Konu Başlığı: İradeniz hayatınızdır Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Kasım 2010, 16:21:40 İradeniz Hayatınızdır… Toplumların belirli bir uygarlık düzeyinde ilerlemeleri, bilim, kültür, sanat, ahlâkî ögeler vb. alanlarında bireyin rüşdünü idrak etmesiyle başlar, ruhsal terbiyeleriyle olgunlaşır ve hayalleriyle yaşamaya başladıklarında biter. Tarihsel bir seyir içinde, hayatın devamlılığına dair bütün besleyici enerjilerini kaybeden müflis toplumlarda, bireyin varoluş gücünü temsil eden tüm kültürel kıymetler, heyecan ve aksiyon verici taraflarından ayrıştırılarak, uzun süren bir tecrübe içinde çok zayıf ve etkisiz yankılar haline gelir. İnsanlar; özellikle doğal bir hal alan aldırmazlık havasının zehirlediği silinmiş hafızalarıyla, on yıllarca sürmüş bütün sosyal gerginliklere rağmen aslî hayatlarını yaşadıklarını ve tarihsel pekçok değerli birikimlere sahip olduklarını ısrarla söyler dururlar ama tam bir eyyamcılık havasının sapmaları içinde, daha güçlüler tarafından terbiye edilerek kültürel sicilleri değiştirilir. Çünkü kültürel sıkışmanın psikolojik baskısı onları aslında hiç de fark edemedikleri çok değişik zihinsel kategorilere taşımıştır. Böyle zihinsel problemleri oluşan bir toplumda, yeni yeni oluşan garip îman şemaları içinde Kur’an-ı Kerim’de, asli mânâsının çok dışında bir alanda tutularak, çok farklı bir değer olarak algılanmaya başlanır. Evet, o yine Allah katından bilinir ve yalnızca o sebeple saygıya açık hâli muhafaza edilir. Fakat zihinlerde tuttuğu gerçek yer bakımından o artık ne yazık ki, sıradanlaşmış toplumsal bir manifesto olarak görülecektir. “Senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık. Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi “ (En’ Am /42 – 43 ) Onların dünyalarında aslında dramatik öykülere dönüştürülmüş hayatla kendileri arasında irtibat kuran unsurlar; oldukça geri bir algılama düzeyinde kalmış dimağların sıradanlaşmış kanaatleri ve enikonu ütopyaya dönüşmüş hayalleridir. Mağrur ve saldırgan dünyaya karşı kendi geleneksel dokularını yaşayan bir toplumun sağlıklı siyasal ve toplumsal algılamalarını yaralayan ve söz hakkını yalnızca kendisinde bulan yabancı normların durağanlaştırdığı kitleler, kendilerine eklemlenen yeni dağarcıkların marifetiyle kendi dünyalarının dışında çok farklı alanlara taşınırlar. Bu bütünüyle durağanlaştırıcı ve hatta yıkıcı süreçlerin failleri, daima yine aynı toplumun içinde yetişmiş, ancak kendi entelektüel sorgulamalarını hiçbir zaman yapmamış yine kendi beylik inançlarını halka dayatmada tatmin arayan yönetimdeki kehanet düşkünleri olmuşlardır. Onların rasyonel bir inançları olduğunu söyleyemeyiz ama garip bir şekilde İslâmî öğretiye karşı ortak bir yorumda birleşmişlerdir. Ve onlar halkın gerçek endişelerini hiçbir zaman ciddiye almadan, göz kamaştıran çalımlarıyla yeni kavramlar, yeni anlamlar ve hatta yeni îmanlar üretirler. Medreseden yetişmiş olan Besim Atalay, Milli Mücadele’nin sürdüğü günlerde 1920’de(*) Hamdullah Suphiyi destekleyen bir meclis konuşmasında: “Büyük Peygamberimiz diyor ki, dini ve Müslümanlığı ondan olmayan bir takım insanlar sağlayacak ve pekiştirecek. İşte Allah o kuvveti bize gönderiyor. Biz Bolşeviklere yaklaştıkça, şeriat’a daha çok yaklaşıyoruz” diyordu.(M. K. Tarihi – D.Avcıoğlu – clt.2 shf.433) Meclisten halk’a duyurulan bu ses, bocalayan insanımızın hayata bakış dengesini daha da bozarken bir başka yerde Sovyet elçisi Aralof: “Ankaraya gelişimden kısa süre sonra beni ziyarete gelen Bursa Milletvekili Şeyh Servet Efendi; ‘Büyük dünya lideri Marx’ı selamlıyorum’ diyerek, Marx’ın küçük heykeli önünde başını eğerek bir süre saygı duruşunda bulunduğunu” söyler. (a.g.e – clt.2 shf.610 ) Hatta dahası, Milli Mücadele döneminde 13 Nisan 1920’de Kâzım Karabekir ve Müstahkem Mevki Kumandanı Kâzım Dirik’in merkeze çektikleri telgraf şöyledir; “Kur’an-ı Kerim, işçiye ve emeğe ilişkin ve bizce bilinebilen ne kadar Bolşevik ilkeleri varsa hepsini içine almaktadır. Bu nedenle de Müslümanlar Bolşevikliği kolay ve munis kabul etmekte ve karşılamaktadır.” Bizim burada gördüğümüz husus; yaşanılan çok uzun ve oldukça ağır cereyanların yaşandığı bir sürecin sonunda Müslümanların kendi yaşama biçimlerine ait sözlükte bile büyük değişiklikler olduğudur. Günümüzde Müslüman toplumların içinde bulundukları çöküntüye maruz kalmış hayat tarzlarının nasıl yollardan ve hangi dönüşümlerden geçerek şekillendiğini, mesele üzerinde daha fazla derinleşmeden ve zorlayıcı yorumlara kaçmadan bu şekilde anlamaya çalışabiliriz. Yaşanan birçok tecrübeden ve dönüşümden sonra bu gelinen noktada birey, bütün canlılığına ve kendinden emin olduğu duygusuna rağmen asıl kültürel ekseninden o kadar sapmalar göstermiştir ki, bu derin kuşatılmışlık içinde kendisini değersizce yönetenlerin ikna edici vaatlerini ve içini yumuşatan aldatıcı telkinlerini hep bir dua tadıyla dinlemiştir. Bu duygu esareti yalnızca bizim yüzyılımıza ait değildir, bizim asırlar öncesinden bu günümüze intikal eden kolektif ve körleştirici mizacımızdır. Kalabalıklar, onların kendisini aldatmadaki üstün taraflarını hiçbir zaman tam olarak anlayamadılar. Ancak unutulan bir şey var ki, hayat her yerde hayat değildir, o yalnızca içinizde var ettiğiniz şekliyle bir mücevherdir ve birikiminizle, dikkatinizle, uyanıklığınızla ve basiretinizle onu daima zinde tutmayı başaramazsanız en pişman edici acılara çok tehlikeli yaklaşıyorsunuz demektir. Toplumumuza baktığımızda birkaç yüzyıl öncesinde hayatımıza hâkim olan kavramların, bugünkü insanda, hayatı anlamaya dair hiçbir değer ifade etmediğini, aynı sözcüklerin aynı heyecanı uyandırmadığını, dolayısıyla ortalarda bir yerlerde geçmiş zamanların bir artığı olarak güçlü yanlarını terk etmiş kitlelerin hızla kirlenmelerini sürdürdüğünü görüyoruz. Kimliksiz, şahsiyetsiz ve ifadesiz tuhaf bir toplum koduna dönüştürülen bu yeni şema içinde, toplumun istisnasız bütün kesimlerinde kendilerini evrenin merkezinde gören ruh ve fikir züppelerinin çoğaldığı, berrak kafaların azaldığı bir resim oluşmaktadır. Bugün, kendi insanının düşünce ufkunu aydınlatmaya ve müstemleke ruhlar olmaktan kurtarmaya çabalayan Lâtifi’ler, Molla Lütfi’ler, İbn-ül Emin Mahmut Kemal’ler yok. Yönetim erki içinde de, dünya konjonktüründe kendi nizamını ortaya koyabilecek ve kendisinin de var olduğunu hissettirecek yüksek basiret temsilcileri yok. 19. yüzyıl’dan bu yana kullanılan “Kaht-ı Ricâl” (**) tabiri bugün için tam anlamıyla yerini bulmuştur. Herkesin birbirini alçaltmaya çalışarak yaşadığı bu gamlı ve güvensiz toplumda yaşanılan adaletsizlikler ama özellikle Müslümanlar arasındaki sadakatsizlikler, ikilikler ve keskin zıtlaşmalar, insanların kirlenerek daha da büyük acıların içinde boğulmasını sağlarken iblis’in neşesine de doyumsuz katkılar vermektedir. Aynı durumu, belirsiz serüvenlere hızla yaklaşan daha üst düzeydeki kimseler için de düşünebiliriz. Bu daha da önemlidir, zira halkın uykusu kendi içlerinde toplumsal bir garabet ve iptidailik oluşturur ama onların gafleti, topluma en öldürücü kaymaları taşır. Hâl edilmeden bir süre evvel, Sultan II. Abdülhamid ütülenmiş beyaz gömleğini giyeceği sırada yanında bulunan Mabeyn Başkâtibi; “Frenk gömleğini mi giyeceksiniz?” diye sorunca II. Abdülhamid kaşlarını çatarak; “Ona Frenk gömleği demezler kolalı gömlek derler” diyerek cevap verişindeki inceliği, kelimelerde bile bağımlılığı red edişindeki dirayeti nasıl özlemezsiniz? Toplumu hem kültüründen, hem irfanından hem de imanından ayırırken kibirleri içinde cilveleşen gösterişli zümreler, bu ülke insanının ve yetişen nesillerin üzerine çok ağır kokan kültürel tortular bırakmaktadırlar. Toplumun bünyesinde oluşturulan, bazen da arkasında belli zamanlara ait korkuların izlerini taşıyan bu emel ve değer kaybı; daha sonra, hamiyetsiz, tedirgin, samimiyetsiz ve günübirlik yaşantıları doğurur. Böylece birey başkalarıyla paylaştığını zannettiği bu dünyada üçüncü sınıf olmaya iyice hazır hale gelir. Hermann Hesse, ünlü kahramanı Siddharta’ya şunu söyletir: “İnsan aradığı zaman, mümkündür ki, o yalnız aradığı şeyi görebilir.” Ancak toplumun üyeleri murakabeye bağlı hayat alanlarını terk ettikleri ve îmânî rezervlerini kaybettikleri için, kendilerince anlamlı sayılabilecek mağlubiyetleri sık sık yaşarlar, fakat bunun kendi unutkanlıklarından doğan ve bedeli oldukça ağır bir cürüm olduğunu da her seferinde gözardı ederler. İngiliz sömürgesi olarak uzun yıllar en sıkıntılı en yoksul dönemlerini yaşayan Hindistan’da Mohandas adında genç bir Hindu, Sheik Mehtab adındaki Müslüman arkadaşının özelliklerine, korkusuzluğuna, atılganlığına imreniyor ve kendisinin neden bir türlü böyle olmadığını sorguluyordu. Mohandas’ın dini et yemeyi yasaklıyordu. Arkadaşı et yediği için mi acaba böyleydi? Bu sorunu mutlaka halletmesi ve cevaplaması gerektiğine inanıyordu. Birgün Sheik Mehtabla birlikte ormana giderler. Orada Mehtab’ın getirdiği keçi etinden bir parça kopararak uzun süre çiğner fakat bir türlü yutamaz. Çok büyük çabalardan sonra zorlayarak ve midesi bulanarak yutkunur. Sonraki bir hafta boyunca rüyalarında, karnındaki bir keçinin melediğini görür. Bu zor tecrübe onu ebediyen tutsak etmek isteyen gözboyacılara karşı ilk isyanıdır. Mohandas daha sonra bir firmanın hukuk danışmanı olarak Güney Afrika’ya gider. Ve bu kez kendisini küçük düşüren ama hayatının gidişatını değiştirecek olan ikinci bir olayı yaşar. Bir dava için Transvaal’in başkenti Pretorya’ya gitmesi gerekiyordu. Gece giden bir trene bindi ve elinde birinci mevki bir bilet olduğu için birinci mevki bir kompartımana oturdu. Natal ilinin Maritzburg kentinde kompartımana bir beyaz girdi, derisinin rengi biraz koyu olan Mohandas’ı görünce çıktı. Kısa bir süre sonra iki demiryolu memuru ile birlikte geldi. Bunlar Mohandas’ a üçüncü mevki kompartımana geçmesini söylediler. O, bu davranışı protesto ederek elindeki birinci mevki biletini gösterdi. Fakat diğerleri buradan çıkması için dayattılar. Mohandas kaldı. Diğerleri daha sonra bir polis çağırdılar. Polis’te onun bütün eşyalarını perona attı. Uzun yıllar sonra Amerikalı bir misyoner, Dr. John R. Mott, Mohandas Gandhi’ ye (***): “Hayatınız boyunca sizin üzerinizde yaratıcı yönde en çok etki yapan olay nedir?” diye sorduğu zaman Mohandas Gandhi, Maritzburg’ daki yaşanan bu olayı anlatmıştı. (Luis Fischer – Emperyalizme karşı kılıçsız savaşçı – shf. 26) Bu; unutulmayı göze almayan, Gandhi’nin serüveninde olduğu gibi varoluşunu idrak eden ve ne kadar ağır olursa olsun geleceğin bütün yükünü taşıyacak kuvvetini onaylayan insanın hikayesidir. Bu, bir medeniyetin ihtişamından, Dede Efendilerin Ferahfezasından, Ebubekir Ağa’nın Mahur Bestesinden bugünkü arabeske inişimizin hazin hikayesidir. Bu, Selimiye’nin, Süleymaniye’nin, Kılıç Ali Paşa’nın yüreklere heybetler telkin eden saltanatından, bugün içimizi ısıtmayan ve yalnızca ruhsuz bedenleri ağırlayan taş duvarlarına gelişimizin hikayesidir. Bu, Kanuni’nin: “- Sen ki Fransa vilayetinin Françeskosusun” diyerek yazdığı ve bütün batı dünyasını aşağılayan mektubundan, o haşmet yıllarından, aynı avrupa’nın AB süreci içinde bizi terbiye etmeye başladığı bu günlere gelişimizin hikayesidir. Bu, Meryem’in iffetinin, büyük annemin feracesinin, annem’in, o gamzeli, o nahif güzelliğin kokusunu taşıyan örtüsünün kirli ellerde nasıl mahçup edildiğinin hikayesidir. Güneş ülkesinde hayat bulan Muhammedî bir îman’ın çorak gönüllerde nasıl harap edildiğinin hikayesidir. Bu hikaye, içimizdeki bütün ışıltılı sırların pul pul dökülüp ruhumuzun nasıl yosun tuttuğunun hikayesidir. Velhasıl bu; eski sevdalarımızın, utangaç aşklarımızın bir kaldırım yosması gibi nasıl orta malı olup savrulduğunun hikayesidir. İnsanı boğan çok acı gerçeklerden, bizim gerçeklerimizden kurtulup insan ruhuna esenlik verecek güzelliklere erebilecek miyiz, bilmiyorum. Ancak bugün içinde bulunduğumuz projeksiyonda böyle bir hayalin sağlayacağı iç huzurundan kendi hesabıma bir hayli uzağım. Zira her söylemin AB uygunluğu histerisine tutularak dillendirildiği, İslam’ın ılımlılığı ve diyalog tutkularının dahil edildiği ve içinden zelzeler fışkıracak bir projede, 1839 Tanzimat fermanıyla başlatılıp 1856 Islahat fermanıyla sürdürülen, fakat tamamlanamamış bir değişimin belki de son merhaleleri diyebileceğimiz bir süreçte hızla yol alınmaktadır. Vaktiyle Avrupa devletlerinin reformlarla ilgili olarak Bab-ı Ali’ye verdikleri birbirinden farklı hükümleri içeren yirmibir muhtıra vardı. Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’nın bile lânetler ettiği ıslahat fermanı bu çerçevede ittifak devletleri ile (İngiltere-Fransa-Avusturya) Osmanlı Devleti’nin temsilcilerinden meydana gelen bir komisyonda hazırlandı. Ancak bu durumun halka, meşru, rahatlatıcı ve yüreklere su serpecek islami bir hava içinde cereyan eden vakıalar silsilesi olarak gösterilmesi gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Komisyona dönemin şeyhülislam’ı Arif Efendi de dahil edilerek ihtiyaç duyulan dini motif sağlandı. Bunda yönetim hiç zorluk çekmedi, çünkü İslam’ın varlık sevincini içlerinde kaybetmiş geniş kitleler, ferdi saadetlerini çoktan kaybetmişler ve yeni yeni mağlubiyetlere hazır bekleşiyorlardı. O zamanlardan bu güne, bu toplumu oluşturan geniş kitleler, bilgiden ve hikmeti barındıran kitaplarından uzak kalmışlar, aldatılmış insanların en büyük yalanlarını yaşamaya alıştırılmışlar, yönetim erki de, içlerindeki nizamın Rahmani dokusunu göz ardı etmeleri sebebiyle en düşük beşeri tabakalardan merhamet dileyecek manzaralara düşmüşlerdir. Zaten ünlü tarihçi Engelhard: “Osmanlılar bu fermanları ilan ederken (****) aslında batı dünyasının kendisine daha lütufkar davranmasını ümid ediyordu” diye bir yorum getirir. Bugün de öyle değil midir? Vaktiyle Gülhanede M. Reşid Paşa ünlü fermanı okuduğu zaman, dinleyiciler arasında bulunan Prens Junville; “Evet beyler, eğer bu Reşid Paşa’nın heykelini dikmezseniz bu millet sizleri ebediyen nankörler olarak niteleyecektir” der. Yıllar sonra Ankara anlaşmasıyla AB (o dönemdeki adı AET - Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelik mutabakatını yapan İsmet Paşa: “Artık bizi ebediyen Avrupaya bağlayacak bir akdin içine girmiş bulunmaktayız.” diyerek sevincini anlatır. Bu arada Paul Valery’nin şu incelikli sözünü hatırlamamız belki de faydalı olacaktır: “…eski yunana Romaya bağlı olan ve Hıristiyan gibi düşünen herkesi Avrupalı sayabiliriz. Çünkü Avrupalılık bir kıta, bir coğrafya anlayışı değildir.” Evet, bütün bunları küçük, masum, dekoratif anlayışlar olarak göremeyiz. Bunları kendi kültürel, siyasal ve dini içerikli manaları içinde doğru okuyup, tarihsel açıdan nelere malolduğunun hesabını yapmak, aslında bugün hangi davaların içine girdiğinizi ve yıllar sonra kime ait nazarlarla dünyayı algılamaya başlayacağınızı yeterince anlatır. Zira birkaç asırdır hukukumuzdan kültürümüze ve evlerimizde birbirimize karşı olan muamelelerimize kadar adeta bir mecburiyet gibi nüfuz eden bu Katolik – Ortodoks dünyasının toplumsal ve siyasal hafızamıza telkin ettiği anlayışlar, Müslümanların kendi hayatları içinde ve kendi kitaplarına karşı hiç farkına varmadan şahsiyetlerini umursamazca düşürmelerini kolaylaştırmıştır. Tamamen entegre olmaya çabaladığımız Avrupa’nın taleplerini Şeyhülislam Arif Efendi’nin de içinde bulunduğu Islahat komisyonundan ve bu komisyonun sakladığı niyetlerden daha da masum kılacak sebepler var mıdır? Bir konunun bütün değeri, aldıklarınız ve verdiklerinizden sonra elinizde kalan kıymetlerle ölçülür. Bu süreçte, yalın bir biçimde elimizde kalmasını murad ettiğimiz ve müslümanca kazançlar olarak göreceğimiz şeyler nelerdir? Bilen var mı? Vaktiyle görülen Emine Şahin davasında olduğu gibi başörtüsü izni için(!) Katolik kilisesinden merhamet dilenerek Allah Resulü’nün ruhunu şad etmek(!) mi? Bu davadan üzerimizde ve hafızamızda kalan tek şey, Hıristiyan dünyasının haç’ının üzerimize kapaklanan ağır gölgesidir. Peki ya diğerlerinin? İngiliz Başbakan’ı Lloyd George’nin 29 Haziran 1917 yaptığı ünlü Glaskow nutkunda söylediklerini hafızası zayıf olanlar hatırlamalıdırlar, eminim bu faydalı olacaktır. “Mezopotamya Türk değildir ve hiçbir zaman da Türk olmamıştır. Eskiden uygarlığın beşiği, tapınağı ve buğday ambarı olan bu yer, Türklerin egemenliği altında çöl olmuştur. Dünya işlerini düzenleyecek barış konferansı tarafından gözeticilik daha adaletli, daha yetenekli ellere verilmelidir. Lord Gurzon’da 02 Ocak 1918’de daha farklı şeyleri tekrarlamaz: “İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve uluslar arası bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan kilisesi idi, elbette eski durumuna getirilecektir” diyerek asıl niyetlerini dile getirir. Bugün batıya gösterilen toplumsal temayül, sıradan bir teknoloji transferi değildir. Bu, nasıl gösterilirse gösterilsin, bir hayatın bütün normlarının bir başka hayatın yerine ikame edilmesi, başkalarının heveslerinin yaşanması, ilkelerinizin sıradanlaşması, zorbaların önünde diz çökülmesi, Muhammedî emanetin bırakılması ve nihayet, îhsan ve inayetten uzak düşmüş bir yalnızlık meselesidir. Sürekli geri çekilerek, kitabın ortaya koyduğu ve Allah Resulü’nün örnekliğinde gösterdiği mü’min kimliğini, küreselleştiği söylenen bir dünyanın argümanları önünde zayıflamış ve yenilmiş görerek, kilisenin kasvetli duvarlarına yaslanarak hangi lütufları umud etmekteyiz? Allah Resulü’nün veremediğini vehmettiğimiz bir erdemi mi arıyoruz Papa X. Innocente’nin pelerinli heykeli’ nin eteklerinde? Yoksa islam’ın kâdir olamadığı(!) ve yeni dünya düzeninin verebileceği yüksek bir ahlakî öğretinin evrensel prensiplerine mi kavuşacağız?!. Yoksa Abdülmecid gibi toplumsal uygarlığımız adına yüksek şefaatler mi bekliyoruz? Batı dünyasına ait simgelere başvurduğumuz her dönemin sonunda yine onların alaylı, küçük düşürücü bakışlarına hedef olduğumuzu unutmayalım. Ve yine unutmayalım ki, batı’nın tarihi boyunca nefret ettiği ve asla dost olmadığı bir kitle olarak kültürel ve siyasal tahayyüllerimize neyin uygun düşeceğine iyi bakmalıyız. Birinci dünya savaşı yıllarında Düyun-u Umumiye Başkanı Sir Adam Black, bize şöyle diyordu: “Savaşı Almanlar kazanırsa sömürge olursunuz ama eğer İngilizler kazanırsa, işte o zaman mahvoldunuz” Evet, şimdi biz ne olmuş vaziyetteyiz? Olayları bir ölçüde, henüz kaybedilmemiş müslümanca bakış hassasiyeti ile değerlendirebiliyorsak, bu erime noktasındaki mü’min olma ve mü’min kalabilme sicilimizi de gözden geçirmemiz gerekecektir. Tarihimizde bunun bize neler getirdiğini derin acılar çekerek gördük. Hıristiyan dünyasıyla entegre olmaya çabaladığımız o yıllardan, Yahudi Galata bankerlerinden ve onların aracılığıyla Avrupalılara nice borçlanmalardan sonra 1875’te gelinen noktada Devlet-i Âliye ekonomideki iflâs kavramıyla ilk kez tanıştı. İlk kez genç kızlarımız barlarda gözükmeye başladı ve ilk kez Bursa’da Amerikan kolejinde gençlerimiz dinlerini değiştirdier. Bunlar çok acı tecrübelerdir. I. Dünya savaşı yıllarında ise batılı müttefikler, ABD Başkanı Wilson’un isteği üzerine 10 Ocak 1917’de açıkladıkları savaş amaçlarında, Türkiye’ye karşı tutumlarını şöyle belirtirler: “Müttefikler bencil çıkarları için dövüşmediklerinin bilinci içindedirler. Her şeyden önce halkların bağımsızlığını, hakkı ve insanlığı kurtarmak için döğüşmektedirler…” “…Uygar dünya bilmektedir ki, müttefiklerin savaş amaçları, her şeyden önce ve zorunlu olarak… Türklerin kanlı istibdadına düşmüş halkların kurtarılması ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa dışına atılmasını içerir” (D.A-M. K. T. clt.1 shf.34) Şimdi bir kez düşünelim, uzun zamandır marazî bir tutkuyla bağlandığımız AB’nin temel felsefesini oluşturan şahsiyetler Monnad, Sheuman, De Gasperi ve Speak gibi kimseler ile De Goulle, Churchill, ve Marshall özgür bir dünya’nın barış havarileri midir? Elbette hayır, bütün bunlar çok önemli siyaset adamlarıdır ve onlar karşılarında şimdiye kadar uzlaşacak milletleri hiç aramadılar. Onlar da tıpkı bütün firavunlar gibi karşılarında en öldürücü teslimiyetle baş eğecek müstemleke toplumlar ararlar. Çünkü bu, Hıristiyan batı toplumunun en hastalıklı tahayyülüdür. “Sen onların milletine tabi olmadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut ve razı olmayacaklardır. De ki, gerçekten de Allah’ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra kalkıp ta onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah’ tan ne bir dost bulunur ne de bir yardımcı” (Bakara – 120) Kimse, ama hiç kimse bu topraklarda medeniyetin ve toplumsal yükselişin taşıyıcısı olarak, Allah Resulü’nün getirdiği öğretinin dışındaki bir kıymete tanık olmamıştır. Sizi besleyen kültür ne ise referans alanınız da orasıdır, bunun dışındaki şüpheli yerlerde kaçamak faziletler bulamazsınız. Mareşal Petain’in gözünde yenilgi halkın ahlakî düşüklüğünün cezasıdır…” Zevk ruhu, fedakârlık ruhunun yaptığını yıkmıştır… Acı çektiniz, daha da çekeceksiniz!” diyordu. Nietzche; Tertullien’in okurlarına, gökyüzünde, cennetlikler arasında duyulabilecek en büyük mutluluğun cehennemde yanan Roma imparatorlarını seyretmek olacağını söyler. Meselelerimizi, bir tarafı daima eksik kalan yorumlarımızla ve bir tarafa duyduğumuz öfke ya da bazı taraflara gösterdiğimiz sempati duyguları ile değerlendiremeyiz. Yaşadığınız vakıaları salt kendi gerçekleri içinde ve tarihsel seyrini dikkate alarak değerlendirmek zorundasınız. Sultan Abdülaziz, ihanetini, alçaklığını, düşüklüğünü defalarca gördüğü ve bizzat en iğrenç şekillerine şahit olduğu kimselere karşı gösterdiği akıl almaz gafletlerinin sonunda hem kendisinin canice katledilmesinin yolunu açmış hem de kendisinden sonra gelecek nesillere çok tehlikeli bir geleneği miras bırakmıştır. Bu bir gafletti. Yani bu, vakıalardan ders çıkarmamak, çıkaramamak ya da karar verememek eğiliminin en öldürücü yanıydı. Aynı şekilde kendi hayatımızı gözden geçirdiğimizde, bize merhaleler kazandıracak, onurla taçlandırılmış ve işte biz buyuz diyerek iftihar edebileceğimiz yüceltici serüvenlerimiz hiç olmayacak mı? Gerçekten olmayacak mı? Hep aynı kaderin yolunda ve hep aynı hataların inatçı tekrarlarıyla, ama şatafatlı teselliler ve kendimizi kandırmalarla tarihi yanılgılarımızın en büyüklerinden birine daha yaklaşıyoruz. Tarih bugüne kadar hiçbir hatayı bağışlamamıştır, bundan sonrakileri bağışlayıp bağışlamayacağını hep birlikte göreceğiz. Sizi bütün ruhunuz ve uzviyetinizle kuşatan surlarınız bir kez yıkıldımı, geriye bakıp kendinizi yeni baştan eski temizliğinizle bulmakta güçlük çekersiniz. Dolayısı ile konumu ne olursa olsun, Müslüman bireyin gündelik hayata bakışı; en ince sosyal meselelerden, en aldatıcı kaba siyaset oyunlarına kadar her vak’ayı, Kur’an’ın hayat önündeki tanıklığı ve yine ona ait kavramların izleri üzerinden olacaktır. Böyle olmadığı ve bireylerin kişilik inşaları yanlış paradigmalarda yol bulmaya devam ettiği sürece, en çok güvendikleri tarafından aldatılmaları da sürüp gidecektir. Bu hayat bir masal değildir. Her unutkanlığımız, her aldatılışımız, kendi gerçekliğimizden bir parça alıp götürmektedir. Batı insanı ile bizim aramızdaki en keskin karakter çizgilerinden biri de işte budur. Batılı insan, hayatının olgularını gerçek temalar üzerine kurarken, bizde belirgin olan durum, anlaşılamaz sempati duygularıdır. Bu duygular insan düşüncesine önce sevinçli umutlar yakıştırırken, kaçınılmaz bir hayal kırıklığının tenhalaştırdığı gelecek; daima başkalarına, bizden olmayan ama bizim dilimizle konuşuyor görünen kişilere emanet edilir. Çok kimse var veli görünür, İbn-i Mülcem iken Ali görünür. Bu hep böyledir. Neden bu hep böyledir? Çünkü Allah’ın yarattıklarının pek çoğundan üstün kıldığı insan, yani biz, yani Müslümanlar, önce bize şeref verecek kitabımızı kaybettik, sonra da ölümsüzlüğümüzü… Mamafih tarih, düştüğü notlarla bize pek çok dersler veriyor ama derin bir unutkanlığın içinde faziletinizin bütün renklerini kaybetmişseniz bunu nasıl anlayabilirsiniz? Herkes hatırlayacaktır, bir süre önce Kıbrıs konusunda yapılan oylamada Rumlara büyük imkânlar verildiği halde Türklerle bir arada olmayı istemedikleri için birleşmeye “hayır” dediler. Kuzey Kıbrıslı Türkler ise “evet” demişlerdi. Daha sonra basına bu durumu açıklayan Kofi Annan, bildirisinde şöyle diyordu: “Kıbrıslı Rumlar kendilerine sunulan imkânı kabullenmeyip reddettiler. Türkler ise devlet olma iradesini gösteremedikleri için kabul ettiler.” (CD 16-Y.B.S –Devlet Olma İradesi – Kofi Annan açıklaması) Dünya bizleri böyle alaya alırken bizler kendimizi hâlâ hayaller ülkesinin efendisi gibi görüyor fakat bir türlü gerçekleri göremiyorsak, yaşadığımız hayat bizi eni konu zehirlediği içindir. Her şeye; tarihe, Allah’ın Resulüne, Onun tebliğine, Asr-ı Saadet’in hatıralarına ve daha kim bilir nicelerine karşı gösterdiğimiz vefasızlık, sonunda bizzat kendi kendimize karşı bir yabancılık duygusunu doğurmuştur. Oysa bizler etrafımızı saran bütün tuzaklara rağmen Asr-ı Saadet’in güven duyulan varisleri olmalıydık. Yani bu iradeyi gösterebilmeliydik. Mevlana Mesnevide: “Göğe çıkan kuş çok yükseklere çıkamasa da yerdeki tuzaklardan kurtulur” diyor. İyi ama hangi kanatlarla? Bugün hayatında kuru ve anlamsız sembollerden başka hiçbirşey bulunmayan Müslüman korkuyor. O sahibi olduğu statükoyu, sahibi olduğu konumu ya da siyaseten elde ettiği imtiyazı kaybetmekten korkuyor. Bunu asla îtiraf etmiyor ama korkuyor. Böyle bir zihniyette, hayata böyle tutunmaya çalışan bir anlayışta, herhangi bir şeref ve saadetin idealini bulamazsınız. Birgün Beyazıt camiinde namaz kılarken Keçeci Fuat Paşa, yanındaki üst düzey devlet adamlarına: “– Siz de namaza durun.” der. Devletin üst düzey yöneticileri ve valiler: “– Efendim bizim abdestimiz yok” diye cevap verince Fuat Paşa: “– Hangimizin var ki!” diye cevap verir. İşte bizler, ruhumuzun çiçeklere karıştığı günlerden, rehavete, sarhoşluğa ve en sonunda da ruhsal isyanlara yaklaşırken hep bu yollardan geçtik ve bütün bu olguları birer birey olarak yalnızca sempati duyguları ile değerlendirdik, hoş gördük. Bütün bu oluşlarda yakınlık duyduğumuz insanları, sadece yakınlık hissinin kolaylaştırdığı koruma duyguları içinde masum gördük ve onların yanlışlarını inatla reddettik. Albet Camus; “Karşı çıkan insan, ancak bencillikleri kendi bencilliğiyle birleştiği ölçüde, birleştiği sürece uyuşacaktır öteki insanlarla” derken aslında bugüne kadar birkaç asırdır sürüne sürüne gelen Müslümanların, ruhsuz ve idraksiz dünyalarından arda kalan taraflarını da anlatıyor gibidir. Bir kez yoldan çıkarsanız, bir kez iradenizi elden çıkarırsanız, bütün tafralarınıza ve bütün şaşaalarınıza rağmen âlây-ı illiyyin ile esfele safilin arasındaki yerinizi de, dünya konjonktöründeki locanızı da çok zahmetsiz bulursunuz. Hangimizin, acaba hangi mü’min bireyin kalbinde, bugün içinde bulunduğu zilletin, bir türlü yırtamadığı karanlığın, düşüklüğün, aczin isyanına dair reddiyeler doğuyor? Nerede kaybedildi mü’min’in bütün zamanlarda ve mekânlarda yolunu aydınlatan o keskin iradesi? Bütün uğursuz bozgunlara rağmen lekelenmemiş o en aydınlık sevdalar nerede? Ve bir insan kalbinin en ince ürperişi ve mahcubiyetiyle ve kimsenin asla hayal kırıklığına uğramayacağı bir şekilde Allah’ın Resulüne duyduğu sevgi nerede unutuldu? Onlar şimdi hangi sahifelerde gizlenir? İvan Karamozof ne güzel söylüyor: “–Hiçbir şey doğru değilse, her şeye izin vardır.” Evet, tasavvur edebileceğiniz her şeye… Mü’min, muhitini ve mekanını bulamamış serseriler gibi ortalık malı olamaz. ABD’nin ve bütün haçlı avrupasının öfkeyle gerilmiş bir yay gibi, öc alıcı duygularla üzerimize abandığı bu dünyada, bir dönemde medeniyetler yaratan ruhumuzun o en asil taraflarını hatırlamaya çalışalım. Ne kadar unutmuş olsak da mutlaka bir yerlerde izini bulabiliriz. Bizi değerli ve değerbilir kılan şeyler nelerdi? Allah’ın Resulünden uzak düştükçe, ona olan özlemimiz azaldıkça, Onun hayatımıza katılışı yalnızca kelîmelerde kaldıkça ve ona duyduğumuz sevgiler giderek yalana benzedikçe yüreğimize utancın düşmez olduğunu ve içimizde yalnızca acıların kalacağını bilelim. Duygularımızın, güzelliklerimizin, hayata bakış ve onu anlayış felsefemizin ve bir toplum olabilme irademizin bizim tarafımızdan nasıl ihanete uğratıldığını düşünelim. Yoksa ihanet etmedik mi? Eğer hayır diyorsanız, bu sizin en affedilmeyecek yanınızdır, o tarafınızı iyi tanıyın. …………………………………………………………… (*) O yıllarda Bolşeviklerin Çarlık Rusyasına karşı kazandıkları başarılar sebebi ile Anadoluda her tarafı saran heyecanlı bir Bolşevik hayranlığı vardı. Hatta Milli Mücadele’nin çok önemli bazı komutanlarının askerî flamaları, kalpakları ve hatta kullandıkalrı mendiller bile “ kırmızı – yeşil” renkliydiler, yeşil islam’ı, kırmızı ise Bolşevikliği temsil ediyordu. Birbirlerine çektikleri telgrafların “ sevgili yoldaş “ ibaresiyle başladığını görüyoruz. (**) En kısa mânâsıyla, zamanın îcaplarını karşılayabilecek ve ustalıklı bir yönetimi her tarafa dikte ettirebilecek yüksek liyâkatli devlet adamı tipidir. Osmanlı’ da bu kabil devlet adamları sayısı imrenilecek kadar çoktu. Hatta en son dönemlerindeki devlet adamları bile sahip oldukları bilgi, kabiliyet ve maharetleri itibariyle çok farklı niteliklere sahiptiler. Peki o zaman niye çöktü denilirse, bunun cevabı biraz daha derinlerdedir. (***) Daha sonra Hint halkı, yani kendi halkı bu büyük mücadele adamına Mahatma adını vermiştir. Mahatma, yani büyük ruh. (****) Tanzimat ve onun tamamlayıcı bir devamı olan Islahat fermanı. Nurettin Özcan |