๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 15:15:48



Konu Başlığı: İslâm ın gayrimüslimlerin mabetlerine bakışı
Gönderen: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 15:15:48
İslâm'ın Gayrimüslimlerin Mabetlerine Bakışı


Tarih boyunca pek çok kültür ve inanç, çeşitli milletlerin hâkimiyeti altına girmiş ve belli bir güce erişinceye kadar da onların idaresi altında yaşamak zorunda kalmıştır. Farklı inanç ve kültürler üzerinde hâkimiyet kuran kimi milletler, ‘öteki’ (olarak kabul ettikleri) milletleri dinî ve kültürel açıdan kendilerine tâbi kılmak istemişler ve dolayısıyla inanç ve kültürlerini zorla değiştirmeye kalkışmışlardır. Bu husus, tarihin çok sık şahit olduğu bir hakikattir. Meselâ, Hristiyanlığın yeni yayılmaya başladığı dönemlerde putperest Romalıların Hristiyanlara yaptığı zulümler, Sâsânîlerin Ermenileri ateşe tapmaya zorlamaları, Yahudi Himyer Krallığı’nın Hristiyanlara dinlerini değiştirmeleri için uyguladığı akıl almaz baskı ve zulümler, Endülüs’te Hristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları etnik ve dinî maksatlı soykırım, Doğu’nun İslâmlaşmasını ve kültürel zenginliğini hazmedemeyen Hristiyan Batı’nın düzenlediği Haçlı Seferleri, dinler ve kültürler arası ilişkilerde yaşanan kötü örneklerden sadece bir kaçıdır…

Nazarî ve fikrî plânda kabul edilen hak ve hürriyetlerin uygulamada nasıl bir işleyişe sahip olduğu hep merak edilen bir husustur. Zîrâ bir toplumda dinî müsamahanın varlığı sorgulandığında, öncelikle bakılması gereken iki temel parametre vardır: Bunlardan biri, mabetler, diğeri de o dinin eğitim ve temsilinden sorumlu din adamlarıdır. Bu iki unsura karşı saygı gösterilip gösterilmediği ve hâkim zümre karşısında korunup korunmadığı hususu, dinî müsamahanın en belirgin göstergesidir. Bu makalede, dinî müsamahanın alâmet-i farikası olarak görülen bu iki unsurdan biri olan mabetler ele alınacak ve İslâm’ın gayrimüslimlerin mabetlerine bakışı incelenecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Mabetlerin Konumu


Mabetler, ilk insan ve ilk toplumdan itibaren dine bağlılığın, Yaratıcı’ya kul olma şuurunun ve ubûdiyet duygularının en belirgin tezahürü konumundadır. Dolayısıyla korunması ve saygı gösterilmesi gereken mekânlardır. Bununla birlikte yaratılış itibariyle insan, varlık hiyerarşisinde düşüncesi, inancı ve duygularıyla her zaman üstün bir yere sahip (varlığın göz bebeği/özü/esası) olarak kabul edilmiştir. Diğer varlıklardan farklı olarak bu kabiliyetini geliştirmek ve inanma ihtiyacını karşılamak maksadıyla da inandığı değerleri yaşayabileceği, Yaratıcı’sına dua ve ibadetlerini arz edebileceği hususî bir mekânın özlemini hep hissetmiştir.

İslâm’ın nazarında Kâbe, insanlığın atası (Ebu’l-beşer) Hz. Âdem ile eşi Hz. Havva’nın yeryüzüne gönderilmesiyle birlikte, melekler tarafından inşa edilmiş en eski mabettir. Kâbe, keyfiyeti beşere meçhul, Allah’a (cc) malum olan Beyt-i Ma’mûr adlı semavî yüce bir mekânın yeryüzündeki izdüşümü üzerine kurulmuştur.1 Dolayısıyla insanoğlu, hiçbir dönemde mabetsiz kalmamış, Yüce Yaratıcı’nın adının anıldığı, ilâhî duyguların coşkun bir biçimde Kendisi’ne arz edildiği mabetler her zaman mevcut olmuştur. Kur’ân-ı Hakîm’in sarih beyanına göre Kâbe, yeryüzünde inşa edilen ilk mabet ve ilk ibadet mahallidir:

لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ

“İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet Mekke’deki Kâbe olup, pek feyizlidir, insanlar için hidâyet rehberidir.”(Âl-i İmrân, 3/96). Hz. Âdem ve onun zürriyetinden gelenler onu tavaf etmişler, Hz. Nûh döneminde yaşanan Tufan esnasında semaya yükseltilmiş,2 daha sonra Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından yeri tespit edilerek tekrar inşa edilmiştir. (Hâc, 22/26-29)

Kaynağı vahiy ve peygamberlik geleneğine dayalı bütün inanç sitemlerinde mabetlerin varlığı, bir zaruret olarak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de de, diğer din mensuplarının mabetlerinin varlığı bir vâkıa olarak kabul edilmiş ve bu mekânlara karşı gösterilmesi gereken tavrın nasıl olması gerektiğine işaret edilmiştir:
“O müminler ki tamamen haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır!’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı. Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğer bir kısmı ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılır giderdi. Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak gâliptir.” (Hac, 22/40)

Nüzul seyrine bakıldığında ilk bakışta bu âyet, Müslümanlara, kendilerini savunmak suretiyle dinlerini ve mabetlerini korumaları gerektiğini ve ayrıca diğer dinlerin ve mabetlerin de buna dâhil edildiğini ifade etmektedir. Yine âyette mescitlerden bahsedildiği hâlde Müslümanların o gün Kubâ ve Medine Mescidi dışında mescitlerinin bulunmayışı ve ayrıca Mekkelilerin de henüz fiilî saldırılarının başlamamış olması dikkat çekici bir durumdur. Bununla birlikte daha önceki tarihî vetirede, bazı din mensuplarının diğer dinlerin mabetlerine yönelik saldırılarının bulunduğu da bilinmektedir. Meselâ Fîl Sûresi’nde bahsedildiği üzere, Yemen Kralı Ebrehe Kâbe’yi yıkmak maksadıyla Mekke yakınlarına kadar gelip ordusunu konuşlandırmış, fakat Yüce Allah, bu mukaddes mekânı korumak maksadıyla üzerlerine ebâbil (sürü sürü kuşlar) göndermiş ve bunlarla Ebrehe ordusunu helâk etmiştir. (Fîl, 105/1–5) Söz konusu ettiğimiz Hac Sûresi 40. âyetin, Yahudiler için hem bir ibadet mahalli, hem de bir eğitim müessesesi olan Beytü’l-midrâs adlı mabedin bulunduğu Medine’de nazil olması da ayrıca ehemmiyet arz etmektedir. Dolayısıyla âyetin yorumunu, sadece Müslümanların kendi mabetlerini koruma sorumlulukları bulunduğu şeklinde yorumlamak eksik bir anlama olacaktır.3

Ayrıca Kur’ân’da, “Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır.” (Bakara, 2/114) buyrulmaktadır. Müfessirlerin beyanına göre bu âyet, Hz. İsa’dan 70 yıl sonra Romalılar tarafından Kudüs’ün zapt edilerek şehrin yakılıp yıkılmasına, Beytülmakdis’in tahribine ve bütün Tevrat nüshalarının imha edilmesine işaret etmektedir. Abdullah b. Abbas’ın şu ifadeleri de bunu gösterir: “Roma hükümdarlarından Titos, Kudüs’e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, kadın ve çocukları esir almış, Tevrat nüshalarını yaktırmış, Beytülmakdis’i tahrip ederek mabedin içinde domuz kesip katliam yapmıştır…”4 Elmalılı Hamdi Yazır bu âyete şöyle bir açıklama getirir: “Âyetin siyâkı hem Yahudi, hem Hristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını umumileştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hattâ isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resûlüllah’a ve Müslümanlara Kâbe’de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dâhil olan bir zulüm şeklidir.”5

Bu âyetin nüzûlü her ne kadar hususî bir sebebe dayanmış olsa da bu durum âyetin daha genel bir mânâya hamledilmesine mâni değildir. Buna göre âyette, geçmişte veya gelecekte mabetlerde Allah’a ibadet edilmesini engelleyen ve oraların maddî veya mânevî anlamda yıkılıp harap olmasına yol açanlar kınanmaktadır. Zîrâ mabetler temelde, insanın Yaratıcı’sıyla ilişkisini sağlama ve kulluk bilincini her daim canlı ve daimi kılmada önemli bir fonksiyon yerine getirmek maksadıyla inşa edilmiş mukaddes mekânlardır. Bu sebeple âyette verilen asıl mesaj da mabetlerin dokunulmazlığının ve ibadet etme hürriyetinin sağlanmasıdır. Bu temel yaklaşım dolayısıyla Kur’ân, “içinde Allah’ın adının anıldığı” mescitlerle birlikte kiliselere ve havralara da saygı gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir (Hac, 22/40).6

Müfessirlerin büyük bir kısmı, mabetlerin korunmasıyla alâkalı bu âyetleri yorumlarken şu hususa da vurgu yapmışlardır: Allah, Müslümanlar eliyle müşrikleri engellemiş hem mescitleri, hem de diğer dinlere ait mabetleri mütecaviz kimselere karşı korumuştur. İslâm’ın ortaya koyduğu bu yaklaşımla hem zimmîler korunmuş, hem de mabetleri emniyet altına alınmıştır.

Sünnet-i Seniyyeye Göre Mabetlerin Konumu

Mabetlere saygı ve onların korunmasıyla alâkalı mezkûr âyetin nasıl tatbik edildiği hususu, Allah Resulü’nün gayrimüslimlerle akdettiği zimmet anlaşmalarında ve bunlara göre gerçekleştirilen icraatlarda açıklığa kavuşmaktadır. Bu nebevî tatbikatlar sayesinde, Müslümanların dinin naslarını yanlış anlamaları da ortadan kaldırılmış olmaktadır. Bilindiği gibi Resûlüllah (sas) Medine’ye hicret ettiği esnada orada Arap kabileleriyle birlikte Yahudiler de meskûn durumdaydı. Yahudilerin Medine’de hem bir mabet (havra), hem de bir eğitim öğretim müessesesi olarak kullandıkları Beytülmidrâs adlı mekânları vardı. Beytülmidrâs, Yahudi kültüründe ‘eğitim-öğretim yeri’ mânâsında kullanılmaktadır. Dinî vecibelerin yerine getirildiği mabet ve sinagogun dışında Bet (ha)-Midraş müstakil ve mukaddes bir müessese kabul edilmiş, hatta Tevrat’ın yüceltildiği yer olarak görüldüğünden sinagogdan üstün sayılmıştır.7 Peygamber (sas), Beytülmidrâs’ın Yahudiler üzerindeki tesirli konumunu dikkate alarak oraya gitmiş ve onları orada İslâm’a davet etmiştir.8 Ayrıca Yahudiler tarafından kendisine, zina eden iki yahudiye nasıl ceza vermek gerektiği sorulduğunda da Beytülmidrâs’a gitmiş ve Yahudileri Allah’ın kitabını kabule davet ederek zâniler hakkında recm cezasının uygulanmasını istemiştir.9 Allah Resûlü, Medine’ye hicretin henüz ikinci yılında Yahudilerle bir anlaşma akdetmiş ve bu anlaşmanın maddelerinin birinde, onları Medine toplumunun bir unsuru olarak kabul etmiş ve “Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir”10 ifadesiyle de onlara dinî ve hukukî sahada muhtariyet tanımıştır. Bu anlaşma, gayrimüslimlerin mabetlerinin korunması konusundaki nebevî teminatı göstermektedir.

Resûlüllah’ın (sas) gayrimüslimlerin mabetlerine karşı nasıl davrandığını gösteren bir başka hâdise ise Necran Hristiyanlarının Mekke’nin fethi sonrasında hicrî 9. yılda Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’le (sas) görüşmeleri esnasında yaşanmıştır. Bu görüşme sırasında onların Mescid-i Nebevî’de ayin yapmalarına izin verilmiş ve akabinde yapılan anlaşma(lar)da, kiliselerinin teminat altına alındığı, din adamlarına da dokunulmayacağı belirtilmiştir. Bu anlaşma metninde şu hususlara işaret edilmektedir: “Ne olursa olsun, küçük olsun büyük olsun, kiliseleri ve manastırları namına ellerinde ne varsa kendilerine aittir ve bunlar Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti altındadır. Hiçbir üskuf (piskopos), vazife yaptığı yerden, hiçbir rahip de kendi manastırından ve hiçbir papaz kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ve ne de alışageldikleri hiçbir şey (örf ve âdet)leri bir değişikliğe maruz kalacaktır. Onlar samimiyetle hareket edip üzerlerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirdikleri müddetçe, Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti (koruması) altında olacaklardır. Onlar ne zulme uğrayacaklar, ne de başkalarına zulüm yapmalarına izin verilecektir.”11

Hz. Peygamber (sas) döneminde kiliselerin bir kısmına el konulduğu, yeniden kilise yapılmasına ve yıkılanların tamir edilmesine izin verilmediğini ima eden sahih bir belge ve ifade mevcut değildir. Görüldüğü kadarıyla her ne kadar “İslâm’da kilise inşa etmeye (izin) yoktur” şeklinde bir ifade bazı kaynaklarda me’sûr bir rivayet olarak naklediliyor ise de12 bu, mutlak bir ifade olarak kabul edilmiş ve bazı durumlarda bunun kayıt altına alınabileceği ve farklı hükümlerin câri olacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla âlimler, bu hükmün Hicâz bölgesiyle sınırlı olduğuna işaretle burada gayrimüslim mabedi inşa edilemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. İbnu’l-Kâsım (v.191/975) ve Serahsî (v.483/1090) gibi âlimler de Hicâz bölgesi dışında savaş yoluyla fethedilmiş bile olsa, devlet başkanının zimmî statüsü tanıdığı kimselerin kendi şehirlerinde hem eski mabetlerini koruyacaklarını ve hem de yenisini yapabileceklerini belirtmişlerdir.13 Bu âlimler, sahabenin fethettiği ülkelerdeki gayrimüslim mabetlerine dokunmadıklarını, tahrip etmediklerini ve özellikle halife Ömer b. Abdülaziz’in valilerine gönderdiği emirnamedeki: “Fethedilen yerlerdeki kilise, havra ve ateşperest tapınaklarının yıkılmaması” yönündeki talimatını delil olarak kullanmışlardır.14 Muasır âlimlerden Abdulkerim Zeydan da bütün bu delilleri değerlendirdikten sonra, Hicâz bölgesi dışındaki gayrimüslimlerin, kendilerine verilen emân ve güvenliğin bir gereği olarak oturdukları yerlerin özelliklerine bakılmaksızın gerektiği kadar mabet yapabilecekleri kanaatini dile getirmiştir.15

Bütün bu müsamahalı anlayışın yanında, İslâm’ın ilk dönemlerinde Medine’de Allah Resûlü ile birlikte yaşayan ve görünüşte Müslüman oldukları hâlde gizlice ihanet plânları yapan ve Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışmayı bozmayı hedefleyen münafıkların inşa ettikleri Mescid-i Dırar’ın faaliyetlerine ise izin verilmemiştir. Zîrâ burası mabet olmaktan ziyade, Ebû Âmir er-Râhib’in münafıkları örgütlemeye çalıştığı, gizlice ihanet plânlarını görüştükleri, ileriye yönelik eylemleri için silâh ve mühimmat depoladıkları bir karargâh olarak işlev görmüştür.16 Nitekim Kâbe de Mekke fethedilinceye kadar müşrik Arapların ayin yaptıkları bir kutsal mekân olarak kullanılıyordu. Ağaçtan ve taştan yaptıkları yüzlerce put Kâbe ve etrafına yerleştirilmişti. Mekke’nin fethedilmesiyle birlikte Kâbe putlardan arındırılmış ve putlar imha edilmiştir. Allah Resûlü döneminde yaşanan bu iki hâdise gösteriyor ki, varlık sebeplerinin dışında istimal edilerek gerçek işlevlerinden uzaklaştırılması, insana, topluma, hakka ve hakikate zararlı hâle getirilmeleri durumunda, içtimaî barışa verdikleri zararı önlemek maksadıyla, adına mabet de denilse bazı mekânların varlığına müsaade edilmemiştir. Haddizatında bu da hedefler zaviyesinden bakıldığında umumiyetle korunmuş mekânlar olarak kabul edilen mabetlerin saygınlığını muhafaza maksadına matuftur. Dolayısıyla insanlar arasında fitne ve bozgunculuk çıkarmak ve toplumsal barışa zarar vermek gibi menfiliklere sebep olmadıkları sürece bütün mabetler korunmuş ve saygıya layık görülmüştür.

Hulefâ-i Râşidîn döneminde de fethedilen yerlerdeki gayrimüslimlerin mabetleri güvence altına alınmış, mevcut mabetlere karşı müsamaha gösterilmiş, kilise, havra ve hatta ateşgedeler bile muhafaza edilmiş, yağmalanmamıştır. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar kadar, ilk kıble olması hasebiyle Müslümanlar için de kutsal bir mekân olan Kudüs (yani Beytü’l-Makdis), Ömer (ra) döneminde fethedildiğinde İslâm’ın müsamahası adına önemli hâdiseler yaşanmıştır. Hz. Ömer Kudüs’te yaşayan gayrimüslimlere tam bir inanç hürriyeti sağlamış ve onlarla akdettiği anlaşma metninde bunları bütün açıklığıyla ifade etmiştir. Buna göre, kiliseler mevcut hâliyle korunacak, yıkılmayacak ve sayıları azaltılmayacaktır. Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler, zarar görmeyeceklerdir.17 Hz. Ömer (ra) bu anlaşmayı akdetmek üzere Kudüs’e geldiği sırada Hıristiyanların dinî lideri Patrik Sofranyus, ona şehrin en büyük kilisesi olan Kıyâme (Ba’s) Kilisesi’nde namaz kılması teklifinde bulunmuş, lâkin o, namaz kılması durumunda kilisenin ileride Müslümanlar tarafından camiye çevrilebileceği endişesiyle namaz kılmayı kabul etmemiştir.18 Hz. Ömer döneminde fethedilen Mısır’da da aynı müsamahalı tavrın sergilendiği görülür. Mısır’ın fethine şahit olan Nikou Piskoposu Jean, şehri fetheden Amr b. Âs’ın (ra) kiliselere dokunmadığını, onları yağma etmediğini, emlâkine el koymadığını ve Müslümanların Hıristiyanların işlerine karışmadığını açıkça ifade etmektedir.19 Hz. Ömer’in dışındaki Müslüman idareciler de Allah Resûlü tarafından tatbik edilen esaslara uygun davranmışlardır.

Osmanlı Toplumunda Mabetler

Müslümanların gayrimüslimlerle beraber yaşadıkları ve idareye hâkim oldukları toplumlardaki uygulamalara bakıldığında, bu hususta umumiyetle Kur’ân ve Sünnetin ahkâmına riayet edildiği görülür. 14 asırlık İslâm tarihi incelendiğinde bunun pek çok örneğine şahit olmak mümkündür. Meselâ İslâm medeniyetinin ana müesseselerinin hayata geçirildiği bir toplum olarak kabul edilen Osmanlı’da da gayrimüslimlere karşı eşine ender rastlanan bir müsamaha anlayışı hâkimdir. Devlet-i Âliye, başlangıçtan itibaren fethedilen bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı azamî derecede müsamahalı ve adaletli davranmıştır. Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli’de gayrimüslimlerin dinî müesseselerine ve sosyal hayatlarına müdahale etmeden eski âdetleri üzere yaşamalarına imkân tanımışlardır. İşte bu anlayış sebebiyledir ki, henüz fethedilmemiş bölgelerdeki gayrimüslimler Osmanlı ordularına karşı fazla mukavemet göstermemişler ve hattâ onların dinî ve vicdanî hislerine karşı gösterilen bu saygı, onların Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak görmelerine bile sebep olmuştur.20

Osmanlı hükümdarlarından Fatih (2. Mehmed), İstanbul’un fethi sonrasında, nasıl bir muamele göreceklerini bilmedikleri için firar eden veya Ayasofya’ya sığınan halkın her türlü korkudan uzak ve serbest bir şekilde evlerine dönmelerini, normal yaşantılarını sürdürmelerini bildirmiş ve onların hâmisi olduğunu ilân etmiştir. Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasındaki ilk icraatı olarak şehrin en büyük kilisesi olan Hagia Sopia, fethin bir sembolü olmak üzere Ayasofya adıyla camiye çevrilmiş ve kendi hayratı olarak bağışlanmıştır. Sultan Fatih daha sonra İstanbul’da Ortodoks Kilisesi Patriği olarak tayin ettiği Gennadios’u saraya davet ederek bir ziyafet vermiş, uzun ve dostça bir görüşmeden sonra kendisine değerli bir asa ve taç vererek “Cenâb-ı Hak sizi korusun. Dostluğumdan her vakit faydalanabilirsiniz. Seleflerinizin her husustaki haklarına ve imtiyazlarına malik olunuz” diye onurlandırmıştır.21 Kaynaklar, Fatih’in bu görüşmede Patrik’e bazı imtiyazları ihtiva eden bir de ferman verdiğinden bahsederler. Bu beratta “kiliselerin korunacağı, evlenme ve defin işlerinin ve diğer geleneklerin Rum kilisesinin usul ve kaidelerine göre eskiden olduğu gibi yerine getirileceği” teminat altına alınmaktadır.22 Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasında hem Rum, hem de Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetler tanıması, ayrıca Fener Patriği’ne de ekümenlik vermesi, dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür. O, sadece İstanbul’daki Hristiyan cemaatlerine değil aynı zamanda Bosna’daki rahiplere de benzer imtiyazlar vermiştir. Bosna’nın fethi sırasında verdiği Hatt-ı Hümayun’da, halkın kiliselerine, can ve mallarına karşı hiçbir taarruzda bulunulmamasını ve tam bir emniyet içerisinde yaşamalarını güvence altına almıştır.23

Sultan Fatih, fetihten sonra mabetlerine ve kendilerine ilişilmemesi, Tevrat okumalarına ve ibadet etmelerine mâni olunmaması hususunda Musevilere de teminat vermiştir. Hahambaşılarının liderliğinde kendi havralarına sahip olma ve dinî hizmetlerini serbestçe yerine getirme hakkı tanınmıştır. Aslında bundan daha önce Orhan Gazi döneminde Bursa’da Musevilere bir mahalle ve sinagog inşa etme izni verilmişti. Zamanla Fatih’in verdiği bu ahd ve emanı ihlâl eden bazı münferit hâdiseler olmuş, lâkin 1602 (h.1011) yılında mabetleri tamire ihtiyaç gösterdiğinde, ellerindeki “fetva-yı şerife ve ecdâd-ı izâmın verdikleri evâmir-i münîfe muktezasınca” önceki hâl üzere tecdit ve tamir edileceği, Tevrat okumalarına mâni olunmayacağı hususunda ikinci bir ferman daha verildi.24

Fatih’in dışındaki diğer Osmanlı padişahları da gayrimüslimlerin mabetlerine karşı umumiyetle aynı müsamahakâr tavrı sergilemişlerdir. Yavuz Sultan Selim, Kudüs’ü fethettiğinde 9 Kasım 1517 tarihinde akdettiği Hatt-ı Hümayun’da şunları ilan etmiştir: “Eskiden beri bazı şartlarla kendilerinde olan kilise, manastır ve diğer kutsal yerleri, Kudüs’ün içinde ve dışında bulunan kilise ve ibadethaneleri, eskiden hangi şartlarda ellerinde bulunuyorsa, yine aynı şekilde devam etmek üzere Ermeni toplumuna patrik olanlar zabt ve tasarruf eyleyeler.”25 Kanunî Sultan Süleyman da aynı hak ve imtiyazları tanıdığını belirterek fermanında bunları birer birer saymıştır. Kanunî, Kudüs’teki bir kilisenin camiye çevrilmesi üzerine kendisine ricada bulunan Fransa kralı I. François’e verdiği cevapta bu hususta ne kadar adaletli ve müsamahakâr olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Cami-i şeriften mâada olan makâmât Hristiyanların elinde kalacak ve zaman-ı saltanatımızda orada mukîm olanları hiç kimse rencide etmeyecek…hâlen işgal ettikleri kürsi ve mebâni kemal-i emniyetle muhafaza edilecek, hiçbir suretle ve hiçbir kimse tarafından rencide ve tazyik edilmeyecektir.”26

Sonuç

İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayrimüslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayrimüslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.


* Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi




Dipnotlar

1. Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, Beyrut, trz., I/88.
2. Taberî, Câmi’u’l-beyân, Beyrut, 1967, IV/7-9.
3. Levent Öztürk, “Kur’an’a Göre Hristiyan Mabetlerine Gösterilmesi Gereken Saygı”, SÜİFD, S:5, Sakarya, 2002, s.76.
4. Kurtubî, el-Câmi’u-li ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, II/54.
5. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/393.
6. Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara,2006, I/193-4.
7. Ahmet Önkal, “Beytülmidrâs”, TDV İslam Ansiklopedisi, VI/95.
8. Buhârî, cizye 6; Müslim, cihâd 61.
9. Ebû Dâvud, hudûd 26.
10. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.193.
11. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kübrâ, I/357-8.
12. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.94.
13. Serahsî, Şerhu’s-siyeri’l-kebîr, Kahire, 1971, IV/1536.
14. İbn Kayyım, Ahkâmu ehli’z-zimme, s.II/690.
15. Zeydân, Ahkâmu’z-zimmiyyîn ve’l-müste’minîn., s.98.
16. Vâkıdî, el-Megâzî, Beyrut, 1984, III/1045-8.
17. Taberî, Tarîhu’r-rusûl ve’l-mulûk, Leiden, 1879-81, I/2405-6.
18. Abbas M.el-Akkâd, el-Abkariyyetü’l-islâmiyye, Beyrut, 1968, s.427-8.
19. Mustafa Fayda, “Ömer”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXIV/50.
20. İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1982, s.182-3.
21. J.Von Hammer, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1966, I/124.
22. Hammer, Osmanlı Tarihi, I/124.
23. Cevdet Paşa, Tezâkir, (Haz. C. Baysun), Ankara, 1986, s.84-5.
24. Ahmet Refik, Onikinci Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul, 1988, s. 11-3.
25. Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, 1988, s.15-7.
26. Bilal Eryılmaz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, 1996, s.42.



Prof. Dr. Osman Güner