๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 15:05:17



Konu Başlığı: İslâm ın diğer dinlerle münasebeti
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 15:05:17
İslâm'ın Diğer Dinlerle Münasebeti

İslâm kelimesini Kur'ânî anlamda ele aldığımızda, İslâm ile öteki semavî dinler arasındaki alâka hakkındaki bir suâle yer kalmaz. Kur'ân lûgatında İslâm, husûsî bir dinin ismi değildir; bütün Nebilerin ona davet ettiği ve Nebilerin bütün tâbilerinin intisâb ettiği ortak dinin adıdır. Nitekim, Nûh (as)'ın kavmine şöyle dediğini görüyoruz: "Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir" (Yunus, 10: 72). Yâkub (as) oğullarına vasiyet ediyor: "Evlâtlarım, Allah, sizin için o dini seçti. Bundan dolayı sadece müslümanlar olarak ölünüz." (Bakara, 2:132). Yâkûb'un oğulları babalarına cevap veriyorlar: "Senin Tanrın ve ataların İbrahim ve İsmail ve İshâk'ın tanrısı olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız.' (Bakara. 2:133). Mûsâ (as) kavmine şöyle söylüyor: "Ey kavmim, eğer Allah'a inanıyorsanız, gerçekten O'na teslim olan insanlar iseniz, O'na tevekkül ediniz."' (Yûnus, 10:84). Havariler İsâ (as)'a şöyle söylüyorlar: "Allah'a inandık, şâhid ol, biz müslümanlarız." (Âlü İmrân, 3:52). Hatta, Kitab Ehlinden bir grup Kur'ân"ı işitince "Ona inandık, o Rabbimizden gelen gerçektir. Zaten biz ondan önce de müslümanlar idik." (Kasas, 28:53). Hülâsa, "İslâm" isminin, Kur'ân'da bir şiar olarak en eski tarihî asırlardan Hz. Muhammed (sav)'in nübüvvetine kadar, Nebilerin ve onlara tâbi olanların dilinde dolaştığını görüyoruz. Sonra, Kur'ân'ın bütün bu meseleleri, Hz. Muhammed (sav)'in kavmine yönelttiği bir tek meselede topladığını ve onda onlara yeni bir din koymadığını, onlara gelenin sadece önceki Peygamberlerin dini olduğunu kendilerine beyân ettiğini görüyoruz. "O ise, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle dedi: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." (Şûra. 42:13). Peşinden, Nebîlerin ve onlara tâbi olanların siretini sunduktan sonra, onları bir tek cemaatta tanzim ediyor ve hepsini bir tek İlâh'ı ve bir tek şeriatı olan tek bir ümmet yapıyor. "İşte, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. Yalnız Bana kulluk edin." (Enbiya. 21: 92).
İsmi İslâm olup bütün Nebilerin ve Resullerin tebliği olan bu müşterek din nedir? Muhakkak Kur'ân'ı okuyan, bu dinin özünü bilir: O, âlemlerin Rabbi olan Allah'a halisane, şirksiz bir bağlanma ve O'nun hükmüne karşı çıkmaksızın O'nun Kitâblanndan bir Kitâb'ı, Resullerinden bir Resûl'ü şahsî veya grupçu yahut ırkçı sebeplerden ötürü ayırmadan; hangi lisanla olursa olsun ve hangi zamanda ve mekânda bulunursa bulunsun, Allah katından gelen herşeye, mutmain ve sağlam bir inanç içinde olmaktır. Kur'ân böyle diyor: "Oysa, kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur." (Beyyine, 98:5). Ve şöyle diyor: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İs-hâk'a, Yâkûb'a ve nesline indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilene ve diğer Peygamberlere Rab'leri tarafından verilene inandık, onlar arasında ayırım yapmayız, 'Biz Allah'a teslim olanlarız' deyin." (Bakara, 2:136).
Biz deriz ki, o halde tavsif ettiğimiz şekilde Kur'ânî mânâsı ile, "İslâm ile öteki semavî dinler arasındaki açık alâka nedir?" sualine yer yoktur. Çünkü, bir şeyin kendisi ile olan farkından sorulmaz. İşte, burada da, hiçbir bölünme veya ikilik olmayan bir birlik vardır.
Şu kadar ki, "İslâm" kelimesi, insanların örfünde muayyen bir "medlul" halini almıştır. Buna göre, Hz. Muhammed (sav)'in getirdiği dînî hükümlerin (şeriatin) ve prensiplerin mecmuudur. Yahut O'nun getirdiğinden istinbat edilenlerdir. Nitekim, Yahudî veya Musevî kelimesi Mûsâ (as) şeriati veya ondan türeyen dine hastır. Nasrânî veya Mesîhî kelimesi de, İsâ (as)'m şeriatine ve ondan şubelenen dine mahsustur.
O halde, şimdi sual, yeni örfî mânâsındaki İslâm hakkındadır; Muhammedîlik ile Musevîlik ve Mesîhîlik arasındaki alâkayı kasdediyorum.
Bu suale cevap vermek için, konuyu iki merhaleye ayırmamız gerekiyor.
Birinci Merhale: Muhammedi şeriatin, ilk suretlerinde kalıp, kaynağından uzaklaşmayan, zamanın etkisi ve insan eliyle onda herhangi bir değişiklik olmayan geçmişteki semavî şeriâtlerle alâkası hakkındadır.
İkinci Merhale: Muhammedi şeriatin, üzerlerinden uzun zaman geçtikten ve bir miktar değişikliğe uğradıktan sonra önceki şeriâtlerle alâkası hakkındadır.

BİRİNCİ MERHALE

Kur'ân bize şunu öğretiyor: Gönderilen her Resul, nazil olan her Kitab kendinden öncekini tasdik ve te'yid edici olarak gelmiştir. İncil, Tevrat'ı tasdik
ve te'yid etmiştir. Kur'ân; İncil, Tevrat ve ondan önce geçen kitapların hepsini tasdik ve te'yid etmiştir. (Maide. 5:46-48). Allah Teâlâ, her Nebiden, yanındakini tasdik edici bir Resul gelince ona inanıp, yardım edeceklerine dâir söz (misâk) almıştır. (Âlü İmrân, 3:81).
Şu kadar var ki, bir kimse burada şöyle bir sual sorabilir:
Semavî Kitablar arasındaki bu bütüncül (külli) birbirini tasdik etme meselesi, sonra gelen Kitapların öncekileri yenilemesinden ve onları hatırlatmasından ibaret olup, onlarda mânâ olarak bir değişiklik, hüküm olarak bir ayrılık-gayrılık olmaması değil midir? Aksi takdirde, (sonra gelen, öncekini) tebdil ve tadil etmişse, onu tasdik ettiği nasıl söylenebilir? Yoksa, Kitaplar arasındaki bu küllî birbirini tasdik etme meselesi, sonra gelenin Öncekinden hiçbir şey değiştirmemesi midir? Gerçek durum bu mudur?
Cevap: Gerçek durum bu değildir. İncil, Tevrat'ın -bazı hükümlerini tadil etmek üzere gelmiştir. Zira, Hz. İsâ, İsrailoğullarma haram olan bazı şeyleri helâl kılmak için geldiğini bildirmiştir (Âlu İmrân. 3:50). Keza, Kur'ân, İncil ve Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştirmek üzere gelmiştir. Çünkü, O, Hz. Muhammed (sav)'in insanlara güzel olan her şeyi helâl kılmak, her türlü kötü/habis şeyi haram kılmak, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarmdaki zincirleri kaldırıp atmak üzere geldiğini ilân etmiştir.
(A'raf, 7: 157).
Lâkin, şunun anlaşılması gerekir: Bu vb. hususlar, ne sonra gelenin öncekini nakzetmesi, ne de beyân ettiği hükümlerin hikmetini inkârdır. Bu, sadece, onu münasip vaktinde (geldiği donemde) bırakmaktır... Bu, şu üç doktorun durumuna benzer. Birisi, hayatının ilk devresinde olan çocuğa geldi ve gıdasını sütle sınırladı. Bunu takip eden merhalede, ikinci doktor geldi ve ona yumuşak, kolay yenen hafif yiyecek tavsiye etti. Bundan sonraki merhalede, üçüncüsü geldi ve ona kuvvetli bütün kâmil gıdalara izin verdi.
Şüphesiz, burada o tabiblerden herbiri, arkadaşının hastaya verdiği hizmette tamamen muvaffak olduğunu zımnen itiraf etmektedir. Evet, orada, temizlik, havalandırma ve ısıtmada genel sıhhî kaideler vardır. Bu gibi şeyler, yılların değişmesiyle değişmez. Bunların tadil ve tebdili sözko-nusu değildir. Bu hususta, çocuk ve gençlerin tıbbı ile yetişkin olgun kimselerin tıbbı değişiklik göstermez.

Bunun gibi. semavî şeriatle-rin hepsi topluca ve tafsilatlı olarak doğrudur, adalettir. Hepsi, A'dan Z'ye birbirini tasdik eder. Lâkin, tasdik iki kısımdır: a) Öncekini, baki kalıp devam etmesine izin vermek üzere tasdik; b) Geçmişteki şartlanıl sınırlarında bırakmak şartıyla tasdik. Çünkü, semavî şeriatler iki nevi hüküm ihtiva etmektedir:

1. Ebedî hükümler:
Bunlar, yerlerin ve şartların değişmesiyle değişmez. Dokuz öğüt vb. gibi. Şayet, geçmiş şeriate mensub olanlar, teşriin bu nev 'ini unutur göründükleri (görmezden geldikleri) farz edilse bile, takip eden şeriat, onun mislini yani öncekinin muhtevasını, hatırlatmak ve pekiştirmek için tekrar getirmiştir.
2. Muvakkat hükümler: Uzun veya kısa süreli hükümlerdir ki, vakti gelince sona
erer. Takip eden şeriat, yeni yeni ortaya çıkan durumlara daha muvafık hükümlerle gelir... Bu, -Allâhu a'lem-şu âyet-i kerîmenin mealidir: "Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti neshetmez veya onu unutturmayız." (Bakara, 2:106).
Eğer, semavî şeriat, bu her iki nev'i hükümlere şâmil olmasaydı, beşer topluluğunun saadeti için zarurî olan şu iki unsur bir araya gelmezdi: Beşeriyetin hazırını mazisine bağlayan devamlılık unsuru ile daha faziletli, daha kâmil bir geleceğe yönelik olarak hazırı gelişmeye ve terakkiye hazırlayan inşâ ve tecdid unsuru.
Biz, üç şeriatın semavî teşrî seyrine araştırıcı bir bakışla baktığımızda, bu iki unsurun, son derece açık olduğunu görürüz. Çünkü, her yeni şeriatin, önceki şeriatin tesis ettiği sabit esasları muhafaza ettiğini, sonra bunun üzerine Allah'ın dilediğini ilâve ettiğini görüyoruz.
Meselâ, Tevrat şerîatı, hayat kanununun ilk prensiplerini koymaya itinâ göstermiştir: "Öldürmeyeceksin", "çalmayacaksın" gibi. Onun bariz vasfının, hakları belirleme, sınırlarını çizme ve aralarında adalet ve eşitlik taleb etmek olduğunu görüyoruz... Ondan sonra, İncil şeriatının geldiğini görüyoruz. O, bu ahlâkî prensipleri takrir ve te'yid etmenin yanı sıra, daha ileri gidip, onlara tamamlayıcı bazı esâslar ilâve ediyor: "İnsanlar arasında, sana kötülük yapandan daha hayırlı iş yapan birini göremezsin." Onun bariz vasfının müsamaha, merhamet, diğergâmhk (isâr) ve iyilik etmek (ihsan) olduğunu görüyoruz. Son olarak, Kur'ân'm şeriatı geldi. Onun, her iki prensibi bir araya getirip: "Allah, adaleti ve ihsanı, akrabaya vermeyi emreder(...)" (Nahi, 16:90) faziletli ile daha faziletliyi manevî değerler terazisinde tartarak o ikisinden herbirinin derecesini takdir ettiğini görüyoruz: "Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Fakat kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir." (Şûra, 42:40). "Eğer bir topluluğa azâb edecekseniz,
size yapılan azabın benzeriyle azâb edin" (Nahl, 16: 126). Sonra, bu ikisine yeni fasıllar ilâve etmiş olduğunu; liyâkat âdabı kanununu tertiplediğini de görüyoruz. Bununla, meclislerde selâm verme, izin isteme, oturma, karşılıklı konuşma vb. yüksek toplumlardaki en güzel âdâb-ı muaşeret prensiplerini çizdi. Nitekim bunu Nûr sûresi, Hucûrât sûresi ve Mücâdele sûresinde görmekteyiz.

Bu, semavî teşrilerin seyrinde, önceki elverişli hükmü muhafaza etme unsuru ile daha elverişli yeniyi alma unsurunun birleştiğinin örneklerinden bir tanesidir. Bu konudaki örnekler, bu araştırmanın sınırlarım aşacak kadar çoktur.
Böylece, din, ahlâk ve toplum siyaseti binasının kurulmasında, semavî şeriatler, basamak basamak yükselen adımlar, birbiri üzerine konan tuğlalar gibi olmaktadır. Ondandır ki son kerpicin ehemmiyetini arttıran, onun binayı tamamlaması, binada kalan açığı kapatmasıdır. Aynı zamanda o, binanın istinad ettiği temel unsurları bir arada tutan temel taşı mesabesindedir. Allah Te-âlâ, son Nebî'yi nitelerken ne doğru buyurmuştur: "O, gerçeği getirmiş ve Peygamberleri de doğrulamıştır." (Saffât, 37:37). O Nebî'nin Ömrünün son gününü vasfeder-ken, artık bunun nimeti tamamlamak ve dini kemâle erdirmek olduğunu şöyle bildirdi: "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim"(Maide, 5:5). Resûlullah (sav), semavî risâletleri bütünlüğü içinde güzelce tasvir ederken ne doğru buyurmuştur: "Benimle Peygamberler (zümresi)nin benzeri, şu kimsenin meseli ve benzeri gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlar. Ve eksik yeri görüp hayret ederek: 'Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı!' dediler. 'Ben o (yeri boş bırakılan) tuğlayım, ben Hâtemu'n-Nebiyyin'im (Peygamberlerin sonuncusu-yum!)."1
O halde bu ilâhî inayet elinin, beşeriyeti kademeli bir şekilde terbiye etmek için çizdiği hakîmâne bir siyasettir. Onda bir eksik, bir gedik olmadığı gibi, bir duraklama ve gerileme, bîr tenakuz ve çelişki de yoktur. Bilâkis bir yardımlaşma ve kucaklaşma, bir sebat ve istikrar vardır. Sonra bir gelişme, kemâle erme ve parlaklık mevcuttur.
İKİNCİ MERHALE Muhammedi şeriatle, üzerinden uzun süre geçtikten ve bir nebze gelişme ve bağımsızlığa kavuştuktan sonra semavî şeriatlar arasındaki alâkayı araştırmak hakkındadır.

Geçen merhalede, Kur'ân'ın daima kendisinin, "kendinden önceki Kitabları tasdik edici" olmak üzere geldiğini nasıl ilân ettiğini gördük. Şimdi, Kur'ân'ın, bu sıfatına, yeni bir sıfat ilâve ettiğini görüyoruz. Çünkü, o, bu Kitaplar üzerinde Müheymin (Mâide. 5:48) yani "güvenilir bir koruyucu" olmak üzere geldiğini de ilan etti. Bu Kitaplar üzerinde "güvenilir bir koruyucu" olması meselesine; koruyucunun, tarih boyunca süregelen doğru ve güzel şeyleri te'yid etmekle yetinmeyip, bunun ötesinde, o Kitapları, haksız olarak ilâve edilen yabancı unsurlardan himaye edip koruması ve onlara gizli-sakli kalan gerçeklerden ihtiyaç hasıl olanlarını ibraz edip beyân etmesi dahildir.

Böylece, Kur'ân'm ehemmiyet verdiği hususlardan bîri de o Kitaplardan fazlalıkları uzaklaştırmak ve bunların o Kitaplarda olduğunu iddia edenlere meydan okumak olmuştur. "De ki: 'Doğru iseniz, Tevrat'ı getirip, okuyun' " (Âlfl İmrân, 3:93}. Keza. onlann ketmettiklerini, gizlediklerini açıklamak da onun ehemmiyet verdiği hususlardandır. "Ey Kitâb ehli, Resulümüz size geldi, Ki-tâpdan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor." (Mâide, 5:14).
Hülâsa, İslâm'ın, evvelemirde semavî dinlerle olan münasebeti, külli bir tasdik ve te'yiddir. İslâm'ın zahirî suretinde semavî dinlerle alâkası, onlann kalan aslî kısımlarını tasdik, onlara sonradan giren bid'at ve yabancı unsurları da tashih etmektir.

İslâmî akîdenin temayüz ettiği bu vasıf, Müslümanlardan bilmedikleri, tanımadıkları bir şeyi ne kabul ne de reddetmelerini; bir şeyi kabul veya reddederken daima basiret üzere olmalarını isteyen insaf ve basiret vasfıdır. Bu, sadece onun semavî dinlere karşı olan tutumu değildir. Bilâkis, onun, her görüş ve inanca, millet ve dine karşı tutumu budur. Hatta, putçu dinleri dahi Kur'ân tahlil ve tafsil ediyor; onlarda mevcut iyi, doğru ve elverişli prensipleri yerinde bırakıp, bâtıl, şer ve bid'at unsurlarını reddediyor.
İmdi, İslâm'ın öteki dinlere karşı teorik tutumu budur. Şimdi sıra onun pratik tutumunu araştırmaya gelmiştir.

DİĞER DİNLERE KARŞI PRATİK TUTUM

İslâm, acaba batıla karşı sükût edip, yüz çevirerek gerçeği emretmekle mi yetiniyor?
Yoksa, yeryüzü ondan ve mensuplarından temizleninceye kadar durmadan savaşan bir muharip ve savaşçının tutumunu mu takınıyor?
Az sayıdaki bir kısım batılı yazar, birinci şık ile bize cevap veriyor. Hatta, onlardan biri olan Goethe "Müslümanların Ahlâkı ve Prensipleri" kitabında der ki:
"Müslüman bencildir ve İslâm onu bu bencilliğe teşvik eder. Başkasının dalâlette olması veya hidâyet bulması, mesut veya bedbaht olması, cennet yahut cehenneme gitmesi müslümanı ilgilendirmez."
Çoğu yazar ise ikinci şık ile cevap veriyorlar. Bunlara göre İslâm kılıç zoru ile kendini insanlara kabul ettirmek istiyor. Yine onlara göre, Kur'ân müsİümana. kâfirle nerede karşılaşırsa orada onun boynunu vurmasını istiyor.

Haddizatında, bu her iki grup da, İslâm'ın tutumunu tasavvur etmede işin hakikatini kavramadılar.
İslâm. Goethe ve benzerlerinin iddia ettikleri gibi ılımlıdır fakat içine kapanık değildir. Zira, hakka ve hayra davet, İslâm'ın temel ve köklü esaslarından biridir. Bu davette aktif olmak, her zaman ve zeminde devam eden bir farzdır. Allah Teâlâ, Nebisine, kelâmını tebiiğ etmesini ve bu tebliğde gayret sarfetmesini emrediyor. "Bu Kur'ân ile onlara karşı büyük cihad et." (Furkan. 25:52). Kur'ân, mü'minleri bu davete teşvik eder.

"Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve 'ben müslümanlar-danım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir." (Fussilet, 41:33). Hatta, felah ve necatı, bu dâvetçilere has kılar. "İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülüklerden men'eden bir topluluk olsun: İşte onlar kurtuluşa eren-lerdir." (Âlû İmrân. 3:104). "İnsan ziyan içindedir. Ancak, inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka" (AST, 103: 2-3). Onlar ziyandan kurtulmuşlardır.
Lâkin İslâm, kılıç zoru ile yayıldığını iddia edenlerin zannettiği gibi şiddet yanlısı, kana susamış değildir. Alemin yegâne dini oluncaya kadar kendisini insanlara zorla kabul ettirmek, onun hedeflerinden değildir. İslâm Peygamberi, bir dini yegâne âlem dini yapma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanacağını herkesten Önce biliyordu. Hatta böyle bir girişim, varlık (fıtrat) kanununa aykırı ve varlığın Rabb'inin irâdesine karşı çıkmaktır. "Rabb'in isteseydi insanları bir tek ümmet yapardı ama ihtilaf edip durmaktadırlar."(Hüd, 11:118). "Ama sen ne kadar istesen de yine insanların çoğu inanacak değ illerdir. "{Yûsuf. 12:103). "Rabb'in isteseydi yeryüzündekilerin hepsi inanırdı. O halde sen mi insanların inanmaları için zorlayacaksın" (Yûnus, 10:99). "Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah sevdiğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir." (Kasas. 28:56). İşte, Kur'ân'ın inanç hürriyeti hakkında te'yid ettiği muhkem îslâmî kaide buradan neş'et etmektedir. "Dinde zorlama yoktur," (Bakara. 2:256). Keza, Kur'ân davet üslûbunu ve usûlünü buradan çizmiş ve onu yumuşak tatlı bir hal ve lisânla, hüccet ve nasihat daveti yapmıştır. "Hikmetle ve güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır." (NahU6:l25).

Şu kadar var ki, İslâm, insanları ona girmeye zorlamamak olan selbî sîlmî (pasif barışçı) tutumla yetinmiyor. Bilakis, bizi daha ileriye götürüyor; gayr-ı müslim-lerin şahsında insanlığa ikram edeceğimiz olumlu adımlan çiziyor.

Semavî vahyin maddî ve manevî bağlarının bizi raptettiği dinlere ilâve olarak, İslâm'dan en uzak din olan putçuluk muamelesi hakkında Kur'ân'in bize öğrettiği şu altın tavsiyeden daha yücesini görebilir misiniz? "Eğer müşriklerden biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah'ın kelâmım işitsin." (Tev-be, 9:6). Görüyorsun ki o, sadece bu müşrikleri komşu yapmak, onların sığınmalarını temin etmek ve yanımızda güvenliklerini sağlamakla yetinmez. Onlara hakkı göstermek, hayır yoluna iletmekle de yetinr lez. Bunu yapmamız kifayet etmez. Bilakis, bize onlaıın intikali esnasında her türlü gaileden emin oluncaya kadar bu himayeyi ve gözetimi üstlenmemizi de emretmektedir.

Sonra, şu kaideden daha adil, daha merhametli ve ümmetin birliği ve birbirine kenetlenmesi için daha hırslı ve titiz bir kaide görebilir misiniz? Bu kaide gayr-ı müslimlere İslâm beldesinde sadece inanç ve âdetler (avâid) hürriyeti, can, mal ve ırz güvenliğini tekeffül etmekle kalmaz, bilakis müslümanlara tanıdığı umûmî haklar kadar onlara hürriyet ve himaye, adalet ve merha-met tanır. "Bizim lehimize olan onların lehine, bizim aleyhimize olan onların aleyhinedir." Sonra, uluslararası barışı gerçekleştirmek ve toplumların barış içinde yaşamaları ile başka dinlere mensup olup, başka kanunlarla muhakeme olunmayı benimseyen toplumlar arasındaki münâsebeti, banşa karşılık barış mübadelesi esasını getirmekle iktifa etmez. "Eğer onlar banşa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O, işitendir, bilendir"1 (Enfâl, 8:61). "Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak istemediklerinden yürekleri sıkılarak size gelenler hariç" (Nisa, 4:90). Bilakis, Müslümanlara gayr-ı müslimlere karşı tutumlarının merhamet ve iyilik, adalet ve eşitlik esasına dayanmasını Öğütler. "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkartmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever." (Mümtehine, 60:8).
Bu, İslâm'ın pratikte, kendi tâbisi olmayanlara karşı takındığı asil insanî tavrın belirlenmesi hakkındaki herşey değildir. Yer darlığı sebebiyle şu kadarını arz ediyoruz.

VELHASIL
İslâm, adaleti ikâme etmek, emniyeti yaygınlaştırmak, kanın akmasını durdurmak, dokunulmazları (mahremleri) tecâvüzden korumak için dayanışma yolunda hiçbir millet ve din mensubuna hiçbir zaman barış (mu-sâfaha) elini uzatmaktan çekinmez. Bu, birtakım mahzurları olan şartlara bağlı olsa bile... Sizi, Hz. Peygamber (sav)'in bizim için koyduğu bu mânâdaki eşsiz darb-ı meselle baş başa bırakarak konuyu noktalıyorum. O, Hudeybiye'de şöyle buyurdu: "Vallahi, Kureyş'in akrabalarla ilgilenmek ve onlara karşı üzerine düşeni yapmak (sılâ-yı rahm) ve dokunulmazlara (hurumât) ta'zim etmek yönündeki her isteğini yerine getiririm."
Bu, İslâm evrensel dayanışma prensibidir... Onu, İslâm Peygamberi, Barış Elçisi takrir etmektedir.


Dipnotlar:
* Prof. Dr. Mtıhammed Abdullah Draz, Mevkiru'l-İslâm mine'l-Edyâni'l-Uhrâ ve Alâkatruhu bihâ, ed-Din (Buhûs Mumehhede li Dirâseti'1-Târihi'1-Edyân). el-Kuveyt, Dâru'i-Kalem, 1410/1990. kitabının sonunda s. 175-185. Merhum Müellif bu araştırmasını. Pakistan'ın Lahor kentinde Cema-zi'ye'1-Âhir İ377/Ocak 1958'de tertiblenen Dünya Dinler Kongresinde tebliğ olarak sunmuştur.
** Muhammed Çelik. Dicle Ü. İlahiyat Fak. Öğr. Üye. 1 Buhârî. Menâkıb. Babu Hâtemu"n-Nebiyyin. (Bu hadisin tercemesi, Kamil Miras, Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi. 8. baskı, Ankara 1986, IX, s. 255'ten alınmıştır.)


Muhammed A. Draz