๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:43:40



Konu Başlığı: İslâm da af ve sulhün manevî yönü
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:43:40
İslâm'da Af ve Sulhün Manevî Yönü


Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış
etme! Herkes, davranışlarıyla kendi karakterini aksettirir.
Sen, müsamaha yolunu seç ve töre bilmezlere karşı hep âlicenap ol..!



İslâm kelimesi kısaca, "kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak ve barış yapmak" anlamlarına gelir. Af, "silmek, gidermek, yok etmek" manasına kullanılırken sulh kelimesi ise, "ıslah, onarma ve fesadın kaldırılması" anlamında "anlaşmak, barışmak ve barış" mânâlarına gelmektedir. Şu halde Allah’a teslim olan Müslüman’ın ve kalbten inanan bir mü’minin insanları affedebilmesi için öncelikle kendi kusur ve hatalarını görmesi gerekmektedir. Çünkü insan nefsini sorgular ve suçlarsa, kusurlarını görür. Kusurlarını gören de tövbe eder. Günahlardan ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınır. Dolayısıyla tövbe edenleri de Cenab-ı Hak, şeytana ve kötülüklere karşı muhafaza eder.

Sulh, karı-koca arasında olduğu gibi, fert ve toplum arasındaki hatta devletler arasındaki problemleri çözmede ve barışı devam ettirmede başvurulan en sağlıklı yöntemdir. Zira Kur'ân-ı Kerim’de sulhun en
hayırlı olduğu açıkça bildirilmiştir. (Bkz.: Nisa 4/128) Sulh, taraflardan birinin kendi haksızlığını kabul etmesiyle olabileceği gibi, haklı tarafın fedakarlığı ve ferağatıyla da olabilir. Bu düşünce ile bir mü’min, kendisine karşı işlenen suçları bağışlar ve affederse, Allah da onu affeder. Zira bir başka hadiste "Kim bir Müslüman’ın (dünyada kusurlarını bağışlar ayıbını) örterse, Allah da kıyamet günü onun kusurlarını (bağışlar) örter." (Buhari, Mezalim 3) buyurularak, toplumdaki fertlerin birbirlerine karşılıklı görevlerine işaret edilmektedir. Dolayısıyla muhabbet ve güven ortamı sulh ile sağlanabilmektedir. Ancak burada örtülmesi gereken ayıplar şahsî günahlardır. Yoksa toplumu doğrudan ilgilendiren kötülükler ve cürümler değildir. Nitekim kamunun (toplumun) zararına olan işlerde ilgililere haber vermek veya şikayet etmek toplumun selameti adına bir vazifedir, başka türlü değerlendirilmemelidir. Çünkü kişinin kendi hakkını müsamahası ve fedakarlığı amel-i salih kabul edilirken, kamuyu ilgilendiren konularda kişinin af ve müsamahası ise hıyanet olur. Çünkü, toplumu ilgilendiren konularda ferd af yetkisine sahip değildir. Mesela bir kişinin, başkasına zulmedeni gördüğünde müdahale etmesi, vazgeçmediği takdirde ilgili yerlere şikayette bulunması, emr-i maruf nehy-i münker vazifeleri arasında değerlendirilmelidir. Bir başka hadiste ise "Allah’ın her günahı affetmesi ümit edilir. Ancak kasten (haksız yere) bir mü’mini öldürmesi veya kâfir olarak ölmesi hariç." (Nesâî, Tahrim 1) şeklinde haber verilmektedir. Şu halde haksız yere kan dökme ile Allah’a şirk koşma aynı seviyede gösterilerek bu suçları işleyenlerin af ve mağfiretten istifade edemeyecekleri bildirilmektedir. İbn Abbas bu görüştedir. Bu ise, her insanın Allah katındaki değerine ayrı bir işarettir. Zira kul hakkı, helalleşilmediği müddetçe affedilmeyen hususlardandır. Tabii bunun yanında "Kendisine şirk koşulmasının dışında Allah her günahı affeder." ayetini esas alan cumhur-i ulemaya göre ise Allah, şirkin dışındaki günahları affedebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de suçların karşılığı anlatılırken
وَجَزَاؤُ سَيِّئَةٍ سَسِّئَةٌ مِثْلُهاَ فَمَنْ عَفاَ وَأصْلَحَ فَأجْرُهُ عَلىَ اللهِ
"Haksızlığın karşılığı, ancak yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz. Bununla beraber kim affeder, haksızlık edenle arasını düzeltirse onun da mükâfatı artık Allah’a yaraşan tarzda olur. Şu kesindir ki Allah zalimleri sevmez" (Şûrâ sûresi, 40) şeklinde manevi yönden af ve sulh teşvik edilmektedir. Dolayısıyla dünyadaki affın esas mükafatının ahirette olacağına da bir işarettir. Müfessir Kurtubi (v. 671/1272) bu ayetin tefsirinde şöyle bir rivayet nakleder: "Kıyamet günü bir münadi insanlara şöyle seslenecektir: 'İçinizde ehl-i fazl (fazilet sahibi kişiler) buraya toplansın.' Bunun üzerine kendilerini ehl-i fazl olarak bilen kişiler orada toplanırlar. Onlara 'Haydi doğrudan cennete girin.' denir. Onlar cennete giderken bazı meleklerle karşılaşırlar. Bu melekler onların nereye gittiğini sorarlar. Onlar da 'cennete' gittiklerini söylerler. Bu defa Melekler: 'Hesap görülmeden mi gireceksiniz?' (diyerek hayretlerini belirtirler) Onlar da 'Evet' derler. Bunun üzerine melekler: 'Sizler kimlersiniz? (bu dereceyi nasıl elde ettiniz)' derler. Onlar da 'Biz dünyada fazilet ehli kimselerdendik.' şeklinde cevap verirler. Melekler tekrar: 'Faziletiniz neydi?' diye merakla sorarlar: Onlar da 'Bize (dünyada) cahillik yapana biz hilmle (yumuşaklıkla) mukabelede bulunurduk. Bize haksızlık yapanları (zulmedenleri) sabırla karşılardık. Bize kötü davrananlara, biz aynısıyla mukabele etmez, onları affederdik.' şeklindeki özelliklerini belirtirler. Bu defa melekler: 'Buyurun hak ettiğiniz cennete. Dünyada güzel amel edenlerin mükafatı ne güzelmiş!' diyerek onları cennete uğurlarlar." (Kurtubi, el-Câmi Liahkâmi’l-Kur’ân, 16/40)

Ahlâkı Kur'ân olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kendi nefsi için hiçbir zaman intikam almamıştır. Nitekim Peygamberimiz, Allah’ın emirleri çiğnenip hiçe sayılmadığı müddetçe kızmamış, insanları cezalandırmamış hatta istirahat esnasında kendisini uyurken öldürmek isteyen Gavras ismindeki bir müşriği dahi yakalayınca rahatlıkla affetmiştir. (Buhari, Edeb 80) Zira Peygamberimiz مَنْ عَفاَ عِنْدَ القُدْرَةِ عَفاَ اللهُ عَنْهُ يَوْمَ العُسْرَةِ "Kim gücü yettiği halde (suçluyu cezalandırmaz) affederse, Allah da güçlük gününde (kıyamette) onu affeder." (Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, 3/212) şeklinde haber vermişlerdir. Ayrıca مَنْ عَفاَ عَنْ دَمٍ لَمْ يَكُنْ لَهُ ثَواَبٌ إلاَّ الجَنَّةُ "Kim kan davasını affederse (katilin cezalandırılmasını istemezse), o kişinin sevabı ancak cennettir." (Suyuti, aynı yer) tebşiratıyla müjdelemiştir. Çünkü amden veya hataen öldürmelerde Kur’ân-ı Kerim’de kısas veya diyet öngörülürken, ayrıca "Kim kısası bağışlarsa bu, kendisi için kefaret olur." (Maide sûresi, 45) şeklinde hadisenin manevi yönüne dikkat çekilmektedir. Diğer bir ayette ise "Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, artık kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyeti ödemek gerekir." (Bakara sûresi, 178) şeklinde sulha teşvik edilmektedir. Yine Peygamberimiz (s.a.s.)’in veda hutbesinde cahiliye adeti olan kan davalarının kaldırıldığını bildirmesi, toplumsal barış ve huzurun en önemli temellerinden birinin sulh olduğuna ayrıca işarettir.

Affetmenin uhrevi boyutu ile ilgili şu rivayet ise çok çarpıcıdır: "Bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ashabıyla beraber otururken bir ara gülümser. Orada bulunanlardan Hz. Ömer: 'Ey Allah’ın Resûlü! Seni güldüren nedir?' diye sorar. Efendimiz şöyle buyurur: 'Ümmetimden iki kişi Allah’ın huzurunda diz çökmüşler biri diğeri için, 'Ey Rabbim! Bundan benim hakkımı al, dünyada bana haksızlık yapmıştı.' der. Bunun üzerine Allah (c.c.) da hak yiyen zâlime şöyle seslenir: 'Kardeşinin hakkını ver!' O kişi (zâlim) de 'Ey Rabbim! Sevaplarımdan bir şey kalmadı ki.. ne vereyim?' der. Allah Teala bu defa mazluma hitaben: 'Kardeşine ne yapmak istersin? Sevaplarından bir şey kalmamış.' der.

Bunun üzerine mazlum: 'Ya Rabbi! O takdirde benim günahlarımdan bir kısmını yüklensin!' talebinde bulunur. Bu sırada Peygamberimiz’in gözleri yaşla dolar ve 'O gün büyük bir gündür. O gün, insanların günahlarını başkalarının yüklenmesine muhtaç olacağı bir gündür!' buyururlar." Zira Kur’ân-ı Kerim’de لِيَحْمِلوُا أوْزاَرَهُمْ كاَمِلَةً يَوْمَ القِياَمَةِ... "Kıyamet gününde (zalimler, mücrimler) kendi günahlarını eksiksiz yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarını da yüklenmiş olurlar." (Nahl sûresi, 25) buyurulmakta, ayrıca hadislerde de, kıyamet günü haksızlık ve zulmedenlerin sevapları olmazsa mazlumların günahlarının alınıp (adalet gereği) zalimlere yükleneceği belirtilmektedir. (Bkz.: Müslim, Birr 59) Peygamberimiz bu hüzünlü tablonun arkasından hadisenin devamını şöyle nakleder: Mazlumun, kendi günahlarının zalime yüklenmesini istemesi üzerine Rahman olan Cenab-ı Hak mazluma hitaben buyurur ki: "Başını kaldır, cennetlere bak!" Mazlum başını kaldırıp o tarafa bakınca hayret ve sevinçten: "Ey Rabbim! Gümüşten şehirler, incilerle süslenmiş altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi Peygamber’e aittir, hangi sıddîk ya da şehid için hazırlanmıştır?" der. Bu defa Allah Teala şöyle buyurur: "Bunlar senin zannettiğin zümreler için değil, ücretini verenler için hazırlanmıştır." Bunun üzerine mazlum: "Ey Rabbim! Bunların ücretine kimin gücü yeter ki?" der.

Allah Teala da: "Şu anda ancak senin gücün yetebilir." buyurur. Mazlum hayretle: "Nasıl ya Rabbim! Bende onlara verecek ücret nerede!. Ben onların bedelini nasıl ödeyebilirim?" deyince, Cenab-ı Hak bunun üzerine: "Kardeşini affetmekle, ondaki hakkını almaktan vazgeçmekle." buyurur. Bu müjde karşısında mazlum da "Affettim ya Rabbi! Hakkımı almaktan vazgeçtim." der. Bu defa da Cenab-ı Hak mazlum kişiye hitaben: "O halde tut kardeşinin elinden ve onu cennete koy!" diye emreder. Hz. Peygamber kıyamet günü gerçekleşecek bu olayı naklettikten sonra إتَّقوُا اللهَ وَأصْلِحوُا ذاَتَ بَيْنِكُمْ فَإنَّ اللهَ يُصْلِحُ بَيْنَ المُؤْمِنِينَ يَوْمَ القِياَمَةِ. "Allah'tan korkun! Kötülük yapmaktan sakının, birbirinizin arasını bulun. Çünkü Allah, kıyamet günü mü’minlerin arasını bulacaktır." (Gazzali, el-Maksadü’l-esnâ, Mısır, trs. s. 103) buyurmuşlardır.

Bu ve benzeri hadislerin de gösterdiği gibi mü’min daima sulhtan yana olmalı ve öncelikle af ve sulh teklifi kendinden başlamalı ve başkasına da örnek olmalıdır. Bu konuda Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de إدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ أحْسَنُ فَإذاَ الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَداَوَةٌ كأنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ. "Sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak!. O zaman görürsün ki, seninle kendisi arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın (samimi) bir dost olur." (Fussilet sûresi, 34) buyurmaktadır. Kötülüğe iyilikle karşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği hakikati, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî yaptırımlarla önlemek mümkündür. Ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün siyaset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Özellikle bireysel özgürlüklerin öne çıkarıldığı yönetimlerde bu özgürlüklerin anarşiye dönüşmemesi için hakkına razı olmak, bağışlamak, yardımlaşmak gibi Hz. Peygamber’in sünnetindeki feragat örneği davranışların geliştirilmesine, bunun için de insanların bu yönde eğitilmelerine büyük ihtiyaç vardır. Bu yapıcı davranışın en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü cezalandırması mümkün olduğu halde bağışlaması, hatta kötülüğü iyilikle karşılama erdemini gösterebilmesidir. İslâm ahlakında buna "hilm" denir. Abdullah b. Abbas (r.a.) "Mü’min kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkisinden korur, düşmanının dahi ona saygı duymasını sağlar." (Bkz.: Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, IV, 611) diyerek; insanın manevi yönüne dikkat çekmektedir. İşte Kur’ân ahlakı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eğitim metodu.

Netice olarak barışın ve sulhun sembolü olan Müslümanlar (hatta İslâm ülkeleri), önce ferdi planda aile fertlerine, sonra komşularına ve daha sonra da tüm insanlara göstereceği af, sulh ve müsamaha (tolerans) ile, dünyadaki manevi huzur ve mutluluk kaynağı olan cenneti elde edebilirler. Ayrıca manevi mükâfat olarak da ahirette Allah’ın nimetleri olan cennetleri kazanabilirler.


Dr. M. Selim Arık