๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 21:56:06



Konu Başlığı: İslam düşüncesinin ana karakteristiği 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 21:56:06
İslam Düşüncesinin Ana Karakteristiği 2

İslâm; imandır, ibadettir, ahlâktır, insanî değerleri yükseltme sistemidir, düşüncedir, ilimdir ve san’attır. O, hayatı bir bütün olarak ele alırâ “yorumlar, kendi değerleriyle değerlendirir ve müntesiplerine eksiksiz bir semavî sofra takdim eder. O, her zaman hayatı realitelerle iç içe yorumlar ve katiyyen hükümlerini hayata kapalı hayal koylarında haykırmayı düşünmez. Emirlerini, direktiflerini yaşanırlığa bağlar ve düşler âlemi üzerine hükümler bina etmez. İslâm, itikadî meselelerden, san’at ve kültür faaliyetlerine kadar her yerde hayatın içinde ve dinamiktir; böyle olması da, onun hem her zaman canlı kalmasının hem de evrenselliğinin en önemli emâresi ve esasıdır.

İslâm’ın kökleri, zaman-mekân üstü sonsuzluk; muhatabı, gökler ve yer vüs’atinde manevî genişliği olan insan kalbi; hedefi de, dünya ve ahiret saadetidir.

İslâm, ezelden ebede uzanan sırat-ı müstakîmin adı ve yeryüzünde insanların en şereflisinin kalbinden başlayarak bütün gönüllerin fethedilmesi ve herkesin “ebed” arzusunun gerçekleştirilmesi için gönderilmiş semavî bir nizamın ünvanıdır.

İslâm, arza otağını kurduğu günden itibaren bütün gücüyle kalblere yönelmiş, gönülleri fethetmeye çalışmış, her vicdana kendi resmini çizmiş, sonra da hayatın bütün birimlerine yürümüştür. Öyle ki, onun sînelerdeki derinliğiyle hayatın her faslı üzerindeki tesiri arasında hemen her zaman bir tenasüb söz konusu olagelmiştir. Onun ruhlarda kabûl görmesi ne kadar derin ve köklü ise, hayatımızdan taşan ve çevremizde ma’kes bulan tesiri de o kadar aşkın ve o kadar kalıcıdır. Hattâ diyebiliriz ki, İslâm adına çevremizde uyanan arzular, iştiyaklar, kabûller tamamen bu iç resmin derinliği ve ihatasıyla mütenasip olarak gerçekleşmektedir. Yani insan derûnundaki bu ilk kabûl ne kadar derinse, çevredeki tesiri de o kadar güçlü olmakta ve toplumun ahlâkî, iktisadî, siyasî, idarî ve kültürel hayatı da her zaman bu iç iz’ana göre birer yön takip etmektedir. Evet, toplum her yönüyle ondan önemli çizgiler taşımakta; san’at, edebiyat, bu iç muhtevanın renkleri, desenleri şeklinde dışarı vurmakta, her yerde varlık ve eşyanın satırları arasında o iç muhtevanın sesi, soluğu, şivesi duyulup hissedilmekte, görülen görülmeyen her şey, bize sessiz-sözsüz o iç muhtevanın lisanıyla duyulmadık besteler sunmaktadır.

Bu itibarla, imanla fethedilmiş kalblerin ağızları ne zaman açılsa, ebedî varolmadan nağmeler duyulur; bunlar ne zaman gözlerini açıp çevrelerine baksalar, kendilerini Cennet yamaçlarına taşıyan zümrütten koridorlarda sanırlar; sanır ve yol meşakkatini yol sonu mutluluğunun dalgaları içine salar ve “of of” edecekleri her yerde “oh oh” der dolaşırlar.

Kalblerin fethinde anahtar kelime “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah” cümlesidir. Öyle ki, İslâm’a göre inanmaya ait bütün husûsiyetler, bir hakikatın gaye vasıta iki ayrı yüzünden ibaret sayılan bu iki cümlecik üzerine temellendirilir; iman “şecere-i tûbâ”sı bu çekirdekten neş’et eder ve marifet meyveleriyle insanın his, şuur, idrak ufkunu sarar ve sonunda bütün bilmeler, marifetler bir iç hamle, iç duyuş ve sezişle aşka, iştiyaka, tutkuya dönüşerek o insanı dört bir yandan kuşatır ve onda vicdan eksenli yeni bir oluşum meydana getirir ki bu, o âşık ve müştak insanın her tavrında kendini hissettirir. Onun ibadet ü taatı bu alâka ve irtibattan, bu aşk ve iştiyaktan çizgiler taşır; beşerî münasebetleri bu ledünnîliğin akisleri haline gelir, topyekün içtimaî, iktisadî, siyasî, idarî hamleleri bu “ilel-merkez” güç etrafında döner durur.. San’at faaliyetleri ve kültürel aktiviteleri bu iç dinamikle şekillenir, inkişaf eder ve tamamen kalbin rengiyle, şîvesiyle ortaya çıkar. ½ayet ortaya çıkan bu san’at ürünü, bir kitap, bir resim, bir şiir ya da bir beste ise, bütün bunlar, o iç enmûzec ve özle beslenmiş olarak kalbin duyuşlarını, sezişlerini seslendirirler; seslendirir ve eser sahibinin gönül varidatından kaynaklanan heyecan veya hafakanlarını, aşk ve vuslat veya hicranlarını ifade ederler. Tıpkı bunun gibi, iman, marifet, muhabbet ve ruhanî zevklerle dopdolu bir ruh da, ister san’at ve kültür, ister diğer aktiviteler adına kendi iç resmini ortaya koyar; rûhunun derinliklerinde birer öz, birer üsare haline gelmiş insan–kâinat–Allah telâkkîlerini seslendirir ve hep derûnundaki manâları meşk etmeye çalışır.

İnsan, her zaman böyle arayış ve kasd peşinde olmasa da, gönlündeki inanç sistematiği, iradî–gayr-ı iradî onun bütün davranışlarını belli bir hedefe yönlendireceğinden, gayet tabiî olarak, böyle birinin hayat tarzı, üslûbu, karakteri, sosyal münasebetleri de bu iç dinamiğin rengini, şîvesini aksettirecek, keza böyle birinin san’at faaliyetlerinde, kültürel aktivitelerinde de aynı şîve, aynı eda, aynı üslûp göze çarpacaktır; çarpacaktır zira, herşeyden evvel, insanın varlık içindeki yeri, yaradılışının gayesi, faaliyetlerinin hedefi ve böyle bir gaye ve hedefin, vazife ve sorumluluğun düşündürdükleri, zamanla onun bütün benliğini sarıp kuşatacak ve onu her an en yeni, en canlı, en müessir duygularla o en üstün ve aşkın varlık karşısında bir farklılık ve faikiyete yönlendirecektir.

Bu ilk belirleyici fikir, belli bir süre sonra onun, zihnî, fikrî ve ilmî aktiviteleri üzerinde tesirini göstere göstere, onda ikinci bir tabiatın husûle gelmesini sağlayacaktır ki, bu da, onun inançlarından ibadetlerine, ahlâkından sosyal münasebetlerine, Rabbiyle irtibatından davranışlarına kadar hayatının her safhasında derinden derine kendisini hissettirecektir. Aslında insan, bu ilk belirleyici mevhibeyi inkişaf ettirebildiği ölçüde, kendi gerçek dünyasının çerçevesini de ortaya koymuş olacaktır.

Evet, kalbî ve rûhî hayatın zirvelerine yönelmiş böyle birinin nasıl düşüneceği, nasıl hareket edeceği, nasıl işleyeceği, nasıl başlayacağı; ibadetlerinde ne denli hassas davranacağı, ahlâkî konularda ne ölçüde duyarlı olacağı, ne kadar murakabeye ve muhasebeye açık bulunacağı ve sürekli kendini kontrol edip günahlara karşı ürperti duyacağı bellidir. Bu ölçüde duygu ve düşünceleriyle oturaklaşmış birisi için, artık bütün birimleriyle hayat, tıpkı mecrasını bulmuş bir çağlayan gibi hep ummana ulaşmak için akıp gidecek; o da, bu çağlayan içinde sürekli bir aşk u vuslat neşvesi yaşayacaktır. İman, inkişaf ve derinliği ölçüsünde bu hareket insanının ana dinamosu; ibadet, onun destekleyici ve koruyucu dinamiği; ahlâk ve topyekün insanî münasebetler alâmet-i farikası ve fasl-ı mümeyyizi; kültür, tabiîleşmiş en önemli buudu; san’at da, tecessüslerinin, tefahhuslarının, iç sezi ve iç müşahedelerinin akisleridir.

Esas yeri burası olmamakla beraber ifade etmeliyim ki, İslâm san’atı; tecrid yörüngesinde televvün arayışıyla ayrı bir enginlik ihtiva eder; o, tevhidi vurgularken, teşbih ve tecsime karşı açıkça tavrını ortaya koyar ve her zaman yorum kapısının açık bırakılması esprisiyle damlada deryayı göstermeye, zerrede güneşi resmetmeye ve bir kelimede kitapları ifadeye çalışır. Bu ana dinamo ve temel dinamiklerin tesirinde oluşan İslâm kültürüne gelince – kültürün, umum insanlığın mirası olduğu hikâyesini şimdilik kurcalamayalım – o, insan realitesiyle irtibatlı fikrî ve zihnî aktivitelerinin hepsine açık, hepsinin müşterek halitasından ibaret bir öz ve üsaredir. Biz onda, dünüyle–bugünüyle bize ait herşeyi hem de bütün canlılığıyla duyar, yaşar, geliştirir ve ma’şerî vicdanın kadirşinaslığına emanet ederiz.

Bu itibarla da, bugün bize düşen şey, yalnız ve yalnız kendi inanç ve düşünce sistemimize bağlı kalarak, kendi kültürümüz ve kültür ürünlerimize yönelip kendimiz olarak kalabilmenin mücadelesini vermek ve gerekirse yeni düşünce ve irfan iştikaklarını da kendi fikir atlasımız üzerinde gerçekleştirmeye çalışmaktır. Evet, gücümüz yettiğince hep kendi kaynaklarımıza bağlı kalmalı, kendi millî mecramızda ummana ulaşmayı düşünmeli ve kendi gök kubbemiz altında varlığı temaşa etmeye, onu bir kitap gibi okumaya, okuyup yorumlamaya ve yeni bilgi, yeni mülâhazalar ortaya koymaya gayret etmeliyiz.

Ne var ki, İslâm’ın, başka milletlerden alınabilecek değerlere karşı sonuna kadar açık olduğu da bir gerçektir. İslâm, dünyanın ta öbür ucunda da olsa, yararlı şeyleri arar, bulur ve ona talip olur. Evet o; fizik, kimya, matematik, astronomi, hendese, tıp, ziraat, sanayi ve diğer teknolojileri bir zamanlar nereden olursa olsun alıp değerlendirdiği, geliştirip arkadan gelenlere emanet ettiği gibi, bugün de kimden olursa olsun alınabilecek her şeyi alır; gücü yetiyorsa inkişaf ettirir ve yeni mirasçılara tevdî eder.

Aslında insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olması da, Müslüman’ın derin bir hakikat aşkı, bir ilim tutkusu, bir araştırma sevdasıyla çalışmasını, öğrenmesini, her hususta maharet sahibi olmasını gerektirmektedir. ½u kadar var ki, bir mü’min, inanç ve düşünce sistemiyle alâkalı konularda, Kitap, Sünnet ve Peygamber’in temsiline bağlı mevzûlarda, siyer ve İslâm tarihi metodolojisi, san’at ve edebiyat gibi hususlarda başka kaynakları esas alması olumlu kabûl edilemez; edilemez zira, bütün düşüncelerini İslâm düşmanlığı esasına bina etmiş, lâ ekal, İslâm’ı semavî olmanın dışında görmüş ve göstermiş kimselerin hüsn-ü niyetli davranacaklarına, Müslümanlar için hayır düşüneceklerine ve onların ilerlemelerini arzu edeceklerine ihtimal verilemez. Bu çerçevenin dışında kalan ilim ve teknolojilere gelince, bunlar, öteden beri milletler arasında teati edilegeldiği gibi, el değiştire değiştire bundan sonraki sahiplerinin emanetçiliğinde de sürüp gidecektir. Zaten bunların dini ve milleti de söz konusu değildir. Bu itibarla, duygu, düşünce ve inançları sağlam, kendi olarak dimdik ayakta duran toplumlar, yukarıda bahis mevzû edilen bütün müsbet ilimleri, ellerinden geliyorsa ruhlarında hallac ederek kalblerinin sesi–soluğu haline getirir ve insanları Allah'a götüren birer vasıtaya dönüştürebilirler.

Bizim düşünce dünyamızdaki bu esnekliğe karşılık, acıdır; Avrupa’nın ilim felsefesi, ilim metodolojisi, bazı özel durumlardan ötürü, topyekün Batı’da sürekli bir ilim ve din mücadelesine, bir kalb ve kafa ayrışmasına sebebiyet vermiştir ki, bu olumsuzluk hemen bütün Batı sistemlerinde asırlarca devam edegelen bunalımların ana sebebini teşkil etmektedir. Dahası, önceleri sadece kilise dogmalarına karşı oluşan bu ilmî ve felsefî cephe, zamanla bütün dînî telâkkîleri hedef alan bir tavra dönüşmüştür, dönüşmüş ve ateizmin hamisi haline gelmiştir. Bütün dinlere karşı bu hasmane tavırdan, maalesef, tamamen masum olan İslâm düşüncesi de nasibini almış; o da, bu saldırının gerçek muhatabı kilisenin yanında maznun sandalyesine oturtularak mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin en şenî’i ve en insafsızcasına maruz bırakılmıştır.

Önceleri, sırf hür düşünce ve ilim adına, kilise dogmalarına karşı sürdürülen bu hareket, zamanla, Allah–din–diyanet düşmanlığına inkılâp ederek, dünyanın hemen her yerinde dindarlara karşı bir susturma, bir sindirme ve baskı altına alma, hattâ tamamen yok etme gayretine dönüşmüştür. İslâm dünyasının kendi dinamikleri açısından, hiç bir zaman ilimle, hür düşünce ile çatışma gibi bir problemi olmasa da, bir kısım din düşmanları bu farklılığı görmezlikten gelerek, onu da Hıristiyanlığa kıyas etmek suretiyle aynı hayasızca saldırılara maruz bırakmışlardır...

Oysa ki İslâm, daha ilk günden itibaren topyekün insanlığa yepyeni ve eşsiz bir hayat nizamı sunuyordu. Bu nizam, geçmişte bir benzeri olmadığı gibi, gelecekte de benzersizliğin remzi gibi görünüyordu; bir kere o, ortaya koyduğu esaslarla, insanoğlunun hayatını yeni baştan düzenliyor; dünya ve dünya ötesi âlemlere, fiziğe ve metafiziğe yeni yorumlar getiriyor; insan, kâinat ve Allah münasebetlerini fenomenlerin husûsiyetleri açısından, çok farklı şekilde yeni baştan düzenliyor ve ilâhiyat içindeki çelişkilere de son veriyordu. Onun getirdiği değerler, hayat ve memat bağlantılarıyla, insanlığın bütün beklentilerine en tatminkâr cevaplar veriyor ve muhataplarının kalblerinde–kafalarında aklî, mantıkî, fikrî, hissî hiç bir boşluk bırakmıyordu. O, her yönüyle tam dinamikti; yaşandıkça inkişaf ve inbisat ediyor ve karşısına çıkan hiçbir probleme “yarın gel” demiyordu; ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve kültürel hayatın en dar koridorlarına kadar giriyor, “yaşam”ın bütün ünitelerinde, içinde bulunduğu çağın sesiyle, soluğuyla dolaşıyor ve her birimde en muhkem realitelerden daha muhkem olarak kendini hissettiriyordu.

O, Batı’daki anlamıyla bir “idealizm” de değildi; olamazdı da; zira idealizm, Kafdağı’nın arkasındaki meçhul steplerde doğan hayalî bir güneşti; öyle bir güneş ki, ışıkları hiç mi hiç yaşadığımız bu realiteler dünyasına aksetmiyor ve hayatın en küçük bir ünitesinde bile kendini ifade edebilme varlığını gösteremiyordu. O, o yalancı ışıklarıyla tıpkı bir ütopya gibi sadece hayallere çarpıyor, kırılıyor ve bir kısım tatlı rüyalar nevinden – lezzetlendirmesi tabirciye ait – hayata, hayatî realitelere ancak çok uzaktan bakabiliyordu.

Oysa ki İslâm, insanoğluna, hemen her sahada uygulanabilen, uygulanmalarında alternatif gerçekleştirme yolları bulunan nevi şahsına mahsus bir nizam va’d ediyordu. Onun çağrısına kulak verenler, kendi tabiatlarıyla, aynı döl yatağında gelişmiş bir nizamın televvün ve şivesini buluyorlardı. O, vicdanlarındaki ilk kabûlden, hayatın en uç noktasındaki ahlâkî meselelere kadar, hiçbir hususu ihmal etmeme genişliğiyle, ferdî ve ailevî en küçük bir problemden en muğlak içtimaî konulara kadar hemen her mevzûda çok farklı çözümler teklif ediyor ve en dar soluklu müntesiplerini bile katiyyen yollarda bırakmıyordu. O, işe ferdî vicdandan başlıyor; orada tam yerleştikten sonra da, kendine has faikiyetiyle kendini aşıyor, çevresini aşıyor ve her yeri bir filizlenme zeminine çevirerek dört bir yana rûhunun boyasını çalıyor ve çimlendiği hemen her bucakta hayatın rengini, şîvesini değiştiriyor ve gönüllere ebedî var olmanın mesajlarını duyuruyordu. Onun her mesajı evrensel sulhden bir nağme, içtimaî âhenkten bir beste, hoşgörü ve diyalogtan da birer “nefes”di. Kabalık, hoyratlık, kin ve nefret, onun dıştaki hasımlarının ruh yapılarına ait akisler ve cahil müntesiplerinin de hazımsızlıklarından kaynaklanan gaseyanlardı. Ne var ki o, kendi aydınlığına rağmen, bazen bu düşmanlardan birinin haylûletiyle küsufa uğrarken, bazen de ikisinin birden boşalttığı zulmetlerle hüsuflar yaşadı.

Biraz olsun düşman cefadan vazgeçip dost da vefa gösterebilseydi, İslâm, mağmalar gibi o “anil-merkez” feveranları veya ışık tayfları şeklindeki nur hüzmeleriyle, yeryüzündeki kin, nefret ve gayz türünden bütün karanlıkları silip süpürüp götürecek ve her tarafı, ucu gidip cennetlere dayanan bir güven atmosferine dönüştürecekti. Onun sayesinde yeryüzünde kavgalar, cinayetler, terörler, kargaşalar unutulacak ve bunların yerine her tarafta sevgi, saygı, âhenk ve huzur esip duracaktı.

Zaten İslâm’ın girip yerleştiği bir kalbde Yaratan’dan ötürü ve yaratılanların hatırına sadece ve sadece sevgi vardır, alâka vardır, hoşgörü vardır.


Evet, bir kalbde hem inanç ve Allah’la irtibat, hem de kin, nefret ve gayz olamaz. Hele bir kalb, her gün, her hafta, her sene, değişik ibadet şekilleriyle, imanını, Hakka intisabını, misakını yeniliyor, güçlendiriyor ve hep parlak kalabiliyorsa, böyle bir kalbin düşmanlıklara açık olmasına katiyyen ihtimal verilemez. Bir kere her İslâmî davranış, içimizde, bütün hareketlerimizin Müslümanca olması duygusunu uyarır ve bizi mü’mince yaşamaya yönlendirir. Vicdanî müktesebatımız ve kalbî vâridâtımız, tavırlarımıza aks ede ede ahlâkımızın atkılarını oluşturur ve davranışlarımızdan taşa taşa kültürümüzün temel referansları haline gelerek, kendimiz olarak kalmamızı sağlar. Böylece, temeli insan kalbinde Allah'a imana, itimada, güvene dayayan bir insanî mükemmeliyet, sevgi, alâka, samimiyet ve muhabbet şeklinde çevreye akmaya başlar ve Müslüman ferd, haiz bulunduğu bu câzibe-i kudsiye sayesinde ferdiyetten çıkar ve âdeta bir millet olur.

Düşünceler, tasarılar, san’at gayretleri, evvelâ insan içinde doğup, şekillenip, sonra da gelişme ortamını bulunca inkişaf ve inbisat ettiği gibi, ibadet, ahlâk, rûhî hayat, kültür ve topyekün beşerî münasebetler de, ilk önce insan derûnunda, iman ve iz’an şeklinde belirirler; derken gelişip umum hayatı kuşatır ve bütün beşerî davranışlara boyalarını çalarak, her hamle, her hareket ve her faaliyetin temel belirleyicisi olur ve her konuda kendilerini hissettirmeye başlarlar.

İslâm, insanlığa, bütün diğer din ve felsefî sistemlerden farklı olarak, evrensel buudlu, ama kendine has bir düşünce ve hayat resmi ortaya koymuştur; koymuş ve müntesiplerine onu yaşama ve uygulama sorumluluğunu yüklemiştir. Bunun şuurunda olan bir Müslüman, bütün ferdî, ailevî ve içtimaî ilişkilerinde bu çerçeveye sadık kalmaya çalışır.. geleceğini bu anlayışa göre plânlar.. gücü yettiği ve şartlar elverdiği ölçüde hep yüklendiği bu mes’ûliyeti gerçekleştirmeye gayret eder. Zaten herhangi bir düşünce ve gaye-i hayal, ortam müsait olduğu ölçüde realize edilme yolunda bir kısım hamle ve aksiyonlarla desteklenmezse, o düşünce ve gaye-i hayaller, sadece rüyaların masmavi ikliminde tüllenir durur; biz de realitelerin cenderesinde ezilmeye devam ederiz.

Aslında, iç dünyamızda kök salan iman gerçeği de ancak, yaşanan hayatın içine girdiği ölçüde inkişaf ederek varlığını devam ettirebilir.. Evet o, gönüllerimizde çimlendikten sonra, davranışlarımızda da doğruluk ve güvene dönüşebiliyor; namazlarımızda saygı ve huşûya inkılâp edebiliyor; sosyal ilişkilerde hakkaniyet ve istikamet düşüncesine kaynaklık yapabiliyorsa, gelişip inkişaf etme adına önü sonsuza kadar açık demektir. İşte insanda böyle bir iman, hiç bitmeyen bir güç ve enerji kaynağı olduğu gibi, hilâfet ünvanıyla eşyaya müdahale etme, duygu ve düşüncelerine göre çevresini şekillendirme, kendi tabiîliği içinde san’at rûhu ve estetizm mülâhazalarıyla tevhid ve tecrid eksenli sonsuza açılmanın da biricik rampasıdır. Evet iman, estetiğe açık ruhlarda öyle derin bir san’at rûhu hasıl eder ki, san’atkâr bir mü’min, hiç zorlanmadan birkaç fırça darbesiyle tuvalinin üzerinde meydana getirdiği bir kısım çizgi ve motiflerle, varlığın sonsuzluk menşûrundaki mahiyet-i mücerredesine ulaşır ve san’atına öyle bir ebediyet rengi işler ki, insan böyle bir san’at eserini her temaşaya alışında, bütün varlığın küçük bir minyatürü ile karşı karşıya bulunduğunu sanır; sanır ve san’at diliyle tevhid ve tecrid mülâhazalarının resimlendirilmesi içinde, çizgilerin büyülü dünyasında sınırlı objelerde sınırsızı, damlada deryayı, zerrede kâinatları temaşa etme neşvesine erer.
Biz, İslâm san’atını, sadece o objektife, subjektife başkaldırma ya da bir maharet teşhiri şeklinde anlama yerine, onu, varlık ve hâdiseler arasında görülüp duyulan, sezilip anlaşılan veya sezilip anlaşılması gereken ruh, mânâ ve muhtevayı, kalb, şuur ve his lisanıyla sentezleyip, her zaman anlaşılması gerekli olan gerçeğin, her bakışta yeni bir buuduyla duyulabilecek esneklikte, fakat kıblenümâsı hep aynı istikamette ve değişik kombinezon imalarıyla sürekli o Mevcûd-u Meçhûl’e göndermelerde bulunan bir çerçeve içinde ve çerçeveleri aşkın bir kısım sihirli çizgilerin kesrette vahdeti, vahdette de kesreti göstermesinden ibaret görüyoruz.

Hülâsa İslâm, kâinat kitabının hem sesi, soluğu, tefsiri, yorumu; hem de onun dününün, bugününün, yarınının resmi, fotografı, haritası ve kapalı gibi görünen kapılarının da esrarlı anahtarıdır. O, bu hususların bütününü ifade eden bir külldür. Parçalanması ve parçalarına, bütüne yüklenecek değerlerin yüklenmesi mümkün olmayan bir küll. Onu, parçalara ayırmak, sonra da bu parçalardan tam bir şey anlamaya çalışmak yanlıştır ve onun rûhuna ihanettir. Onu, mev’izeci bir uslûpla bir–iki âyet ve hadîsin tefsiri içinde ele alıp izah etmeye kalkışanlar, ömür boyu bu muhteşem besteler mecmuasını duymaya çalışsalar da, vicdanları hep ciddî bir eksikliğin sezileriyle sarsılacak ve ruhları sürekli bir boşluk yaşayacaktır.

İslâm; imandır, ibadettir, ahlâktır, insanî değerleri yükseltme sistemidir, düşüncedir, ilimdir ve san’attır. O, hayatı bir bütün olarak ele alır–yorumlar, kendi değerleriyle değerlendirir ve müntesiplerine eksiksiz bir semavî sofra takdim eder. O, her zaman hayatı realitelerle iç içe yorumlar ve katiyyen hükümlerini hayata kapalı hayal koylarında haykırmayı düşünmez. Emirlerini, direktiflerini yaşanırlığa bağlar ve düşler âlemi üzerine hükümler bina etmez. İslâm, itikadî meselelerden, san’at ve kültür faaliyetlerine kadar her yerde hayatın içinde ve dinamiktir; böyle olması da, onun hem her zaman canlı kalmasının hem de evrenselliğinin en önemli emâresi ve esasıdır.


ALINTI