๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 16:03:27



Konu Başlığı: İnsan İnsan
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 16:03:27
İnsan İnsan

İnsan denilen “en büyük sır”rı birkaç altbaşlıkta incelemenin uygun olacağı kanaatindeyim.

1-İnsanın Tarifi:

Her canlı gibi insan da ezelden ebede akan bir ırmak. Ömrümüz zaman kadar uzun. Bedenimizin en azından bir başlangıcı var ama rûhumuzun başlangıcı hakkında da, sonucu hakkında da net bir bilgiye sâhib değiliz. Allah Teâlâ rûhu kendine nisbet ediyor. (15/Hıcr, a. 29)

İnsan yeryüzünde Allah’ın (c.c) talebesi, halîfesi (emânetçisi, vekili), ıyâli. İnsana peygamberler, kitaplar gönderilmiş, vahiyler, ilhâmlar bağışlanmış, kendi imkânları (aklı, kâlbi, vicdânı) kâfî görülüp başıboş bırakılmamış, eline yol haritası, önüne kılavuz verilmiş, yükselmesi, yücelmesi istenmiş, mânâsız ve basit bir hayat yaşamasına göz yumulmamış, meleklerden daha yüksek bir mertebeye erdirilmiş, yaratılan âlemler emânet edilip emrine verilmiş, güven duyulup ıyâl denilmiş.

İnsan Allah’ın (c.c) büyük sır yüklediği varlık. Her insan başlı başına bir âlem; fizîkî yapısıyla da, ruh ve gönül dünyasıyla da. Anlamak, anlatmak ne mümkün. Onu ancak Yaratan izah edebilir. Bu sebeble İslâm, insanı kendi kendisiyle tanıştıran sistemin adıdır. “İnsan bir ucu ilâha, bir ucu silaha uzanan bir varlık.” İslâm’ı ciddiye alan ilâhî sıfatların tecelli alanı olur, almayan silah olur, patlayarak kendini ve çevresini tahrip eder.

2-Fıtratı:

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Böylece sen, bâtıl olan herşeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir. (Bütün varlığınla Allah’a (c.c) teslim ol.) Ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran. (ki) Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: Bu, sahih bir dinin gâyesidir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.”

“(O hâlde bâtıl olan herşeyden yüz çevirerek yalnızca) O’na yönel; ve O’na karşı sorumluluğunun bilincinde ol; namazını devâmlı ve dikkâtli şekilde ifâ et, ve O’ndan başkasına ilâhlık yakıştıranlar arasına girme. (Yâhut) inançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sâhib olduğu (ilkelerle) övündüğü kimselerden olma.” (30/Rum, a. 30,31,32)

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır.” (Buhârî-Müslim) (M. Esed, Kur’ân’ın Mesajı, c. 2, s. 826)

Bu naslar gereğince insan, fıtratını yaşamalıdır. Fıtratın yaşanması İslâm’ın yaşanması demektir. İslâm ile insan fıtratı tam bir uyum hâlindedir. İslâm Allah’a (c.c) teslim olmak demektir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (7/El-Âraf, a. 172) meâlindeki âyet-i kerimeden anlayacağımız şudur: Sizi potansiyel olarak inanma ve sığınma ihtiyâç ve istidâdında yaratmadım mı? Allah’a (c.c) ve O’nun bildirdiği bütün hakikatlara inanmaya insanın ihtiyaç ve istidâdı (kâbiliyeti) vardır.

Fıtrat; yaratılışın ilk tarz ve hey’etini ifâde eder. Maddeten ve mânen yaratılışta selim olma hâli. İnsanın orjinali, sıfır kilometre hâli.

Fıtrat, hep hakka ve hayra müteveccih bir istikâmet takîbeder. İnsanın ruh ve zekâsında Hakk’ı tanımak, O’na kul olmak, O’ndan başkasına kul olmayı reddetme özelliği vardır. Bu sebeble fıtratını yaşayan sâfî ruhlar yalanı ve eğriliği bilmezler. Eğrilik meyli sonradan ve ârızî olarak bulaşır insana.

İnsan ne kadar gelişirse, mânevi ihtiyaç ve susuzluğu da o kadar artar. Bu susuzluk insanı ardı, arkası kesilmeyen arayışlara iter. Kulluktaki ve mânevi zevklere ulaşmadaki mertebesi her ne olursa olsun insan, hep daha ötelerin arzusuyla yanıp kavrulacaktır. Bu, “seyr ilellâh” hâlindeki insanın feryâdının dinmeyeceği anlamına gelir. Ayaklarını arza basan insan gözlerini Arş’a dikmiştir. Bu denli yücelme arzûlarıyla dolu olan varlığın feryâdı dinmeyecek, yolu bitmeyecektir. İlmin aydınlattığı yolun bitmesinden sonra, aşkın ışıklandırdığı yol başlayacaktır. İnsanda bitmez tükenmez bir Allah (c.c) özlemi vardır.

İnsan aynı zamanda idealist bir varlıktır. Hiç bir zaman olanla yetinmez. Olanı olması gerekene doğru değiştirmeğe çalışır. Bu, sürüp giden bir tekâmül arzusu, bitmeyen bir öncekini aşan güzellikler meydana getirme cehdi içerisinde olmak demektir. İnsanı, “Olan, olması gerekendir” tuzağına itmek onu durdurmaktır. “Duran düşer ve düşen ezilir.”

İnsanı diğer canlılardan ayıran bir başka özelliği de, bütün kâinâtı kavramaya kâbiliyetli, mevcûdâtın ihtişâm ve hârikalarını görerek vecde gelip, aşk kanatları ile Yüce Yaratan’a yükselmeye elverişli oluşudur. Bu, insan ile âlem arasında kaynaşma demektir. İnsan rûhunun tabiattan ve kâinattan kopamaması demektir, insanın hayret, hayranlık ve dalgınlık içinde muhteşem bir kitabı okuması demektir, ilâhi sanatın cezbesine kapılması demektir.

İnsan, geçmiş ve gelecek düşüncesine sâhip olma, ilim, îcâd ve keşif yapma kâbiliyetiyle de diğer canlılardan ayrılır. Onda denge anlayışına sâhib sanatkarâne bir ruh vardır. Bu rûhun bilgisi ancak Allah’tan alınır.

Rousseau, “Yaratan’ın elinden çıkan herşey güzeldir” der. Tabii ki insan da... Fakat herşey samimiyetsiz toplumlarda yozlaşır. Her çocuk bir umut olarak doğar, fakat öğrenip ergenliğe varacakken caddelerin gürültüsüne karışmaktan başka çâre bulamaz. O da diğerleri gibi sokak, okul ve çarşı arasında hergün biraz daha bölünür, biraz daha erir. Binâen aleyh insan, insana uyarak değil, fıtratına ve Allah’a uyarak yaşamalıdır. Dünya, ideolojilere göre değil gerçek ilme göre kurulmalıdır. Aksine bir tutum insanı hakikâtten koparacak, dejenere edip yozlaştıracaktır.

3- Sorumlulukları:

Bu zengin ve mükemmel fıtratta yaratılan insan, fıtratıyla orantılı olarak, büyük sorumluluklar altına girdi. Diğer varlıklar gibi hayâtını düz bir çizgi üzerinde yaşamaya mecbûr değildi. Neticesine katlanmak şartıyla, hayır ve şer yollarından birini tercih etmekte serbestti. Takvâyı da, fücûru da hayat tarzı olarak benimseyebilirdi.  Hem fıtratı buna müsâitti, hem de ilâhi irâde bu tercih hakkını ona tanıyordu. Neticede insan, göklerin yerlerin ve dağların kabullenmediği ağır yükü omuzladı. Artık, ciddiyetini muhâfaza ederse eşref-i mahlûkât, edemezse zalûm-u cehûl olacaktı. Âlây-ı ıllîyyîne de (yücelerin yücesine de), esfel-i sâfiline de (aşağıların aşağısına da) gidebilirdi. O şimdi yol ayırımındadır. Tercihini bilerek şuurla yapmalıdır. Hârika yaratılışını kullanmalıdır. Evrenin denge, nizam ve ihtişâmına dikkâtle bakıp, bunun boşuna olmadığını, bu muazzam sistemle birşeylerin anlatılmak istendiğini farketmelidir. Bu farkediş, sonu cennetlere açılan uzûn sevgi yolunun başlangıcı olacaktır. Bu yol, peşpeşe, sıralanan yüksek heyecanlar ve zor dayanılır özlemlerle doludur. Neticede ırmağın deryada sükûnete kavuşup huzur bulması gibi, insan da ilâhi irâdeye teslim olup mest-ü hayran yaşayacaktır.

Kâinat emrine verildi insanın. O artık Yüce Yaratan’ın vekili olarak, O’nun mülkünde, O’nun nâmına icrâ-yı faâliyet eyliyecekti. Bu göz kamaştıran bir selâhiyet ve yetkiydi ama, mes’ûliyeti de o derece büyüktü. Vekil vekilliğini bilmeli, müvekkilin şartlarını unatmamalı, sınırı aşmamalı, sabırdan şaşmamalı, “ne oldum” şaşkınlığına düşmemeliydi. Herşey ona sâdece bir emânet olup, mülkün gerçek sâhibi Allah’tı. (c.c) Yüce Allah’ın takdirini kazanacak bir icrâ-yı faâliyet, kolay başarılır bir görev değildi. Emânet paralarla zenginlik taslanmadığı gibi, gelip-geçici ve ödünç yetkilerle de tevâzû feda edilmemeliydi.

Sır, sabır, sınır... Sâdece vekilsin dostum. Muazzam yaratılışında sefil anlayışlara saplanma. Seven sevgisine halel getirmemeli, âgâh olup gaflete düşmemeli.

Âzami dikkât, âzami ihlâs, âzami gayret. Bu, bizim dünya meydanlarına sürülüşümüzün biricik gâyesidir. Kapasitemizi nerelerde, hangi maksatla, ne şekilde kullanıyoruz? Bu soruların cevâpları, dünyâ-âhiret, saâdet ve şekâvetimizi ihtivâ etmektedir.

Topraktan Allah’a yükseleceksin dostum. Dümdüz, kolay yürünür bir yolda değilsin. Arz’dan Arş’a tırmanacaksın. İşin şakaya gelir tarafı yok. Hayat bir kere yaşanan tecrübe, akıp giden bir sudur. Deryâya akan ırmaklar bir kere yanlışa, çöllere sapmaya görsün, gör başına neler gelir? Çöllerde yok olup gitmek de, bataklıklar meydâna getirip sivrisinekler üretmek de var işin içinde. Sonsuzluk kervanının ziline kulak kesil. Her yol saâdetlere açılmıyor, biliyorsun. Altmış yetmiş yıllık ağır yorgunlukların sonunda, kara ateşlere yaslanmak da var.

Git, yüksek gâyeler uğruna zorluklarla, sorumluluklarla, ulvî heyecanlarla dolu bir hayat yaşa. Ne bekliyorsan Allah’tan (c.c) bekle. Hayâtının son ucuna dikkât kesil. Gözünü hedeften, gönlünü gâyeden saptırma.

4-Şân ve Şerefi:

Bu yaratılışla, bu büyük sorumluluğu omuzlama elbette şan ve şerefi de berâberinde getirecekti. Nitekim melekler dâhil cümle mahlûkat insanın emrine verildi. İnsan “emînullah” oldu. Allah (c.c), yarattığı âlemi her nevî varlığıyla insana teslim etti. İnsana güvendi. Bu, anlatmaktan dillerin, yazmaktan kalemlerin âciz kalacağı kadar büyük bir hâdiseydi. Emînullah olmak, Allah’ın güvendiği varlık...

5-İnsanın Za’fları:

İstidâdı, sorumlulukları, şan ve şerefi her ne mertebede olursa olsun, insan ölümlü, gün akşamlı. Herşeye rağmen insan fânilik duygusunu içinden atamıyor, geçmiş ve gelecek düşüncesinin getirdiği bir takım olumsuz duygu ve endişelerden kendini kurtaramıyor, yalnızlık hissine kapılıyor, kin, nefret, haset gibi duygularını dizginliyemiyor, kula kulluğu aşamıyor. Soğukkanlılığını ve metânetini her zaman muhâfaza edemiyor. Merhametin kaynağı Allah tarafından yaratıldığı hâlde, ölüm kusan silahlar icâd ediyor, çocuklar öldürüyor, canlar yakıyor, sadist duygular taşıyor, kendi canına kıyıyor. Takva duygusuyla berâber fücûr duygusunu da bünyesinde barındırıyor. İnsan sanki melek, şeytan ve hayvan karışımı bir varlık. Hayır hayır, daha ötede birşey. Melekten daha melek, şeytandan daha şeytan, hayvandan daha hayvan. İnsan tek yönlü değil, sırf iyilik değil, sırf kötülük değil, sırf madde değil, sırf mânâ değil... İnsan bir sırlar yumağı. “Allah’ın yarattığı en büyük sır.”

“Bünyesinde bir sürü zaaflar taşıyan insan mutlak bir kemâl sâhibine (Allah’a) muhtaçtır. Nihilizme göre de, İslâm’a göre de insan bu dünyâda bir yabancıdır. Ne ki, nihilizme göre ümidi yok, İslâm’a göre vardır.”

“İnsanın önce ihtiyaçları vardır. Sonra bolluğa erişir, refâha erer. Sonra boşluk ve anlamsızlık duygusuna kapılır. Bu safhadan sonra baş kaldırmaya geçer. Sonunda perhizkâr ve içe dönük bir dönem gelir. Egzistansiyalizm ve hippîlik bugün böyledir.”

“Nefsine düşkün, tüketime yönelik bir toplum, dünyâya ahlâki bir motif sunamıyor. İnsan kendi kendini sınırlandırıp, dengeyi sağlayamazsa, saadete eremiyor. Her bireyin benliği, bireyin temel kaygısı hâline geliyor.”

6-İnsan İçin Kurulan Tuzaklar:

İnsanın serüveni gözönünde bulundurulduğunda, modern zamanlarda ve belki de bütün târihi devirlerde insan, ilâhi rehberlikten uzakta yaşamıştır. Peygamberler hangi yoğunlukta, ne kadar insana ulaşabilmiştir? Allah’ın en büyük sırrı olan insan, mâalesef şânına lâyık hayat imkanlarından mahrûm bırakılmıştır. Dengeleri alt-üst edilerek tek boyutlu hayâta indirgenmiştir. Düşünüp temel meselesini kavrama imkânı bulamamıştır. Bâzan aldatılarak, bâzan korkutularak, çarkını çevirenlerin değirmenine su taşımak zorunda bırakılmıştır. İstismâr edilip sömürülmüştür. Netice itibâriyle insan, uzûn tarih devirlerinde köle olarak yaşamış, el yordamıyla yaşamıştır. Modern zamanlarda da, kadîm zamanlarda da bu böyle olmuştur. İnsan ya fakr-u zarûret ve sefâlet batağında, yâhutta şehvet, şöhret ve işret batağında harcanıp gitmiştir. Modern zamanlar insana ızdırap getirmiştir ama, direnme gücü verecek bir gâye, bir metafizik açılım getirememiştir. İnsan kâh sağa, kâh sola devrilmiştir. Bir türlü dengeyi tutturamamıştır. Tutturanlar, uçsuz-bucaksız çöllerde bir vaha... İşte o kadar:

“Servet, şöhret ve makâm en önde oturmuş, beden bir arka sırada yer almış; gönül ise bir kenara itilmiş... Bu tertipten huzur çıkmaz.”

7-Temennîler:

Keşke insan gökyüzü mektebinin talebesi olma durumunu sürdürebilseydi. Bu onun kendini yaşamasını sağlayacak, saf ve samimi bir hayat getirecekti. Göklerle, yerlerle ve kendisiyle barışık olacaktı insan.

Yaralı vicdanlar, insanlığın samimi evlâtları; “insan bizim mechûlümüz”, “hayâtı ancak Allah izah edebilir”, “siz Allah’a uyarak yaşayın” derken, tağut ve müstekbirler insanın yolunu kesmiştir. İnsan, sonu olan bu âlemde hayâtına hikmet, kendine gerçek bir dost bulamamıştır.

Ne çâre!

“Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan

Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan.”

8-Hulâsa:

İnsanın yapısında inanma ihtiyâcı vardır. Allah ganîdir, insan ise Allah’a (c.c) muhtaçtır. Allah’ı unutan fıtratını da, temel meselelerini de unutur. Kur’an insanı, derûni bir sükûnet içindedir. Kâinat nizâmı içindeki yerini bilendir. Küfür bağı koparmaktır. İnançsızlık zulümdür. Hiçbir mü’min Allah’tan ümîdini kesecek kadar bunalıma düşmez. Yolun sonuna kadar ilimle gitmiyoruz. Âfâk ve enfüste âyetler var. “Güneş görünür söyler / Gece bürünür söyler / Yılan sürünür söyler.” İnsan bu âyetlerin sabırlı ve dikkâtli bir talebesidir.

İmânın tefekkürle ilgili bir yönü var. Mü’min imânı tercih ederek fıtratını seçmiş olur. İnsan devamlı düşünmeli ve düşünce üretmelidir. İbn-i Rüşt, “düşünce, felsefe vâciptir” diyor.

Ufûl edeni (kaybolup gideni) sevmeyen, ufûl etmeyeni sevecek demektir.

İnsan irâdesi, Allah irâdesi... Bu çözülmez ve çözülemez bir meseledir.

Alıntı