๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 18:04:01



Konu Başlığı: İnsanlik bilinci ve sevmek
Gönderen: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 18:04:01
İNSANLIK BİLİNCİ VE SEVMEK

Bilincin kendi merkezine doğru yapacağı bu akışta sevgi, kendimizi keşfin yanında, en yüce Ben'in, yani Allah'ın, bir gülü koklama kolaylığı ile bilinmesinin adıdır. Metafizik buzullaşmayı önlerken sevgi, ontolojik (varlık) olarak gerçekleşmesi imkansız olanı gerçekleştirir de, kokladığımız gülden, sonsuzluk ufkuna kanat açarız. Öyle der, Carrel: "Sevmeyi kavrayan herkes, Allah'ı, bir gülü koklama rahatlığıyla kavrar. Fakat sadece aklın kavradığını kavrayan bir kimseye Allah meçhuldür ve elin ulaşamıyacağı yerdedir. "Batının geleneksel felsefesine gözlerini açmış, onun verimli ve üretken damarlarından beslenmiş olan bu tesbit, Uzakdoğu'nun derin ve sırlı iklimlerinden üzerimize düşmüş bir çiğ tanesi gibidir dersek, sanırım hata etmiş olmayız. Çünkü, sevginin evrensel akışa bir iştirak olduğu düşüncesi, Bhagavad Glta'nın da, ilahî nağmelerinden birisidir: "Seven kimse, Evrensel Beni, Evrenin Efendisini, bütün varlıklarda aynı görür; bütün varlıkları da aynı şekilde, Evrenin Efendisi olan Evrensel Ben'de, (Allah'da) görür".

NİÇİN SEVGİ
Bazı kavramlar vardır ki, yaşaması ve insanın hayatında tesirli olması, hayatın mana kazanması açısından, daima önemlidir. Yaşama sevinci, ümit, insan olma onuru, hürriyet.. vb. kavramlar bu kabildendir. Bunlar, hayatımızın özü ve değer pınarlarıdırlar. Bunlarsız bir hayat, "hayat" olarak görülemez. Bu olsa olsa, cehennemleri andıran bir haldir. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Zillet ile içilen âb-ı hayat, bir cehennem gibidir.
Ama, izzet ve şerefle yaşanan cehennem ise çok güzel bir konaktır"


Ama, bunlar dışında bir başka kavram, daha doğrusu hayata ve varlığımıza bitişik bir realite daha vardır ki, bu, bütün yüce değerlere ocaklık yapan; onları, kendi engin ve varlık kadar kadîm bağrında geliştirir, boy attırır. Öylesine âlemşümuldür ki, dört krallık diye nitelenen dört varlık tabakasında: Cemâdât, nebâtât, hayvanât ve insanda, farklı biçimlerde, ama mutlaka bulunur. Tüm çağlardaki en güzel olaylar, oluşumlar, abide eserler, derin insanlık hatıraları bu realitenin bir ifadesi olmuştur.. Bugün içinse, bütün bu olumluluklarıyla birlikte, "hayatî''ve "olmazsa olmaz bir durum", bir zaruret ve kaçınılmazlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu realite, "sevmek" realitesidir. İnsanlığın içinde bulunduğu ekonomik, içtimaî,-kültürel, ekolojik ve insanî problemler yumağı kendisini çözüme kavuşturacak, çıkmazlarla dolu denklem karmaşalıklarını berraklaştıracak bir el ararken, insan, kendi gizli hazinesini bir kez daha keşfetti.. Ve bu, en derin ve en insanî anlamıyla, sevgiydi...

Nasıl tanımlayabiliriz sevgiyi?..

Şunu belirtmeliyiz ki, en büyük hususiyeti şahsîlik ve izafîlik olan oluşumların tanımı, kişiden kişiye, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik arzedecektir. Çünkü "sevgi", insanda açan bir çiçektir; insan ise, kendi kültür ve toplumunun rengini taşır. Değişik görünüm ve renklerdeki çiçeklerle dolu bir bahçeye girdiğimizde, nasıl ki, estetik ve âhenk, tabiîlik ve derinliğine sadelik, mucizevî bir çeşitlilikte tek elden çıkmış ayrı ayrı fırça darbeleriymişcesine rengârenk oluş gibi, tüm çiçekler için ortak bir taraf varsa, aynı şekilde varlığın bu ortak çiçeğinin de, ortak bir niteliği; daha doğrusu bir çakışma noktası vardır. Az sonra çeşitli detaylarına ineceğimiz bu ortak vasıf, sevginin, "insanın; daha geneldeyse bütün varlıkların kendi varlık merkezlerine; her adımda kendisine doğru yaklaştıkları evrensel eksene yaklaşmaları; varolmanın uçan kanatlarında, varlık mucizesine katılmaları " oluşudur..

İşte bu noktada, şu çarpıcı hakikat bizi karşılar: Varlıkların kendi varlık eksenlerine; kendilerinin merkezine varmalarının yolu da, benlerarası sevgi ağını oluşturmakla mümkündür. İşte burada varlık, yani insan, kendisindeki en müessir ve yaratıcı güç olan bu rûh akışını devreye sokar, başka varlıkların da tam bir hürriyet içindeki realitelerini kavrar. Realite içinde, kendisine olduğu gibi, ona da yol açar.. Varoluşun doyulmaz hazzına ulaşabilme yoludur bu..

Sevgi, derin bir bağlılık ve vefâ duygusuyla yüklüdür..

Şuurumuzun kendi merkezine doğru yola çıkışından duyulan derin huzurun açığa çıkardığı özgürlük ortamında, bir ilgi ve bağlanma, karşımdakini anlama ve ruhlar diyalogu ile onunla özdeşleşebilmeye dönüşürken, sevgi, kendi "ben sevgime" mukabil, karşımdaki ben'e saygı ve onu da bir gerçeklik olarak kabul etmem demektir.. İşte bu ruhî bağlanış ve ilgi, daima kendisine vefâ ve bağlılık gerektirmektedir.. Sevmenin obje'si olana, rûh dilimizin, kıpırtısız verdiği bir ahid.. Benler arasındaki bir "elest bezmi".. Onu, hissî sömürü aracı olmaktan kurtaran da, derinliklerimizde yaşatmamız zoruniu olan, bu iç-bağlılık, mîsak eylemidir. Nitekim, göz yaşlarının "Selmâ" dan başkasına akmamasını isterken, şair de, bu iç-ahidi dile getirmektedir:

"Eğer bu göz yaşlarım, tutkuya kapılarak Selmâ"dan başkası için akarsa,
Muhakkak ki o, boşa gitmiş, yerini bulmamış bir göz yaşıdır" (1).

"Selmâ" mistik ve ruhî çabalarda, "hikmetin bir simgesi olarak kullanılıyor olsa da (2), bu durum, sevgiliye, ruhumuzun ve aklımızın kendisine bağlılık mîsakı sunduğu gerçeğe, "hikmeti vefa gösterilmesi zarûretini gölgelemez. Bu derin ruhî oluşumun meyvesi olan sevgiyi dev-şiren fertler ve toplumlar, kendi durumlarını dillerindeki lafızlarla bütünleştirerek, sevgisi bol bir dünyada, sevgisizlik şokuna uğramazlar..!

Bilincin kendi merkezine doğru yapacağı bu akışta sevgi, kendimizi keşfin yanında, en yüce Ben'in, yani Allah'ın, bir gülü koklama kolaylığı ile bilinmesinin adıdır. Metafizik buzullaşmayı önlerken sevgi, ontolojik (varlık) olarak gerçekleşmesi imkansız olanı gerçekleştirir de, kokladığımız gülden, sonsuzluk ufkuna kanat açarız. Öyle der, Carrel: "Sevmeyi kavrayan herkes, Allah'ı, bir gülü koklama rahatlığıyla kavrar. Fakat sadece aklın kavradığını kavrayan bir kimseye Allah meçhuldür ve elin ulaşamıyacağı yerdedir. "Batının geleneksel felsefesine gözlerini açmış, onun verimli ve üretken damarlarından beslenmiş olan bu tesbit, Uzakdoğu'nun derin ve sırlı iklimlerinden üzerimize düşmüş bir çiğ tanesi gibidir dersek, sanırım hata etmiş olmayız. Çünkü, sevginin evrensel akışa bir iştirak olduğu düşüncesi, Bhagavad Gita'nın da, ilahî nağmelerinden birisidir: "Seven kimse, Evrensel Ben'i (Sol), Evrenin Efendisini, bütün varlıklarda aynı görür; bütün varlıkları da aynı şekilde, Evrenin Efendisi olan Evrensel Ben'de, (Allah'da-SK) görür" (3). Sevginin özüne ve kaynağına işaret eden bu tesbit, aynı zamanda bir imperatif kipi de kapsar. Yani, "Tüm insanları sevebilme, ancak Tanrı'yı bilinçli ya da bilinçsiz sevebilmekle mümkündür; Tanrı'ya karşı beslenen sevgi ise, soyutluk tuzağına düşmeksizin, bütün insan/ara uzanan bir sevgi bağına dönüşmelidir!"

Evrene dopdolu bir bakış armağan eden bu derinlik içinde biz, ruhî ile lâhutî olanın elele vermişliği mucizesini yaşarız. "Var olmak Tanrı'nın doğasındadır; buna karşılık yaratıkların varlığı yalnızca bir türevdir, Tanrı'dan gelir. Tann'nın dışında sadece hiçlik vardır (...) "soylu insan" şeylerin kendi başına bir hiç olduğunu bilerek, ama tümünün de Tanrı'yla dopdolu bulunduğunu unutmaksızın, onların arasında bir kaçınma, doymuşluk tavrıyla dolaşır" [A) derken, kainatı başka ufuklardan seyreden Eckart, sevginin bu doluluğunu ve varlığın derinliklerine nüfuzunu ifade eder: "Sen, ilahî Ben'i (Sol) severken, tüm insanları da, kendi Evrensel Ben'in olarak sevmiş oluyorsun"'(5). Bu, sevginin, O'nu, ben'i, onları ve bütün varlıkları kucaklaması, kendi ışığı ve hâlesi içine almasıdır (6).

Bu nedenle işte, sevginin coşkun bağlarında çiçek açmıştır en güçlü ümitler ve en hür ruhlar..
Şairde,

"Her insana zannetme ömür yâr oldu
Er geç kimi toprak, kimi rüzgâr oldu.
Dilsiz ve sağır kubbenin altında, inan
Kim sevmeyi sevmişse bir var oldu."

derken, sevginin, bu zaman ötesi köklerinden bir ümit ve güç istîlasına uğramıştır.

SEVGİNİN DİRİLTİCİ SOLUĞU VE MUHAMMED İKBÂL
İslâm Medeniyeti'nin halis evlatlarından İKBÂL, İslâm Toplumu'nun üzerine serpilmiş olan ölü toprağını silkeliyerek, Ümmete yeni bir diriliş heyecan ve aktivitesi kazandırmak istemiştir. Bu diriliş ve yeniden oluşum hamlesi esnasında, çağdaş insanlığı ve bilim anlayışını da yargılarken, özgürlük ve yücelme yönündeki gücünü sev-gi'den almıştır. Çünkü ona göre sevgi, benliğimizin temeli ve hayat kıvılcımıdır. Şöyle der İKBÂL:

"Adı benlik olan o nur noktası, bizim toprağımızın altında hayat kıvılcımıdır.
O, sevgiyle daha canlı, daha yakıcı ve daha pırıl pırıl olarak ebedîleşir.
Onun cevheri sevgiyle alevlenir.
İçinde barındırdığı imkan sevgiyle gelişir " (7).
"Sevgi sayesindedir ki insan, mekânın ötesinde olana (Lâ mekân) yönelir''(8 ).


Sevgiyi, benliğin uyanmasının ve kendi varlık merkezine varabilmesinin yegane imkanı gören İKBÂL, başka bir yerdeyse, insanın kendi nefs zindanı da dahil, bütün zindanlardan kurtulmanın biricik vasıtası görür:

"Aşk törpüsüyle insanlaştım.
Evrenin niceliğini ve niteliğini öğrendim"
(9).

Kemikleşmiş ilim ve bereketini yitirmiş çağa karşı da sevgiyi ve aşkı önerirken, kuru bir mantık ve akıl adamı sığlığıyla değil, kalbinin diliyle konuşur ve haykırır âdeta:

"(...) Çağımızın delirmiş aklına aşk neşteri gerekir''(10).

Ve,

"Halbuki, çağımızın göğsü gönülden bomboş.
Leylâ'dan boş olan bir mahmil gibi.. ""(11).
"Sevgi, onu besleyene, bütün bir dağı omuzlarında taşıma gücü bağışlar" (12).

Sevginin vecdine tutunan kimse, kendi varlığının sırrını keşfetmiştir. Onun gücüyle, âlemleri, bakışlarında yeniden şekillendirebileceği inancını taşır artık. İKBAL'e göre, her şeyden vazgeçtiği varlığının o loş anında, işte bu nedenledir ki Nietzsche, sadece şunu istemiştir: ".. kalbin arzu ve sevgisiyle tutuşturulmuş bir avuç toprak" (13).

İKBÂL, yaşadığı çağın dilemmasını, akla (ratio) geniş yetkilerin tanınmış olmasında; tüm yapılarıyla birlikte, insanın fikrî ve hayatî değerlerini de aklın şekillendirmesinde görmüştür. Bu haliyle akıl, kendine ait olmayan alanlara da el atmış olan "Kırk harami" dir.. Akıl ile aşkı mukayese ettiği, vecd dolu ifadelerinde İKBÂL, bir usûl mukayesesi yaparak der ki:

"Akıl, renk ve kokuya bağlı kaldığı sürece, Dost'un yoluna doğru o, yavaşca yürür; onun eseri de, ancak ardarda gelen merhalelerde şekillenir (...) Ama sevgi, bu yolda ne yıl tanır, ne ay; ne erken bilir, ne geç; ne yakın bilir, ne uzak... Akıl, dağı parçalar, yahut onun etrafında dönüp dolaşır. Ama aşkın karşısındaysa, dağ, tıpkı bir saman çöpüdür (...) Aşk, Hayber'i, bir parça arpa ekmeğiyle fetheder; aşk, ayı ikiye yarar (...) Ruhumdaki aşk, gözlerimizdeki görme gibidir. Dışı gördüğü gibi, içi de görür. O, aynı zamanda hem kül, hem kıvılcımdır. Aşk, bir hükümdar ve apaçık bir delildir, iki dünya da, ona bağlımlı olarak bulunurlar. O, zaman ötesinde olup, bununla birlikte "dün" ve "yarın", ondan kaynaklanırlar'"(14).

Şu halele, sevginin dolayısızlığına mukabil aklın "deseriptif" bir yöntem izlemek zorunda kalması, onun inkârı anlamına gelmez. Bilakis, yapılması gereken, iki yarımın yeniden bir bütün haline getirilmesidir. İşte o zaman, bambaşka bir âlem meydana gelecektir. İKBAL bunu şöyle ifade eder:

"Aşk akla eşlik ettiğinde, o, başka bir âlemin mimarı olur.
Kalk ve aşkla aklın birleşmiş olduğu yeni bir âlem ortaya koy!" (15) .

İslâm âleminin hayatiyetten yoksun, ruhsuz bir kalıp haline gelmiş olması da, onun, aşkın yaratıcı nefesini yitirmiş olmasındandır:

"Andolsun ki, müslümanlar, gerçek sevginin yoğunluğunu yitirmiş ve onlardan, hayat kanı çekilip alınmıştır. Onlar, ruhsuz ve kansız kemiklerden oluşan bir heykele dönüşmüştür. Saflar eğri, kalbler mütereddit ve secdede lezzet yoktur Bunun böyle olmasıysa, kalblerin aşktan yoksun olmasındandır" (16).

Evet, İKBAL, Doğu Medeniyeti ve Sezgisi ile, Batı akılcılığı ve pragmatizminin kesiştiği noktada, âdeta dağın zirvesinden, hakikati bütünlüğüne kavrayan ve bu kesinlikle, her iki yamacı da gören kimsenin derinliğine tesbitiyle, aşka ve sevgiye parmağını uzatıyordu.. Çünkü sevgi, çıbana inen neşter; sevgi, gözyaşını silen el; sevgi, ölümcül atâleti, bir bahar diriliğine dönüştüren hayat raksı; sevgi, susamış dudaklara su; sevgi, ezik, bezgin, horlanmış, mazlum toplumlara adâlet ve haysiyet... Kısaca, sevgiyi, benliğin sonsuzdan mülhem bir haykırışı ve fışkırışı olarak idrak ederken, insanlığın adâlet ve gerçek insan yönündeki fetihlerinde, tutulmaz yağız atı görür..

SEVGİ UMMANINDAKİ GOETHE

İnsan oluşumunun anadamarları, hepimizin, doğunun, batının, kuzeyin, güneyin ortak bir keşfidir.. İnsanlar, bu hazinelerin ortak keşfiyle, aynı anda varoluşa gözlerini açarlar. Birbirlerinden habersiz de olsalar, aynı gökte, ama farklı noktalardaki yıldızlar olarak yolumuzu aydınlatırlar. Aşk fezasının, "Güneşler Güneşi" diye niteleyebileceğimiz Yunusları, Mevlânaları, bu göğün yıldızadalarını meydana getirirlerken, öte yandan aynı iklimi teneffüs etmiş olan Alman Şairi F. GOETHE de, bu yıldızadalarının parlak bir açılımı olarak karşımıza çıkar.

Sevgi, hayatımıza, en büyük ümidi: özgürlüğü getirendir. Onun sayesinde dünya, özgürleşirken, başarılarla da büyür gelişir (17). Sevgi bütün varlıkların bir âhenk kâsesidir. Ona varır her yol ve onda son bulur her ayrılık:

"Sevgi, her şeyi birleştirir" (18).

Hayatımızın 'Kızıl Elması' olan huzuru kendisiyle elde edebileceğimiz yegane imkan ve aktivitedir aşk!

"Bu hareketli dünyada tek sevinç ve huzur, yalnızca hakiki aşkta, iyilikte ve bilimlerdedir" (19).

GOETHE'nin sevgi'ye tanıdığı makam, Aşk Serenadı adını taşıyan şu mısralarında çok iyi anlaşılmaktadır:

"Bizler nereden doğduk?
Aşktan.
Nasıl yok olur gideriz?
Aşksız.
Kendimizi aşmanın çaresi nedir?
Aşk.
insan aşkı bulabilir mi?
Aşk yoluyla.
Uzun zaman ağlatmayan nedir?
Aşk.
Bizi hep ne bağlamalı? Aşk"
(20).

GOETHE'de sevgi, varoluşumuzun mebdei, onun hayat pınarı, besleyeni; sayesinde kendisinin sırrına erebileceği ve nihayet kendisine bağlanabileceği yegane amaçtır. O, bir varolmak ve yaşamak yoludur.

AŞKIN KANATLARINDAKİ MEVLÂNÂ
Aşkın, bizi alıp götüren, kendimizin ve varlıkların öz-benliklerine muttali kılan diriltici ve nefes bahşedici bahçesine inilir de, MEVLÂNÂ'nın Aşk Neyi'nden dünyamıza inen ışıklara, aşkın ve bağlanışın lahutî yorumlarına, açılımlarına kulak verilmez mi?

MEVLÂNÂ'da aşk, her ben'de, varlığın her damar ve gözesinde bulunan, o ulu akıştan bir şuledir. Onu kuşanmak, cüz'î olanın, kendi aslına, küllî olan realiteye bir iştiraktir. Şöyle der MEVLÂNÂ:

"Aşk, hayatın aslı, temelidir; sevgiden başka bir gölgeliğe giden mahrum kalır"'(21) .

Şu halde sevgi, ruhun, hayatın ve canın dudaklarına bûs edilmiş bir mâ-i tesnîmdir. Bu sebeple de,

"Ey latif can! Aşksız kalma, aşkın her soluğunda binlerce oruç, binlerce namaz vardır" (22).

Zahirî mânâsının ötesinde, tamamen sufî zevke uygun bir çerçevede ele alınması gereken bu pasajlar, bize, aşksız ve meşksiz ibadetlerimizin, ruhumuza ve kulluk şuuruna bereket tohumlarını aşılayamıyacağını anlatmaktadır.

Hayatı, sevginin müşahhaslaştığı bir şâheser olmuş olan MEVLÂNÂ, sevgiye, üstün ve yüceltici bir değer atfederken, ayrıca, ona, en üst dereceden dönüştürme gücü ve kudretini de nisbet etmektedir. En güzele ve âdil olana büyük dönüşümler düşünde ve yarı uyanıklığında olduğumuz şu anımızda, MEVLÂNÂ'mızı dinleyelim:

"Sevgiden bakırlar altınlaşır, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden tortular saf/aşır, sevgiden ölüler dirilir, şahlar kul olur" (23).

O halde, aşkın engin ufuklarında, başı dumanlı zirvelerinde cevelân eden MEVLÂNÂ, bize, en büyük dönüştürücünün kısa bir tanımını yapmaktadır, yorgun arayışların mahcûbu bizlere: Bu, 'aşk'tan başkası değildir.

BİR SEVGİ ÂBİDESİ: YUNUS
Büyük Sufî İBN-İ ARABİ, 'sevgi'yi, ezelî ve ebedî bestenin bir âhengi, tınlayan bir teli; nağmeye vurulma, ruhun titrek tellerine, yani 'cemâl' cevherine tutulma olarak algılarken (24), bize, tüm sevgi türlerinde aynı olan, ama farklı sahillere kanat çırpan köklü bir cevheri sunmaktadır. Bu cevher, 'cemâl' duygusudur. Ya da, varlığa ve sevgiye ma'kes cemâl tecellîsi.. İşte, bu 'Cemâl Tecellîsi'dir, YUNUS'u Allah'a bağlayan yol..

YUNUS, ruh kökümüzde ve cemiyet hayatımızda, aşkın, bağlanmanın, insanîleşmenin müteradifi bir kelimedir. Ya da, onun algılanacağı baz budur. PEYGAMBER YUNUS (as), balığın kamında, hayat içre hayat yaşamışsa, DERVİŞ YUNUS da, hayatında, aşk içinde ve onunla hayat içre hayat yaşamış, daha doğrusu, hayatı aşkın kanatlarına yüklemiştir.. İçten, kalender, insanî mi insanî bir hayatın söz değerli belgeleri olan mısraları, gök gözlü doygunluk, toprak misillü enginlik içinde, 'sevgi'yi, varolmakla aynîleştirmektedir. Bu sebeple onu sevgiyle özdeşleştirmek, varoluşun mayasını keşfetmesinden dolayı olup, iddia edilenin aksine (25), bu onu küçültmez, 'söz yazarı'(!) konumuna da düşürmez..

"Aşksız Âdem dünyada,
Belli bilin ki yoktur" (26).

Aşkın yokluğu, kişiyi bilinmezlik âlemine hapsederken, onun en küçük zerresi dahi kendisinde olan kimse, ilahî bir konak olur.

Bir zerre aşkı olmayan belli bil yabandadır..
Kimde ki zerre aşk ola varlığı çalap andadır'"(27).

"Bildik gelenler geçmiş
Konanlar geri göçmüş
Aşk şarabından içmiş
Kim mânâ duyar ise''(28).

Aşk, cemâl feleğine cezbolunma değil midir? Ruhumuzun, güneşi addettiği şeyin etrafında dönüşü, kendini ona adayışi değil midir? Mâşûkun şem'ine yanmak, nasıl da pervanenin şiarı olamaz! İşte, ilk başlarda, sevginin tanımında bahsettiğimiz vefakarlık, kendini adama kavramıyla, YUNUS'ta da görülmektedir. Hem de, sevginin en açık göstergesi olarak. "Çünkü, der, YUNUS,

"Gerçek âşık ol ola,
Can vermeğe ol ive
Dost ile bâzar içün
Nice bin başdan geçer''(29).

Bizi varlığımızın özüne ve amacına bağlayan aşk, bir ölümsüzlük yoludur; çünkü o, ilahî bir nurdandır.

A ulun ölmek endişesi âşık ölmez bâkidir
Sana ölmek layık değil çünki nûrun ilâhidir." (30).

Bağrı taş, gözü yaş ve koyundan yavaş olan dervişin, kendi özel hali ve duyuşu içindeki bu terennümü, özel-sınırlı mistik kalıbından alınıp, açılarıyla içiçe dünyamızın içine girdiğinde, yoksullar için bir doyma; çıplaklar için örtünme; mazlumlar için adâiet; ezilenler için özgüven soluğuna dönüşür.. Dönüşür de, dervişin, yüzyıllar ötesinden üstünüze atıverdiği bir eylem motivasyonuna inkılâb eder.. Çünkü aşk, uzak bir varoluş içinde, yapayalnız, tedirgin, ruhu dayanağını yitirmiş, madde buuduna indirgenmiş taş gönülleri eritecek, insan benliğinin yeşermesine ve en gerçek ve güzel olana doğru boy atmasına imkan verecek çok mûtenâ bir ışık kaynağıdır:

"Ey yârenler işidin
Aşk bir güneşe benzer
Aşık olmayan gönül
Bir katı taşa benzer" (31).
Bu güneş nelere kadir değildir ki!
"Aşk âşıkı şir eder
Arslanı zencîr eder
Katı taşı mum eder
Ferhâd'ı kûhkân eder"(32).




Doç.Dr. Sadık Kılıç




DİPNOTLAR
1-el-Alûsî, Rûhu'l-Meânî, 1,3.
2- Bkz. Martin Lings, 20. Yüzyılda Bir Veli, insan Yayın., s.143, 89 nolu dipnot.
3- Bhagavad Gita, VI, 29; XIII, 27'den naklen Ananda Coomarsvvamy, Hindouisme, Gallimard, 1949, s.32.
4- Ana Britannica, Vil,619, Eckart"md.
5- Maitre EcKhart, Evans, 1,139'dan naklen Coomarswamy, a.g.e, a.y.
6- Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, Ötüken Yay., 2. Bs., İstanbul. 1976, s. 29.
7- Ikbal, Muhammed, Beniik ve Toplum, Eksen Yay., Çev. Dr. A. Yükselişi. 1990, s.35.
8- ikbal, Le Livre de l'Eternile, Djâvid-nâme, Trad. Eva Meyerovıtch et Dr. Muhammed Mokrı, Albin Michel, Paris, 1962, s.24.
9- İkbal, İslâmi Benliğin İçyüzü, çev. Dr. Ali Yüksel, Fıtrat Yay., İstanbul, 1986, s.26.
10- İkbal, a.e., S.88.
11- İkbal, a.e., s.98.
12- İkbal, Le livre de l'Eternite. s.48.
13- İkbal, a.e., s. 119.
14-A.e.,s.31-32.
15-A.e.,s.6O.
16- Ebu'l-Hasen Ali el-Hüseyn en-Nedvî, "el-Mezâhibu'l-Muâsıra ve Hakîkatuhâ fî nazrati ikbal", er-Râid, yıl:32, sayı:19, 15 Ramazan 1411 H.,s.4.
17- Goethe Der Ki, çev. Prof. Dr. Gürsel Aytaç, K.ve T.B.Yay., Ankara, 1982, s.63.
18-A.e.,S.58.
19-A.e., s.61.
20-A.e.,s.71.
21- Ayten Lermioğiu, Mevlanâ ve Aşk, Sönmez Neş, Yay.,Neş. no:38, İst..ts.,s.18.
22-A.e., a.y.
23-A.e., s.23.
24- Muhyiddîn İbnu'l-Arabî, el-Fütuhatu'l-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990, s.447.
25- Bkz. Metin Erksan, "Yunus Emre Sevgi İnsanı Değil Düşünce İnsanıdır", Cumhuriyet, 29 Ekim 1991, s.2
26- Yunus Emre, Güldeste, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990, s.112.
27- Tam ve Tekmil Yunus Emre Divanı, Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1954.S.267.
28-Güldeste, s.135.
29-A.e., s.1o9.
30-Tam ve Tekmil Yunus Emre Divanı, s.267.
31-A.e..S.3O, 252.
32- A.e., s.291. (kûhkân: dağı yıkan (Ferhad).