๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 14 Ekim 2010, 12:33:04



Konu Başlığı: İslam da adalet ilkesi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 14 Ekim 2010, 12:33:04
İslam'da Adalet İlkesi  


Hürriyet ve kuvvet mevzuunda, Hakk’ın takdir buyurduğu sınırlar içinde kalma, adalet ve istikamet; bu konuda sınır tanımamazlık ise, bir zulüm ve haksızlıktır. Adalet hemen her konuda dengeyi koruma ve itidalli olmanın Kur'ân kaynaklı adı; zulüm ise her alanda dengeleri alt-üst etmenin ürperten unvanıdır.
 
Adalet kelimesi, dengelemek, dengeli davranmak, tesviye edip düzeltmek, bir şeyi uygun yere koymak, bir hakkı sahibine vermek anlamlarına gelir. Bu kavramın içinde insaf, hakkaniyet, istikamet mânâları da vardır. Dolayısıyla adaletli davranmak, bir şeyi, bir işi hakkaniyet ve insaf ölçülerine göre yapmak demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyette geçen "اَلْقِسْطُ: el-kıst" kelimesi de adalet kelimesinin ihtiva ettiği mânâları ifade eden bir kavramdır. İslâm'da adalet anlayışı, bir arada yaşamaktan ve insanlar arası ilişkilerden ortaya çıkan insan hakları temeline dayanır. Adalet, bu hakları olması gereken yere koymak, hakkı olanlara vermek demektir. Adaletin zıddı ise zulümdür ve o da bir şeyi yerli yerine koymamak veya uygun olan yerden başka yere koymak anlamlarına gelir.

Allah Hak ve Adalete Önem Veriyor
Adalet, Allah Tealâ'nın çok önem verdiği esaslardan biridir. Allah'ın kendisi âdildir ve yaptığı her şeyde adalet tecellî eder. "İsm-i Adl'in cilve-i azamından gelen kâinattaki adâlet-i tâmme, umum eşyanın muvâzenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor." (Nursî, Lem'alar, s. 293) İnsanlardan adaletin ikamesini istemek Allah'ın adlinin muktezasıdır. Sosyal dengenin tesisi ve içtimaî hayatın ahenkli biçimde işleyişi de adaletin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bu yüzden Allah çeşitli toplumlara peygamberler gönderiyor ve onlarla birlikte kitap ve adalet terazisi indiriyor; (Hadid sûresi, 57/25) adaleti sağlamayı emrediyor. (Arâf sûresi, 7/29; Nahl sûresi, 16/90) Ayrıca insanlardan hakkın ikamesini, verilen hükmün lehte de olsa aleyhte de olsa kabul edilmesini istiyor ve aksine davrananları zalimler olarak niteliyor. (Nur sûresi, 24/48-51) Bir de takvaya en uygun olanın adaletli davranış olduğunu; (Maide sûresi, 5/8) âdil olanları sevdiğini belirtiyor. (Hucurat sûresi, 49/9; Mümtahine sûresi, 60/8) Bunların da ötesinde bizzat Kendisinin âhirette hiçbir haksızlığa meydan vermeden kullarını yargılayacağını ve her hak sahibine hakkını vereceğini beyan ediyor. (Yunus sûresi, 10/54; Enbiya sûresi, 21/47) Dolayısıyla hakkın tevzîi ve adaletin ikamesi, biz Müslümanlar için Allah tarafından belirlenmiş en önemli hayat prensibidir. Önemli olan şeyin karşılığı da önemlidir. Adaleti gerçekleştirmenin karşılığı da dünya ve âhiret saadetidir. Elbette ki adaletli davranışın dünyadaki karşılığı kıymetlidir; ancak âhiretteki mükâfatı muhteşem olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yönetici olsun, hâkim olsun, aile reisi olsun bunlardan âdil davrananların âhirette Allah katında nurdan minberler üzerinde duracaklarını müjdelemektedir. (Müslim, İmare 18) Kur'ân'ın mü'minlerden adalet talebi, ilgili olduğu alanlara göre çeşitlilik arz ettiğinden biz de bunları, yönetimde, şahitlikte, yargıda, aile içi münasebetlerde ve ticarî hayatta adalet olmak üzere çeşitli başlıklar altında ele alacağız.

Yönetimde Adalet

Adaletin ikame edilmesi gereken en şümullü alan, yönetimdir. İslâm nazarında yöneticilik, insana tevdi edilen emanetlerden biri, hattâ en mühimidir. Hangi seviyede olursa olsun, avantaj gibi görünen yöneticilik bu itibarla insanın omuzlarında ağır bir yüktür. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), devlet başkanından evdeki hizmetçiye kadar her seviyedeki yöneticinin idare ettiklerinden mesul olduğunu bildirmiştir. (Buharî, Cuma 11) Yönetimde adalet ise, mü'min idareci için en büyük vazifedir. Kur'ân-ı Kerîm'in, "Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hükmetmenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt verir!" (Nisa sûresi, 4/58) âyeti, yönetimde adaletin ikamesini emretmektedir. Emanetle adaleti bir arada zikreden bu âyetin idareciler hakkında indiği rivayet edilir. (İbn Kesir, Tefsir, 1/516) Buna göre yöneticilik bir emanet olduğu gibi, yönetimde adaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir. Adaletli yönetim, Müslüman yönetici için bir vazife olmanın ötesinde, "Bir gün adaletle yönetmek, altmış yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır." (Müttakî, Kenzü'l-Ummal, 6/12) hadîsinin ifadesiyle ibadet sayılmıştır.

Müslüman bir idarecinin en temel görevi, kendini adaletin dağıtıcısı görmek, adalet kaygısıyla hareket etmek, hak sahiplerine haklarını vermek için çalışmak, bir hak gaspı söz konusu ise, onu geri alıp haklıya iade etmektir. Bu sebeple Müslüman yönetici, adaletin mülkün (yönetimin) temeli olduğuna, adaleti sağlayamayan yönetimin zail olacağına ve zulüm ile âbâd olanın âhirinin berbat olacağına inanarak hareket eder. "İnsanları idare etmeyi üzerine alan bir kimse kendini ve ailesini düşündüğü gibi yönettiği kimseleri düşünmedikçe kıyamet gününde cennetin kokusunu bile alamaz." (Buharî, Ahkâm 8) hadîsinin tehditkâr ifadelerini dâima göz önünde bulundurur. Ayrıca Peygamber Efendimiz'in, kendisine en sevimli ve kıyamette derecesi en yüksek kimselerin adaletli yöneticiler, en sevimsiz ve âhirette azabı en şiddetli olan kimselerin ise zalim idareciler (bkz. Tirmizi, Ahkâm 4) olduğunu bildiren sözlerini nazarından eksik etmez.

Kur'ân ve Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bu konudaki emir ve tavsiyelerini çok iyi kavramış olan Müslüman idareciler, tarih boyunca idare ettikleri toplumlarda adaletin ikamesini hayatlarının gayesi yapmışlardır. Bu çerçevede haksızların ve haksızlıkların karşısında olmak, hakkın ve haklının yanında yer almak, zayıf ve çaresizleri korumak onların en büyük şiarı olmuştur. Bu ilkeleri benimsedikleri için yönetimde adaletin en güzel örneklerini İslâm'ın şanlı idarecileri vermişlerdir. Meselâ Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) halife seçildiğinde irad ettiği ilk hutbesinde dile getirdiği, güçlülük değil haklılık esasını benimsediğine, güçsüz de olsa mutlaka haklının yanında yer alacağına ve onun hakkını kendisinin takip edeceğine dâir sözleri, (bkz. Ma'mer b. Raşid, Cami, 2/336) İslâm'ın yönetimde adalet anlayışının en çarpıcı örneklerindendir. Yine bu anlayış sebebiyledir ki, Hz. Ömer (r.a.), adaletin timsali olmuştur. Onun, bir Kıptî'ye tokat atan Mısır Valisi Amr b. As'ın oğlunu sorgulayıp ceza olarak Kıptî'nin de ona tokat atmasını istediğinde söylediği, "Anaları insanları hür olarak doğurmuştur. Siz onları ne zaman köleleştirdiniz." (Muttakî, Kenzü'l-ummâl, 7/660) sözü, Müslüman bir yöneticinin adalet anlayışının en güzel ifadelerindendir.

Şahitlikte Adalet

Şahitlik meselesi de hak ve adaletin tesis edilmesi gereken hususlardan biridir. Şahitlik, hakkın tevzii ve adaletin ikamesinde önemli bir görevdir. Bu ister bir davada olsun, isterse insanlar arası basit bir anlaşmazlıkta olsun fark etmez, şahitlik önemli bir görevdir. Tanık olduğu bir hususta kişinin herhangi bir sebeple şahitlikten kaçması ya da gerçeği olduğu gibi aksettirmeyip değiştirmesi, tahrif etmesi, hilâf-ı vâki beyanda bulunması veya olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermesi mühim hak kayıplarına sebep olduğu için büyük bir vebaldir. Bu sebeple Allah celle celalühu; "Ey iman edenler! Hakkı yerine getiren ve adaletle şahadet eden kimseler olun." (Maide sûresi, 5/8) âyetiyle dosdoğru şahitlik yapmayı emretmiş, meselenin ehemmiyetine binaen Kur'ân'da ciddi tahşidatta bulunmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'in, "Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa sûresi, 4/135) âyeti şahitlikte gerçeğe uygun ve adaleti tesise yönelik tanıklık yapmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz kendisinden bir hususta şahadet etmesi istendiğinde mevzuu tahkik etmiş, meselenin haksızlığa dayandığını görünce,"Ben haksızlık üzerine şahitlik etmem." (Müslim, Hibât 14-16) buyurarak Müslümanlara örnek olmuştur.

İslâm şahitlik dışında beşerî münasebetlerde, hattâ irtibat kurduğumuz insanların sosyal çevreleriyle olan ilişkilerimizde de adaletin ikame edilmesini talep etmektedir. Bu çerçevede Kur'ân, Müslümanlarda birilerine karşı taşıdığı hisler sebebiyle, onların çevresindekilere karşı adaletsiz davranmama hassasiyeti geliştirmektedir. "Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide sûresi, 5/8) âyetinde Allah (c.c.), kin ve öfke gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep olmamasını da talep ediyor. Bu sebeple bir Müslüman sevmediği birinin yakınlarına karşı o kişi sebebiyle düşmanlık veya haksızlık edemez, münasebetini o nefret üzerine kuramaz. Yoksa adaletsiz davranmış olur.

Yargıda Adalet

Hak ve adaletin tesis edileceği yerlerden biri de, mahkemelerde görülen davalarda hâkimin vereceği hükümlerdir. İslâm, hükümde adalet ilkesini getirir ve insanlar hakkında herhangi bir makam, mevki farkı gözetmeksizin adaletin sağlanmasını ister. Bu yüzden Müslümanlar nazarında âdil mahkemeler, Allah'ın Hak ve Adl isimlerinin tecelligâhı sayılmıştır. Adaletle hüküm vermeyi temin edecek yegâne kaynak ise, Allah'ın indirdiği hükümlerdir. "Aralarında, Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerine uyma! Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!" (Maide sûresi, 5/49) âyeti bu hakikati açıkça göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) âyette geçen "Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet!" kısmını adaletle irtibatlayarak "Kur'ân ile hükmeden adalet eder." (Darimi, Fezailü'l-Kur'ân 1) şeklinde tefsir etmiştir.

Davalarda adaletle hükmetmenin önüne birtakım engellerin çıkması kaçınılmazdır. Bunlardan biri, haksızın haklı çıkmak arzusuyla birtakım deliller ileri sürerek yargı makamını yanıltmasıdır. Şüphesiz ki bir hâkim hüküm verirken delillere bakar ve onlardan hareketle vicdanında oluşan kanaati hüküm olarak ortaya koyar. Bu durumda hâkimi yanıltacak ve adaletsizce hüküm vermesine sebep olacak tarzda deliller ileri sürmek veya delilleri karartmak da büyük bir vebaldir. İnsan belki bu yolla dünyevî bir şey elde edebilir; ancak âhirette cehennemden bir parça ateşi boynuna takmış olur. Nitekim adalet konusunda çok titiz davranan Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.), "Ben ancak bir beşerim. Sizden davalılar bana geldiğinde bazınız delil getirmede diğerinden daha becerikli olabilir. Ben de doğru söylüyor zannıyla onun lehinde hüküm verebilirim. Şu halde sizin ifadenize göre bir kimseye mü'min kardeşinin hakkını alıp verirsem, onu ister alsın isterse bıraksın bu, cehennemden bir parçadır." (Buharî, Mezalim 16) sözleriyle bu mevzuda sahabeyi uyarmıştır.

Davalarda adaletle hükmetmede hâkimleri en çok zorda bırakan hususlardan biri de davalı veya davacıların makam, mansıp, mal ve itibar sahibi kimseler olmasıdır. Çünkü bu tür statüler hâkimi baskı altında bırakır. Ama hâkim bunlara da itibar etmemeli, adalet ne ise, onu gerçekleştirmelidir. Bu durumda hâkim kendisinin zarar göreceğini zannedebilir. Ancak şu hususu iyi bilmelidir ki, adaleti gözettiği sürece Allah kendisiyle beraberdir. Aksine adalet kaygısıyla hareket etmediğinde, kendisini Allah'ın terk etmesi tehlikesine maruz bırakır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde "Bir hâkim adaletten ayrılmadığı sürece Allah kendisiyle beraberdir. Adaletten ayrılır da zulmederse Allah onu yalnız bırakır." (Tirmizî, Ahkâm 4) buyurmuştur.

Yargıda adaleti yerine getirmede statülere itibar etmemenin en güzel misâlini de Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) uygulamalarında görüyoruz. Kureyş'ten hırsızlık yapan soylu bir kadına hak ettiği cezanın uygulanmamasını isteyen ailesi, Efendimiz'in çok sevdiği Hz. Üsame'yi (r.a.) aracı göndermişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz bu aracılığı reddetmiş ve şöyle buyurmuşlardı: "İsrailoğulları, haksızlık yapmaları yüzünden helâk oldular. Bunlar fakirler üzerinde en şiddetli cezaları tatbik eder, nüfuzlu ve zengin olanları cezadan muaf tutarlardı. Vallahi Muhammed'in kızı Fatıma da aynı işi yapsa elini keserdim." (Müslim, Hudud 11) Allah Resûlü'nün (s.a.s.); "Kızım Fatıma dahi yapsa elini keserdim." buyurması, sosyal statüsü yüksek olanlara cezai işlemlerin uygulanmayıp sadece zayıflara uygulanmasını içtimaî çöküşün sebebi olarak görmesindendir.

Müslümanlardaki yargıda adalet hassasiyetinin bir başka örneğini de şu hâdise göstermektedir: Bir defasında Ubey b. Kâ'b (r.a.), hilâfeti döneminde Hz. Ömer (r.a.) aleyhine dava açmıştı. Zeyd b. Sabit hâkimlik görevini yürütüyordu. Hz. Ömer mahkemenin huzuruna gelince Zeyd b. Sabit, halife olması hasebiyle ona hürmet gösterdi, Hz. Ömer ise; "Bu senin hükümdeki ilk adaletsizliğindir." ikazını yaparak davacı Ubey b. Kâ'b'ın yanına oturdu. Ubey'in delili yoktu. Bu durumda "Yemin davalıya gerekir." kuralınca Hz. Ömer'in yemin etmesi gerekiyordu. Hilâfet makamında bulunması hasebiyle Zeyd b. Sabit, Ubey'in bu haktan feragat etmesini istedi. Fakat Hz. Ömer mahkemede hâkimlik yapan Zeyd b. Sabit'e, "Eğer senin nazarında Ömer ile herhangi bir adam müsavi değilse, sen bu göreve lâyık değilsin." diyerek sert bir karşılık verdi. (Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/93-94).

Adalet yalnızca Müslümanlar arasında görülen davalarda değil, Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında görülen davalarda da esastır. Bir kimse gayr-i müslim diye mahkemede hakkı gasp edilemez, karşısındaki Müslüman, makamı, mansıbı, sosyal statüsü ne olursa olsun, farklı muamele göremez, adaletin tesisi esas alınır. Nisa sûresinin 105-112. âyetleri bu konuda Peygamber Efendimiz'e bir uyarıda bulunarak, insanlar arasında Allah'ın bildirdiği şekilde hükmetmesi için kendisine kitabı indirdiğini, kendilerine hıyanet edenleri savunmaması gerektiğini, dünyada onlar savunulsa bile, kıyamet gününde Allah'a karşı onları savunacak kimsenin bulunmayacağını, günah işleyip sonra onu masum birinin üstüne atan kimsenin büyük bir vebal yüklenmiş olacağını bildirmektedir. Müfessirler bu âyetlerin bir hırsızlık hâdisesi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Görünüşte Müslüman olan Tu'me b. Übeyrik adında biri, bir Müslüman'ın evinden çaldığı kalkanı bir Yahudi'ye emanet bırakmış, emarelerden hareketle kalkan Yahudi'nin evinde bulunduğunda onun ifadesine binaen adam yakalanmış; fakat yemin ederek hırsızlığı Yahudi üzerine atmış ve buna da akrabalarını şahit göstermiştir. Yemin ve şahitler sebebiyle yanlış bir hüküm verecekken bu âyetler inmiş ve Efendimiz'i mühim bir yanlıştan korumuştur. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s.) Tu'me'yi suçlu bulup cezalandırılmasına hükmetmiştir. (Bkz.: Elmalı, Tefsir, 3/78-79)

Ayrıca İslâm, Müslümanlardan savaşmadıkları sürece başka din mensuplarına karşı beşerî münasebetlerde adaletli olunmasını da istiyor. Nitekim "Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Zîrâ Allah âdil olanları sever." (Mümtehine sûresi, 60/8) buyuruyor. Bu âyette açıkça görünen şudur ki, insanlar farklı inançlara sahip olsalar da onlarla münasebet kuran Müslüman, adaletten ayrılmamalıdır.

Adaletle hükmetme sadece Müslümanlar arasında veya Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında cereyan eden davalarda değil, gayr-i müslimlerin birbirleriyle olan davalarında dahi mühim bir esastır. Onların din ve inançları farklı olabilir; ancak, sonuçta insandırlar ve onlar bir dava için müracaat ettiklerinde aralarında adaletle hükmetmek icap eder. Nitekim Kur'ân, Peygamber Efendimiz'e hitaben, "Yahudiler eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, istersen onlardan yüz çevir, hüküm verme. Şayet aralarında hükmetmek istersen adaletle hükmet." (Maide Suresi 5/42) buyurmaktadır. Bu âyet onların aralarında hükmetmeyi Hz. Peygamber'in iradesine havale ediyor; ama eğer hükmetmeyi tercih ederse, mutlaka adaletle hükmetmeyi emrediyor.

Hak ve adaletin tesisi sadece şahsî davalarda değil, aynı zamanda toplumların ihtilaf ve çekişmelerinde de esastır. Kur'ân-ı Kerîm bu mevzuyla ilgili olarak da, "Eğer mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah'ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun; çünkü Allah âdil davrananları sever." (Hucurat sûresi, 49/9) buyurmaktadır. Bu âyette görüldüğü üzere İslâm içtimaî hayatta sulhü esas alıyor, toplumlar arasında ihtilâf çıktığında onları anlaştırmayı, anlaşmaya yanaşmayan veya anlaşmayı bozup da haksız yere saldırı yapan tarafla savaşmayı Müslümanlara bir görev olarak yüklüyor ve problemleri çözümlerken mutlaka adalet esasına riayet etmelerini emrediyor.
 

Ticarî Hayatta Adalet


Kur'ân-ı Kerîm'de adaletin gerçekleştirilmesine yönelik en çok tahşidatın yapıldığı yerlerden biri de ticarî hayattır. Zîrâ ticaret, insanların birbirlerine haklarının en çok geçtiği ve içtimaî fesadın en şiddetli biçimde zuhur ettiği alandır. Bunun şâkülü kaydığında içtimaî hayatın düzeni bozulur, toplum da kaosa sürüklenir.

Ticaret, insanların helâl haram hassasiyetini en çok yitirdiği yerlerden biridir. İnsan ticarete kazanmak için girer ve menfaat duygusuyla hareket eder. Bu, hem alan hem de satan için böyledir. Zîrâ herkes kendisi için en ekonomik olanın peşindedir. Eğer kişi tedbirini almazsa, azgınlaşan menfaat duyguları onu haksız kazanç elde etmeye sevk eder. Haksız kazanç elde etmek ise, başkalarına zulmetmektir. Zulüm ve haksızlıkların önlenmesinde kişinin alacağı tedbir, elbette ki öncelikle dinî terbiye ve iman eğitimidir. İnsanı kötülüklere karşı frenleyen, me'hazin kudsiyetidir. Kaynak kutsal olunca emir ve yasaklar insanda derin tesirler bırakır. Bu açıdan ticarî hayatta adaletin ikamesiyle ilgili olan dinî emir ve tavsiyeler de beşer için çok önemlidir.

Allah insanın menfaat zaafını bildiği için bu mevzuda da emirleriyle ona yön veriyor. Ticarî hayatın terazisi adalet mekanizması olduğu için, İslâm ticarette ölçü ve tartıda adaletli davranmayı emrediyor. Kur'ân'ın, "Ey kavmim ölçüyü tartıyı adaletle tam yapın, insanlara haklarını eksik vermeyin."; (Hud sûresi, 11/85) "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve doğru terazi ile tartın."; (İsra sûresi, 17/35) "Tartıyı adaletle yapın, eksik ölçüp tartmayın." (Rahman sûresi, 55/9) âyetleri ticarî hayatta adaleti âmirdir. "Vay hâline eksik ölçüp tartanların! Onlar ki satın alırken haklarını tam olarak alırlar. Fakat kendileri başkalarına satarken, ölçüp tartarken eksik yapar, hîle karıştırırlar. Sahi onlar, o en mühim günde, yani bütün insanların Rabbülâlemîn'in divanında duracakları günde, diriltilip toplanacaklarını düşünmezler mi?" (Mutaffifîn sûresi, 83/1-6) âyeti ise, tehditkâr ifadeleriyle bu mevzuda adaleti gözetmeyenlerin akıbetlerini haber vermektedir. Peygamberimiz de doğru tüccarların âhirette peygamberlerle beraber olacaklarını haber vermektedir.

Aile İçinde Adalet

İnsan hayatının en önemli alanlarından birisi de aile hayatıdır. Aile toplumun çekirdeğidir. Toplum hayatının ahenkli bir şekilde yürümesi, en başta aile bağlarının sağlam olmasına, aile bağlarının sağlamlığı da, fertleri arasındaki ilişkinin sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu da ancak onlar arasında adaletli davranmakla sağlanabilir.

Bir insanın eşinin geçimini temin etmesi, ona ilgi göstermesi, insaf ve hakkaniyet ölçüleri içinde muamelede bulunması,

her türlü ihtiyaçlarını gidermesi İslâm'ın insana yüklediği en önemli görevlerdendir. Bu görevleri yerine getirmek, bir hakkı, olması gereken yere koymak anlamına geldiği için adaleti gerçekleştirmek demektir. İnsan bu görevlerini yapmadığı zaman büyük bir zulüm ve adaletsizlik sergilemiş olur. İslâm'ın bu hususla ilgili hassasiyetini şu hâdise ne güzel ifade etmektedir:

Sahabeden Osman b. Maz'un'un (r.a.) hanımı, bir gün Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'e uğradı. Kadın genellikle güzel giyinir, ellerine kına yakardı. Hz. Aişe Vâlidemiz onun her zamanki hâlini görmeyince sebebini sordu. O da kocasının dünyayı ve kadınları arzulamadığını söyleyerek ilgisizliğinden şikâyet etti. Aişe Vâlidemiz bu durumu Efendimiz'e (s.a.s.) bildirdi. Nebi (s.a.s.), Osman b. Maz'un'u yanına çağırdı ve "Ey Osman! Benim Sünnet'imden yüz mü çevirdin?" diye sordu.

Osman: "Hayır, ya Resûlallah! Benim tek isteğim senin yolundur." dedi. Efendimiz buyurdu ki: "O hâlde dikkat et, ben hem uyurum, hem namaz kılarım, bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Hanımlarımla da beraber olurum. Allah'a karşı takva sahibi ol ey Osman! Bilesin ki ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirinin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Oruç tut, ama bazen tutma; namaz kıl, uykunu da al!" (Ebu Dâvud, Salât 317) Efendimiz burada aile içi ilişkilerden bahsederken "Allah'a karşı takva sahibi ol." buyurmaktadır. Yani takva, eşle alâkayı ihmal etmekte değil, en güzel şekilde devam ettirmektedir.

Çocuklarla ilişkilerimiz de adaletin tesis edilmesi gereken alanlardan biridir. Öncelikle genel mânâda çocukların ihtiyaçlarını gidermek, onları terbiye etmek gibi vazifeleri yerine getirmek adaletin bir gereğidir. Ayrıca daha özel anlamda erkek ve kız çocuklarına fıtratlarına uygun muamelede bulunmak veya yaşlarını dikkate almak da adaletin muktezasıdır. Zîrâ insan bu gibi hususları dikkate aldığında bir hakkı yerine koymuş, adaleti gerçekleştirmiş olur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) çocuklara hediye verirken dahi müsavi davranmayı emreder. (Bkz.: Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 16/444) Ancak bu eşitlik emri, onların cinsiyet ve yaş farklılıklarını göz önüne almadan hepsine aynı muamelenin yapılmasını istemek anlamında değildir. Aksine her birine uygun olan muameleyi istemektir. Hikmete uygun olan da budur. Eğer bu ayrımlara dikkat edilmezse, onların ruh dünyalarında ciddi yaralar meydana getirir.

Anne-babalar çocuklarına karşı farklı hisler taşısa da, İslâm onlara karşı muamelelerde adaletli davranmayı emreder.

Bu, onlar arasında bir husumetin meydana gelmemesi, akrabalık bağlarının zayıflamaması açısından önemlidir. Çocuklar arasında meydana gelen husûmet ve düşmanlık ise, toplum düzeninin sarsılmasına sebep olur. Bu konuda Allah Resûlü'nün (s.a.s.) yine bizler için güzel bir örnek olacak tavrını görüyoruz. Numan b. Beşir (r.a.) isimli genç sahabîye babası malının bir kısmını hibe olarak verip de diğer çocuklarını mahrum ettiğinden annesi bu duruma rıza göstermemiş ve meseleyi sormaları için onları Peygamber Efendimiz'e göndermiştir. Efendimiz (s.a.s.) malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini sormuş, onlara vermediğini öğrenince de "Allah'tan korkun ve çocuklarınızın arasında adaletli olun." (Müslim, Vesaya 13) buyurmuştur.

Aile içinde anne-babaların da hakları vardır. Özellikle yaşlandıklarında bakılması, ihtiyaçlarının giderilmesi, saygı gösterilmesi, ziyaret edilmesi onların çocukları üzerindeki haklarıdır. Bu hakları yerine getirmek de, onlara karşı adaleti gerçekleştirmek anlamına gelir. Onlara karşı vazifelerdeki ihmal ve kusurlar ise zulüm olur.

Bunun dışında bir kimse ölüm, kayıp, boşanma gibi herhangi bir sebeple ailesini yitirmiş yakın akraba çocuklarına bakmakla yükümlü olabilir, onların mallarını yönetme vazifesini üstlenebilir. İşte bu mevzuya da temas eden Kur'ân, bir kimsenin kendi çocukları dışında bakmakla yükümlü olduğu zayıf ve yetim akraba çocuklarının mallarının sevk ve idaresiyle ilgili olarak da adaletli davranılmasını emretmiştir. (Nisa sûresi, 4/127) Ayrıca evlerde hizmet eden köle ve hizmetçilere adaletli olmak da İslâm'ın ehemmiyet verdiği bir husustur. Bu çerçevede Peygamber Efendimiz (s.a.s.) köle ve hizmetçilere yediğimizden yedirmeyi, giydiğimizden giydirmeyi, onlara takat getiremeyecekleri yükler yüklememeyi ve onları dövmemeyi bir esas olarak vaz etmiştir. (bkz. Buharî, Rık 15)

Sonuç

Netice olarak İslâm'ın en önemli hususiyetlerinden biri adalet ilkesidir. İnsanın iki cihanda saadetini temin etmeyi gaye edinen İslâm hak ve adalet meselesine çok önem vermiştir. Allah âdildir, adli de bunu gerektirir. Bu sebeple Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de hak ve adaletin her alanda gerçekleştirilmesi için çokça tahşidatta bulunmuştur. Bu çerçevede hangi seviyede olursa olsun bir yöneticinin yönettiği müessesede, bir hâkimin baktığı davada, bir şahidin şahitlik yaptığı konuda, bir aile reisinin aile içi münasebetlerde, bir tâcirin ticarî hayatta ve bir mü'minin insanlarla ilişkilerinde hakkı gözetmesini, adaleti ikame etmesini emretmiştir. Bunun da ötesinde Allah (cc), mü'minlerin adalet hassasiyetine sahip, adalet timsali kimseler olmasını istemiştir.


Hitit Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi

Prof Dr. Muhit Mert