๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 16:37:44



Konu Başlığı: İslâm ın engin ufku
Gönderen: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 16:37:44
İslâm'ın Engin Ufku

İslâm, ilâhî ve nebevî derinlikleri itibarıyla insan, kâinat ve ötelere, ötelerin de ötesine ait her şeyi bütün teferruatıyla birden nazara alır ve onlara öyle bakar: O, insanı, hayvanî-cismanî yanları, aklî-ruhî-kalbî derinlikleri, iradî-zihnî-zevkî-hissî enginlikleri, dünyevî-uhrevî ihtiyaç ve beklentileriyle değerlendirir; kâinatı, görünen-görünmeyen bütün yanları, ruhanîcismanî umum sâkinleri, tabiat ve mâverâ-i tabiata bakan buudları ve fizikî-metafizikî değişik derinlikleriyle nazara verir; ötelerin bu dünya ile olan münasebetlerini, bu dünyanın hususiyetlerini, öbür âlemin fevkalâdeliklerini, buradaki iman, aksiyon, iş ve aktivitelerin inkişaf ederek ve değişip başkalaşarak bin dünya zevkini içinde barındıran bir zevk ve “dâru’z-zevk”e dönüşeceğini ifadelendirir ve her şeyin bir makro plâna ve bir muhit kadere göre cereyan ettiğini gösterir.

İslâm’ın ortaya koyduğu bu plânda, en küçük bir zerre ve zerre altından –atom ve partikül de diyebilirsiniz– iç içe en büyük sistemlere ve onların da ötesine kadar görünengörünmeyen, bilinen-bilinmeyen, sezilen-sezilmeyen her şey fevkalâde bir birlik, bir tesanüd ve bir tenasüp içinde cereyan eder ve gider Yüce Yaratıcı’ya dayanır. Yine bu plânda, dünya ve ukbâ her zaman iç içedir ve bütün varlık birbirinin mütemmimi gibi bir mahiyet arz etmektedir. Öyle ki, farklı çizgilerde de olsa, insanlar meleklerle aynı şeyleri paylaşır ve dünyevîliğin sıkletiyle uhrevîliğin hiffetini aynı şekilde duyarlar.

Bu itibarla da bir mü’min, arzî olduğu aynı anda semavî, cismaniyeti içinde de ruhanîdir.. ve seviye farklılığı mahfuz, böyle bir mülâhaza hemen herkes için söz konusudur. Bazı kimseler İslâm’ın ruhundan istifade eder ve her zaman çok iyi beslenirler; beslenir ve meleklerle atbaşı hâle gelirler. Bazıları –kusur, irtibatlarındaki gevşekliğe bağlı– bu seviyeyi tam tutturamaz, taklide düşer ve diyaneti başkalarının gölgesinde takip ederler. Bazıları da bütün bütün cismaniyetlerinin altında kalarak onun kalbe ve ruha vaad ettiklerini hiçbir zaman tam duyamazlar; duyamazlar ama, azıcık irtibatları varsa bunlar dahi vicdanî ihsaslarıyla –net olmasa da– çevrelerinden pek çok şey duyar ve pek ciddî işaretler alabilirler; alabilir ve rubûbiyetin o sırlı tasarruflarındaki nice esrarı sezerek kendilerini şöyle-böyle de olsa bir kısım ubûdiyet mülâhazaları içinde bulurlar.

İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın “rabbu’l-âlemîn” olması hakikati üzerinde ısrarla durur, O’nun ulûhiyetini nazara verir ve sürekli bizleri O’na kulluğa çağırır. Bu ilâhî sistemde, Kur’ân beyanı ve Sünnet lisanıyla o kadar çok ulûhiyet ve rubûbiyet hakikatlerine ve bunlara bağlı olarak ubûdiyet gerçeğine vurguda bulunulur ki, insan onun atmosferinde her zaman, kâinatın o enginlerden engin programı yanında gayet açık ve net olarak kendi hareket plânını da görebilir. Bu Kur’ânî sistem ve nebevî temsilde her şey o kadar yerli yerinde ve birbirini gerektirme (telâzum) çerçevesinde ele alınmıştır ki, kâinat ve ona ait hususiyetler, tekvînî emirler ve bunların yorumlarındaki isabet, insanoğlunun varlık içindeki yeri, konumu, namzet bulunduğu âlem ve donanımı icabı beklediği nimetler ya da maruz kalacağı nikmetler fevkalâde bir tenasüp içindedirler ve her şey insana, denge, muvazene ve ahenk adına “Bundan daha mükemmeli olamaz!” dedirtecek mahiyettedir.

Bu tenasüp ve ahengin, bu nizam ve intizamın hepsini olmasa da bir kısmını ilim ve aklın hikmet-i vücuduna bağlayıp bazı müstesna kabiliyetlerin nazarî plânda olsun, keşif ve tesis edebileceklerini bir anlık kabul etsek de, hiç kimsenin bütünün parçalarıyla olan münasebetini, parçacıkların birbiriyle uyumunu düşünüp tesbit etmesi, tesbit edip her şeyi yerli yerine yerleştirmesi asla mümkün değildir; mümkün değildir, zira bu sistemin arka plânında bir sonsuz ilmin, bir kâhir kudretin ve bir muhît iradenin mevcudiyeti söz konusudur. Bu evsâfı hâiz olmayan birinin, hatta binlerin, değil sistemin bütününü, bir parçasını dahi plânlayıp vaz’ etmeleri imkân haricidir. Aslında, o sonsuz ilim ve kudreti, o muhît irade ve meşîeti kabul etmeyenler de tekvînî emirlerdeki ahenk ve nizam karşısında büyülenmekte ve şaşkınlık yaşamaktadırlar ama, işin arka plânına bakacaklarına, ya varlık ve eşyâyı –hâşâ– tanrılaştırarak ulûhiyet arşına oturtmaktadırlar ya da daire-i rubûbiyeteait faaliyet ve esrarı, harika birer kuvvet menbaı gördükleri “akl-ı küllî”, “ruh-u küllî”... gibi mahiyeti meçhul bir kısım mevhum varlıklara bağlamaktadırlar.

Bu konuda da dengeyi korumak ve her şeyi “mahiyet-i nefsü’l- emriye”sine göre değerlendirmek ancak o ilâhî sistemle gerçekleştirilebilmiş ve ortaya konmuştur. Bu sistem, kendine has o sağlam kaynakları sayesinde hiçbir hakikati incitmeden, hiçbir şeyi “mahiyet-i nefsü’l-emriye”sine aykırı göstermeden her nesneyi öylesine mükemmel tarif eder ve yorumlar ki, vicdan kendi kendine “Bütün tekvînî emirler kimin tezgahından çıkmış ve insanoğlu hangi hikmet elinin eseri ise, bu sistem de ancak onun eseri olabilir!” diye mırıldanır.

İslâm’ın, insan, kâinat ve eşyâya baktığı ufuktan bakamayan sınırlı ve önyargılı düşünceler, sadece maddî dünyayı kabul eden dar idrakler hiçbir zaman mülkü melekût içinde, maddeyi mânâ derinliğiyle, varlık ve hâdiseleri de arka plânlarıyla göremediklerinden mülâhaza ve mütalâalarında, bu mülâhaza ve mütalâalara dayanarak ortaya koydukları nazariyelerinde ve bu nazariyelerinin ürünleri sayılan değişik sistemlerinde asla aklî, mantıkî, ruhî ve kalbî boşluklardan kurtulamazlar; kurtulamaz ve sürekli boşluklarını hissedememe boşluğuna takılıverirler.

Allah’ın ilim, irade ve kelâm… gibi sıfât-ı sübhâniyesinin âzam derecedeki tecellisine dayanan İslâm sistemini sınırlı insan düşüncesinin ve mahdut insan idrakinin belirleyip ortaya koyması mümkün değildir. İlâhî ilmin kendine has ihatasıyla, rabbânî beyanın etemmiyet içinde tecellisiyle ve Hak iradesinin rıza ufkunu işaretleyen esprisiyle mü’ minlere armağan edilmiş böyle bir “vaz’-ı ilâhî”nin değil aynını, benzerini bile göstermek imkân haricidir.. ve böyle bir hâdise insan ilim, irade, kudret ve dehasını aşar. Aslında, şöyle-böyle kendi maksadını ifade etme gücüne sahip olan hemen herkes az bir dikkatle, gökler ötesinden gelen, gelip her şeyi kuşatan ve insan hayatının gerçek renk, desen ve şivesi sayılan bu vaz’-ı ilâhînin benzeri olamayacağını rahatlıkla anlar ama gel gör ki çokları bu açık hakikati bir türlü görmek istememektedirler.

İşte dünden bugüne o en muhteşem dimağlar.. işte onların ileri sürdükleri iddialı eserler.. ve işte yetiştirdikleri nesiller!.. Acaba onca gayrete rağmen, milyonlarca evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne meşcerelik yapmış böyle kuşatıcı bir sistem ortaya koyabilmişler midir.? Hayır, aslâ ve kat’â.! Değil böyle bir sistem, onun bazı bölümleri ölçüsünde yarım-yamalak bir şey yaptıkları dahi söylenemez.

İslâm nizamı, insanın var edilmesinden, içinde bulunduğu kâinatla münasebetine; dünyevî huzur ve güveninden, bütün emellerinin tahakkuk edeceği ebedî bir âlem vaadine; ruh-beden dengesinden, bunların gidip dayandığı gayenin net olarak ifade edilmesine; herkesin maddî-mânevî ihtiyaçlarının karşılanmasından, –verilen şeyler ilerideki lütufların referansı– mevsimi gelince bütün arzularının gerçekleştirilmesine kadar hemen her hususla alâkalı mutlaka bazı şeyler söyler ve onun cevap bekleyen hiçbir isteğini cevapsız bırakmaz.

Her şeyden evvel bu nizam sağlam bir inanç sistemine dayanmaktadır. Hiçbir yanı itibarıyla itiraza mahal olmayan bu ilâhî nizam, bir taraftan ruhundan fışkırıp çıkan din ve diyanet derinliği, diğer taraftan da tekvînî emirlerin doğru mütalâası ve mütalâa edilen hususların çağın ilim ve mârifet ufku açısından yorumlanmasıyla sürekli kendini yeniler, özle alâkalı temel atkılarını sımsıkı korumanın yanında içtihad ve istinbata açık alanlarda da zamanın tefsirlerini nazar-ı itibara alır; insan, kâinat ve ötelerle alâkalı konularda mütemâdiyen düşünce ağları oluşturur ve her zaman müntesiplerinin kalb ve gönüllerini değişik vâridâtla besler; besler ve bir gözü dünyada bir gözü ukbâda insanın derinliklerine bazı şeyler fısıldar.

Evet, İslâm insana öyle bir bakış zaviyesi kazandırır ki, başkalarının sabah-akşam didik didik ettikleri eşyâ ve hâdiselerin öz ve mânâsıyla alâkalı hiçbir şey anlamamalarına mukabil o bu konuda kâmuslar dolusu bilgilere ulaşır.. canlı-cansız her nesnenin Yüce Yaratıcı’ya imâ ve işarette bulunduğunu görür gibi olur.. seviyesine göre ihsan vâridâtıyla kendinden geçer.. ve her gününü âdeta farklı bir Cennet koridorunda geçirir.

İslâm’ın neşrettiği ziya ve nur sayesinde insanoğlu kendini doğru okuyabilmiş; ilâhî bir sanat eseri olduğunu anlamış; kâinatta var olan her şeyin icmâlen kendisinde de mündemiç bulunduğunu müşahede etmiş ve çoklarının gözünden kaçan nice engin derinliklere muttali olmuştur.

Evet, hemen her mü’min onun atmosferinde eşyâ ve hâdiselere farklı bakar, farklı değerlendirir ve farklı sonuçlara ulaşır; varlığı, varlık içindeki konumunu, bu konuma göre sorumluluklarını, mebdeini-meâdını ve davranışlarına göre âkıbetini daha bir net görür; mülâhazalarına bağlı yer yer şükranla gürler, zaman zaman muhabbetle coşar, ama mutlaka gider mehâfet ve mehâbete kilitlenir ve saygı soluklamaya durur.

Baştan buraya kadar anlatmaya çalıştığımız hususların hepsi Kur’ân ve Sünnet’le müeyyettir ama, her konuyla alâkalı âyet ve hadislerin böyle dar bir makale çerçevesinde ifade edilemeyeceği de açıktır. Bu itibarla da şimdilik işin o yanını uzmanlarına havale ederek konuyu noktalamak istiyorum.


* Yağmur Dergisinin Ocak 2006 tarihli 30. sayısından iktibas edilmiştir.

Alinti