicrî 1-2. asırlarda İslâm dünyasının önemli ilim dallarından birisi haline gelmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in "Allah yaratmış olduğu bütün hastalıklar için şifa da yaratmıştır."1 hadîsi muvacehesinde Müslümanlar bütün hastalıklar için, çareler aramışlardır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in tıpla ilgili birçok tavsiyeleri bir araya toplanmış, "et-Tıbbü'n-Nebevî" İsmiyle çeşitli kitaplar yazılmış ve hadîs kitaplarının bölümlerinden birini "Kitabü't-Tıb" oluşturmuştur.

Tıp ilmine gerekli ehemmiyeti veren Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in, basit mânâda da olsa, ilk tedavi merkezlerini kurduğunu söyleyebiliriz. Zira, bazı seferlerinde Resûlullah (s.a.s)'in, savaş esnasında yaralananların tedavisi için cephe gerisinde bir çadır tahsis ettiği, Rufeyde el-Eslemi, Ümeyme bint Kays, Ümmü Atıyye el-Ensâriyye, Ümmü Sinan el-Eslemiyye, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen ve Nüseybe el-Mâziniyye (radiyallahü anhünne) gibi sahabiyyelerin savaşlarda hemşirelik, hastabakıcılık, hekimlik yaptıkları bilinmektedir.2

İşte Resûlullah Efendimiz (s.a.s)'in bütün hastalıkların şifasının bulunduğuna dair müjdesi müvacehesinde Müslümanlar daha ilk devirlerden itibaren tıbba ve tıbbî müesseselerin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Biz bu yazımızda İslâm medeniyetinde hastahanelerin durumunu anlatmaya çalışacağız.

İslâm'ın, "İnsanların en hayırlısı insanlar için en faydalı olandır." düsturu fehvasınca İslâm dünyasında birçok sosyal yardım müesseseleri ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de hastahanelerdir. İslâm tarihinde, temeli vakıflara dayanan hasta haneler "Dârü'ş-Şifa, Dârü's-Sıhha, Dârü'l-Âfiye, Bimâristan, Bimarhâne Mâristan, Dâru't-Tıb, Şifâiyye" gibi isimlerle anılırlar. İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi Peygamber Efendimiz (s.a.s) devrine kadar götürmek mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastahanenin hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam'da Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir. Bununla beraber İslâm hastahanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim Harun er-Reşid'in, yapılan her caminin yanında bir hastahanenin açılması için emir verdiği rivâyetler arasındadır.3

Will Durant, Abbâsî devrindeki sağlık hizmetleri ve hastahaneler hakkında bize şu bilgileri vermektedir: "O devirde İslâm dünyasında 34 hastahane vardı. Bildiğimiz en eski hastâhane Bağdat'ta Hârun er-Reşid tarafından kurulmuştu. X. yy'da beş hastahane daha açıldı. 918 yılına ait bir kaynakta Bağdat hastahaneleri Müdürü'nden bahis vardır. İslâm âleminin en büyük hastahanesi ise 706'da Şam'da kurulmuştur. 978 yılında bu hastahanede çalışanların sayısı 24 idi. Tıp öğretimi daha çok hastahanelerde yapılıyordu. İmtihandan geçmeyen ve devlet tarafından verilen diplomaya sahip olmayan kimse asla hekimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşanlar da devletin kontrolü altındaydılar. Hekim-vezir Ali b. İsa 931 yılında tedavi için şehirden şehire dolaşmak maksadıyla, özel bir doktorlar birliği kurmuştu. 931 yılında Bağdat'ta 860 diplomalı hekim vardı."4

Abbasiler döneminde gelişen hastahaneler daha sonra hemen hemen her tarafta vakıf olarak ortaya çıktılar. Selçuklular zamanında da gelişmesini devam ettiren bu hastahanelerden; Şam, Bağdat, Musul ve Mardin'de inşa edilenleri pek meşhurdur.

"Hastahaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları XII. yy'dan itibaren hastahane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına Dâru'ş-şifa, Dâru's-sıhha, Bimâristan, Mâristan gibi isimler vermişlerdir.

Selçuklu hastahaneleri başlangıçtan itibaren tıp öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tıp fakülteleri gibi çalışmışlardır. Meselâ, Kayseri'de Gevher Nesibe tarafından 602/1205'de, Sivas'ta İzzeddin Keykâvus tarafından 614/1217'de yaptırılan hastahaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpâre binalar olarak hizmet görmüşlerdir."5

Selçuklular döneminde Anadolu'da yapılan önemli Dâru'ş-şifalar şunlardır:
Kayseri'de Gevher Nesibe (1206), Sivas'ta İzzeddin Keykavus Şifahânesi (1217), Divriği'de Turan Melik Darü'ş-Şifası (1228), Konya Darü'ş-Şifası (1219-1236), Çankırı'da Atabey Cemâleddin Ferruh Darü'ş-Şifası (1235).6

"İktisadî ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arzeden Selçuklu Devleti'nde tababet o derece ehemmiyet kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabada mevcut hastahanelerde tedavi meccânî olup, her birinin büyük vakıfları vardır."7

"Selçuklular, sağlık hizmetlerini yürütmek için sadece hastahane yapmayı yeterli görmemişler, nerede sıcak ve şifalı bir su kaynağı bulmuşlarsa orayı derhal imar ederek bu sulardan istifadeyi düşünmüşlerdir.8

Osmanlılar'da da sosyal yardım müesseseleri arasında sağlık müesseseleri oldukça boldur. Osmanlılar'da ilk hastahanenin ise, devletin kuruluş yıllarında Sultan Orhan tarafından Bursa'da açıldığı bilinmektedir. Böylece devletin tıpla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çıkmış olmaktadır. Bununla beraber Osmanlılar'ın, tam teşkilatlı diyebileceğimiz ilk hastahanesi Bursa'da 801 (M.1399) tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından şehrin doğusunda, Uludağ'ın eteğinde kurulmuştur. 1400 senesi Mayıs'ında, Bursa kadısı Molla Fenârî Mehmed b. Hamza tarafından vakfiyesi tertip edilmiş olan bu hastahanede vazife görmek üzere, Sultan Bayezid, Memlûk hükümdârı Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabip göndermesini rica etmiş, o da Şemseddin Sağîr isminde bir tabip yollamıştır.9

Ayrıca Osmanlılar'da medreselerin bünyesinde açılan Dârü't-Tıp'lar, tıp tahsili yaptırmakla beraber, devrinin en gelişmiş hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı.10

Osmanlılar'da kurulan önemli hastahaneler olarak Bursa'da Yıldırım Bayezid (1339), İstanbul'da Fatih (1470), Edirne'de Bayezid (1488), İstanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa'da Sultan III. Murad (1591), İstanbul'da Sultan Ahmed (1671) hastahaneleri zikredilebilir.11

Alman Seyyahı Fugger, 1589'da İstanbul'da 100 hastahane olduğunu belirtiyor. Y. Öztuna bu rakamı mübalağalı bulursa da bu rakam İstanbul'da çok sayıda hastahane bulunduğunu göstermektedir. IV. Murat zamanında (1623-1640) İstanbul'da 9 hastahane ve 19 imaret bulunduğu ise, resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır.12

HASTAHANELERDEKİ DURUM
Hemen her büyük vakıfta, bir Bimarhâne veya Dâru'ş-şifa denilen hastahaneler bulunurdu. Osmanlılarda hastahanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlı medrese hastahaneleri de çok zengin akarlara sahipti ve hiçbiri devletçe yaptırılmamıştı. Hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Haseki, Gurâbâ, Şişli Etfal hastahaneleri, bu vakıf hastahanelerin günümüzde de hizmet vermeye devam eden örnekleridir.13

"Dâru'ş-şifaya müracaat eden fakir hastalar zamanlarının en hâzık ve tecrübeli doktorları, göz hastalıkları mütehassısları ve cerrahları tarafından muayene ve tedavi edilmekte ve ilaçların en pahalı ve iyilerinden faydalanabilmektedirler. Hastahaneye yatırılanlar da orada her türlü ihtimamı görmekte, çamaşırları ve kendileri yıkanmakta, türlü devalar, şerbetler ve kuvvet ilaçları ile hastalara şifa imkânları sağlanmaya çalışılmaktadır. Ölenler için teçhiz ve tekfin masrafları da, bu hastalara gösterilen ihtimamların son bir alâmetidir. Hastalıkları zamanında daha fazla yardıma ihtiyacı olan yoksul kişiler için ümit ve teselli kaynağı bir sığınak vazifesini gören Dârü'ş-şifaların, gerçek bir hayır ve şefkat müessesesi olarak vazifelerini gördüklerine şüphe yoktur."14

"İslâm âlemi, hastahanelerinin kalitesi ve techizatı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. 1160'ta Nureddin'in, Şam'da kurmuş olduğu hastahane üç asır boyunca bedava hasta tedavi etti. Ve ilaç dağıttı. Bu hastahanenin bacasının tam 270 yıl hiç sönmeden tüttüğü söylenir. Kahire'de 1285'te yapılan hastahane bütün Orta Çağ'ın en büyük hastahanesiydi. Hastahane, büyük ve şadırvanlarla serinletilmiş bir avlunun etrafına yapılan dört binadan meydana geliyordu. Çeşitli hastalıklar için ayrı ayrı bölümler olduğu gibi, nekahet devresini geçirenler için de ayrı bir kısım vardı, hastahanenin lâboratuvarları, perhiz mutfakları, banyoları, kütüphanesi, mescidi, konferans salonu vardı. Burada genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir, esir-hür farkı gözetilmeksizin herkes tedavi edilirdi, hastahaneden taburcu edilen herkese hemen işe başlamaması için, ayrıca para da verilirdi. Uykusuzluktan ızdırap çeken hastalara musiki dinletilir, özel şahıslar bunlara hikâyeler anlatırdı. İslâm'ın, bütün büyük şehirlerinde ruh hastaları için özel yerler vardı."15

"Halife ve sultanlar, vücuda getirdikleri hayır müesseselerini hükümdar saraylarına has mobilyalarla tefriş etmişlerdi. Devletin en yüksek memuriyetlerindeki uyuma ve ikâmete mahsus odaları süsleyen bütün konfor halka tamamen açık bulunan hastahane tesislerinin hasta odalarıyla yatak ve banyolarına naklolunmuştu."16

"Yalnız halife ve sultanlar değil, hususî servet sahipleriyle meşhur astronom Sabit b. Kurra'nın oğlu Sinan b. Sabit, torunu Sabit b. Sinan gibi doktorlar, köylere kadar uzanan seyyar sağlık istasyonlarının yanında umumî hastahanelerden başka hapishane hastahaneleri de vücuda getirdiler. Vezir İbn Furât, memurlarının parasız muâyene ve tedavileri için 923 yılında Bağdat'ta bir poliklinik tesis etti."17

Hastahanelerin büyük bir kısmı vakıf hastahanesi olduğundan, hastahanelerde nelere dikkat edileceği ve hastalara nasıl davranılacağı da bizzat vâkıf tarafından tayin edildiğinden bu prensiplere muhalefet mümkün değildi. Bir vakıf hastahanesindeki durumu göstermesi bakımından Mısır Kölemenleri hükümdarlarından Sultan Kalavun'un kurup vakfettiği hasta-hanenin vakfiyesini kaydetmek istiyoruz: "Ben bu hastahaneyi Müslümanların, kadın-erkek hastalarının tedavi edilmesi için inşa ettim. Gerek servet sahibi zenginlerden, gerek muhtaç ve fakirlerden Kahire'de ve etrafında oturan veya oraya dışarıdan gelenlerden cinsleri, hastalıkları ve dertleri ne olursa olsun, genç-ihtiyar herkes orada tedavi olabilir. Kadın-erkek bütün hastalar, tedavileri bitip iyileşinceye kadar orada kalırlar. Orada tedavi için hazırlanan her şey ücretsiz sarfolunur. Yerli ve yabancı ayrı tutulmaz, hiçbirine ayrı muamele edilmez. Mütevelli bu vakfın gelirinden hastahanenin ihtiyaçlarını karşılar, hastahane için gerekli olan karyola, yatak, yorgan gibi ihtiyaçları temin eder. Her hastaya, haline uygun olan ve hastalığın gerektirdiği karyola ve yaygılarını hazırlar. Onlardan her birinin tedavisi ile ilgilenir onlara son derece hayırhah davranır..."18

Hastahanelerdeki konforu göstermesi açısından S. Hunke'un zikrettiği ve ortopedik tedavi gören bir hastanın babasına yazdığı bir mektup da kayda değer. İşte mektubun bazı bölümleri: "Babacığım; benden para getirmenin lâzım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel... Başhekim bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi, çarşaflar bembeyaz. Her odada akar su var. Soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor..."19

Hastahanelere alınan doktorların durumuna da son derece dikkat edildiği, ehil olmayanların ve hastalara şefkatle yaklaşmayacak olanların hastahanelere alınmadığı görülmektedir. Hekimlerin dikkat edeceği hususlar da açıkça belirtilmekteydi.

Haseki Sultan'a ait, 958/1551 tarihli bir vakfiyede; Dârü'ş-şifa'nın idaresinin, hekimin hastahanede hastalarla olan münasebetlerinin ve mesleğiyle ilgili meselelerin nasıl olması gerektiği hususunda ilgili şu şartlar zikredilmektedir: "Vâkife Hazretleri şart etmiştir ki, iki nefer hâzık, riâyet ve inâyete lâyık, fetanet ve kiyasetle maruf, hazâkat ve ferâsetle mevsuf, tıp ve hikmet kanunlarını bilen, onların bilumum meselelerini tafsilatı ile ihata eden, mizac ahvâlinin hususiyetlerini anlayan, ilaç tertip etmekte mahir olan, şurup ve macunların ahvâlinde tecrübeli, onların, hastaların ahvaline mülayim veya mübayin olanlarına vâkıf, iş görme ve birçok tecrübelerle ilimlerini tekid etmiş ve türlü ahvâl ve atvâl müşâhedesiyle mâriflerini ilerletmiş, ilim tahsilinde ve tatbikatta zamanlar geçirmiş, onları tamamlama hususunda vakitler harcamış kimse doktor olup, bunlardan her biri serin kalpli, kerîm ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, iyi iş yapar, ince kalpli, uysal, akraba ve ecânib hakkında hayır diler, nasihatte tatlı dilli, hoş sözlü, güler yüzlü, makbul huylu olmalıdır. Hastalardan her birine candan dost gibi, re'fet ile nazar eder, onları asık surat ile karşılamaz, onlara az da olsa vahşet ve nefret uyandıracak söz söylemez. Zira sözde bulunan sert bir kelime, bazen hastaya en büyük dertten daha ağır gelir. Belki hastalara en latif ibarelerle söz söyler, onlara en güzel şekilde hitap eder, sual ve cevapta en şefkatli yolu tutar. Zira sarf olunan nice sözler vardır ki, onlar hastanın nezdinde cennet kevserinden, zülâl ve selsebilden daha tatlıdır. Hastalara şefkatlidir. Hastanın tatlı söze ihtiyacı daha çoktur. Hastalara şefkat ve riâyet kanatlarını indirir, döşer... Onların üzerine inâyet ve himaye kemerlerini gerer... Bu iki tabipten biri bu yazılan şartlara riâyet eder ve bu kaideleri olduğu gibi muhafaza eyler, sene ve ayların ve günlerin her birinde bu şartlardan bir tanesini bile ihmal ve ihlal etmeden bunlara tamamıyla riâyet etmek mecburidir. Her kim ki bu sayılanlardan birini ihlâl eder, üzerine aldığı vazifelerden birini ihmal ederse, vazife mukabili almış olduğu şey ona haram olur. Âhirette de azab ve gazaba düçâr olur..."20

Hastahanelerde fazla miktarda hasta yığılmaları görülmediği gibi, doktor başına düşen hasta sayısı da oldukça azdır. "II. Bayezid'in 23 Mayıs 1484'de, tahta geçmesinin 3. yıl dönümünde bizzat temellerini attığı muazzam Edirne Sultan Bayezid Külliyesi'nde 167 görevli çalışmakta, hastahane 50 kişilik olduğu halde hekim ve hizmetkâr olarak 21 personeli bulunmaktadır ki, bu durum bugünkü modern hastahaneleri bile kıskandıracak bir durumdur."21

Yine batılı seyyah Menavinus, İstanbul'da Bayezid Külliyesi'nin, akıl hastalarına mahsus bölümünde birbirinden tecrid edilmiş 40 akıl hastasına 150 hasta bakıcının hizmet verdiğini nakletmektedir.22

1539'da Manisa'da Kânûnî'nin annesi Vâlide Hafsa Sultan tarafından inşa edilen Manisa Dârû'ş-şifası'nın 20 hastalık kapasitesi bulunmakta, büyük ölçüde ayakta da hasta tedavi edilen bu hastahanede, 5 hekim (bir başhekim, bir operatör, bir akıl hastalıkları mütehassısı, 2 göz hekimi), 4 eczacı ve buna göre personel bulunmaktadır.23

İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği görülmektedir. "İslâm dünyasında hastahaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı. Yâkubî ile Mes'ûdî, eserlerinde Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının tedavisine tahsis edildiklerini belirtirler. Mes'ûdî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hızkıl Akıl hastahanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir. Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastahanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece delilerin tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastahane olmak şerefine daha layıktır. Çünkü bu müessese, batıda ancak XV. asırda ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastahanelerle mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir."24

Akıl hastalarının tedavisi hususunda Evliya Çelebi bir misal olarak şu bilgileri verir. "Yapılışından birbuçuk asır sonra Edirne'de II. Bayezid tarafından tesis edilmiş bulunan vakıf hastahanenin akıl ve ruh hastalarına mahsus bimârhane kısmını gezen Evliya Çelebi burada çiçek yetiştirilerek, onların güzelliği ve kokusuyla hastaların tedavi edildiğinden, bu maksatla bilhassa lâle, sümbül, reyhan, karanfil, nesrin, yasemin, deveboynu çiçeklerinin kullanıldığından, ayrıca musiki ile tedavide de bilhassa nevâ, rast, dügâh, segâh, çârgâh, sûznak, zengûle, bûselik makamlarının çok iyi netice verdiğinden ve haftanın iki günü hastahaneye bağlı eczaneden her isteyene bedava ilaç dağıtıldığından bahsetmektedir."25

Ayrıca pek çok hastahanenin tabhâneleri vardı, hastahanelerden taburcu edilen zayıf hastalar bir müddet buralarda misafir edilir, daha sonra evlerine gönderilirdi. 26 Sağlık hizmetlerinin hemen hemen tamamını yürüten vakıfların, ayrıca gezici sağlık ekipleri oluşturduklarını, hastahaneye gidemeyen hastalar için evlere ücretsiz doktor gönderdiklerini de görmekteyiz. Zira Kütahya'da Germiyanoğlu Yâkup Çelebi'ye ait bir vakfiyede şu şartlar zikredilmektedir: "Ve dahi anda kim ki hasta olan olursa ona hekim götüreler, ilaçettireler ve hekim hakkın vereler ve anda ölen olursa kefen ala, ahsen kılalar."27

İster zengin, ister fakir olsun, tıbbî tedavileri karşılığı hastalardan bir dirhem bile masraf alınmadığı, yatma, iaşe ve ilaçların tamamen bedava olduğu, ayrıca fakir olan hastalara taburcu edilirken kendilerine bir kat elbise ile bir aylık iaşe masraflarını karşılayabilecek miktarda para verildiği malumumuzdur. 28 hastahanelerin pek çoğu vakıflara bağlı oldukları için, daha sonra gelen hükümdarlarca statüleri değiştirilmemiş, böylece uzun müddet daha sağlık hizmetlerini rahatça yerine getirme imkânı bulmuşlardır.29

BATIYLA MUKAYESE
Burada kaydedeceğimiz ifadeler size biraz nostalji gibi gelebilir veya 'züğürt tesellisi' kabul edebilirsiniz. Doğrusu ben de aynı kanaatteyim. Lakin şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim: Dün, böyle medeniyetler kurabilen bir neslin torunlarına, günün teknolojik imkânları içinde daha güzellerini kurmak yakışır; bu aynı zamanda bir borçtur. Bu alıntılardan kastımız, dünü zikrederek avunma değil, aksine himmetleri gayrete getirmedir.

"Müslüman hastahanelerine benzer şekilde, yalnız hastalarla onların bakım ve tedavilerine mahsus müstakil hastahane binaları, batıda ancak haçlı seferlerini takiben kuruldu."30 Akıl hastalarına İslâmî tarzda itina gösterilmesi istikametinde ilk mütereddit adımı ise, 1751'de İngiltere attı. 18. asrın sonlarında Fransa'da Doktor Pinel, yaptığı mücadeleler sonunda zincirlere bağlı delilerin hapishanelerden azad edilip, doktorların ellerine tevdi olunmalarını sağladı.31

"Bilindiği gibi İslâm tıbbı, VIII. asırdan XVII. asra kadar Avrupa tıbbına hâkim olmuştur. Avrupa tıbbının çok geliştiği XVII. asırda bile Türk hastahanelerini Avrupa seyyahları çok beğenmekte ve hayranlıkla anlatmaktadırlar. Zira kendi ülkelerindeki hastahaneler henüz o derecede mükemmel değildi. XVII. asırda Osmanlı, hâlâ Avrupa'ya ilaç ihraç etmektedir. Ve XVII. asra kadar Avrupa üniversitelerinde Arapça'dan çevrilmiş tıp kitapları okutuluyordu...

1596'da Dresden'de yapılan hastahane için, Bursa'da Yıldırım Dâru'ş-şifası'nın plânı esas alınmıştı. Türk kaplıcaları, mimarisi, mûsikîsi, kıyâfetleri, silahları taklit edilirken ve Türklerden aşı öğrenilirken, hastahaneler de örnek alınıyordu.

Türk hastahanelerini Avrupa'dakilerden ayıran çok mühim bir özellik, Türk hastahanelerinde din farkının gözetilmemesidir. Hiçbiri dinî müessese değildir. Avrupa'dakiler hepsi dinîdir ve çoğunda aynı mezhepten olmayanların tedavisi de mümkün değildir...

Diğer bir ayrılık, Avrupa hastahanelerinde hekim bulunmaması idi. İlk hekim Strasburg hastahanesi'ne 1500 yılında tayin edilmiştir. Türk hastahanelerinde ise, daima çeşitli branşlarda birkaç hekim bulunuyordu. Leipzig'de ilk hastahane doktoru 1517'de, Paris'te ise 1536'da görülür...

Diğer bir fark, Avrupa'da hastahanelerin tıbbiyelerle ilgisinin olmaması, tıp okullarının tatbikat hastahanelerinin bulunmaması idi. Selçuklular devrinde olsun, Osmanlılar devrinde olsun, hastahanelerin çoğu, tıp medreselerinin tatbikat hastahaneleri idi. XVI. asırda Verona'da İbn Sina'nın eserlerini okutan bir profesörün, bir hastahane-de ilk defa klinik dersi vermesi, sansasyon olarak telâkki edildi. Tıp talebesi, hastahanede hasta göremiyordu. Türkiye'de ise tıp müderrisi, talebesi ile medreseye bağlı hastahanede çalışıyor ve hastaları talebesine gösteriyordu."

Evet, tarihimiz eğitimde, sağlıkta, sanatta, mimaride, edebiyatta ve topyekûn sosyal müesseselerde eşsiz hazinelere sahip. Yitirdiğimiz bu hazinelerimize tekrar sahip olabilirsek, yeniden bütün cihana medeniyet muallimliği yapabileceğiz.
 

Dipnotlar
1- Buharî, Tıb,1.

2- Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/84-85; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n-Nebevi, s. 30,31 (Önsöz) Kahire, 1982.

3- Arsian Terzioğlu, Orta Çağ İslâm-Türk hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten, (1970), XXXIV/128,133 (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar. İst. 1985. s. 135'den naklen)

4-Will Durant, İslâm Medeniyeti, s. 106.

5- A. Süheyl Ünver, Selçuklu Tababeti, s.47-48 (Osman Çetin Anadolu'da İslâmiyetin yayılışı, s.210 İst. 1990'dan naklen)

6- Bkz. Mehmet Şeker, İslâm'da Sosyal Yardımlaşma Müesseseleri, s. 132. Ank. 1987.

7- Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 52 (İ. Erol Kozak, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf. s. 19'dan naklen)

8- Osman Çetin, Anadolu'da İslâmiyetin Yayılışı, s. 210,211.

9-1. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 1/544, Ank. 1972.

10- Mehmet Şeker, a.g.e, s. 132. 11- Bkz. Mehmet Şeker, a.g.e. s. 132.

12- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, X1/193.

13- İ. Erol Kozak, a.g.e. s. 23. 14- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/180.

15- Will Durant, a.g.e. s.248.

16- Sigrid Hunke, Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, s. 156 İstanbul 1972

17- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 157.

18- Yusuf el-Kardavi, Fukârâlık ve İsliâm, Terc. Avni İlhan, s. 195-197, İzmir, 1976. 19- Sigrid Hunke, a.g.e., s. 154-155.

20- Haseki Sultan Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 2142 No'lu Vakfiye Defteri, 16-45 (M. Şeker a.g.e. s. 133-135'den naklen)

21- Yılmaz Öztuna, a.g.e., X1/191

22-a.g.e. s X1/192 23-a.g.e. X1/192.

24- Arslan Terzioğlu, a.g. makale, Belleten, XXX10/133 (2. Kazıcı, a.g.e. s. 136'dan naklen)

25- İ. Erol Kozak, a.g.e. s. 24.

26- Bkz. Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/195

27- Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 32/617 Nolu Vakfiye Defteri, s. (160-162 (M. Şeker, a.g.e. s. 132,133'den naklen)

28- Sigrit Hunke, a.g.e., s. 157-158.

29- Bkz. Z. Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 214.

30- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 152. 31-a.g.e. s. 179.

32- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/194.


Sabri Çap