๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 16:58:17



Konu Başlığı: İnsan hayatında çalışmanın anlamı ve önemi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 16:58:17
İnsan Hayatında Çalışmanın Anlamı ve Önemi

Masamın üstünde aylık okuyacağım kitaplar arasında durmakta olan Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi1 adlı kitabı elime alıp açtığımda karşıma “Kur’ân-ı Kerim’de Çalışkanlık” bölümü çıkmıştı. Sayfaları incelediğimde çalışkanlık duygusunun gelişimi, çalışkanlık ve çalışmayla ilgili Hz. Peygamber’den bazı rivâyetlerin yer aldığını gördüm. Konu, beni birkaç gün önce küçük oğlumun eski mahallemizdeki ara sokakta bulunan kıraathaneyi gördüğünde sorduğu bir soruya intikal ettirdi. Hasan Ali, “Baba, kıraathane ne demek?” diye sormuş, ben de “Kitap okunan yer. İnsanların boş zamanlarında bir araya gelip sıcak-soğuk meşrubatlarını içerken lüzumsuz ve zararlı şeylerle meşgul olmayıp kitap okusunlar diye yapılan, halka açık oturma yerleri.” diye cevaplamıştım. Hasan, “Ama kitap okumuyorlar ki! Hem de sigara içiyorlar!” diye karşılık verince, “Zamanla bu yerlerin mahiyeti değişmiş.” demekle yetindim, ama canım da sıkılmamış değildi hani. Oğlum fark etmedi ama, kıraathanenin iki dükkan aşağısında bir de internet cafe vardı. Orta yaş ve üzerindekilerin doldurduğu kıraathanenin aşağısındaki internet cafeyi de on yaş grubu gençler dolduruyordu. Acı gerçek şuydu: Tembellik ve zamanlarını lüzumsuz, hatta zararlı şeylerle meşgul olarak geçirme, oyalanma, zaman öldürme alışkanlığı hâlâ sürmekteydi. Yoksa büyük millî değerimiz Mehmet Akif’in “Mahalle Kahvesi”nde

Mahalle Kahvesi, Osmanlılar bilir, ne demek
“Tasavvur etme sakın, Görmedim, nedir?’” diyecek?
Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen haramiler..
Adımda bir dikilir azminin, gelir önüne;
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe
Mahalle kahvesi Şarkın harîm-i katilidir;
Tamam o eski batakhaneler mukabilidir.
Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idraki, sonra kendi ölür…”
(Ersoy 1966, s: 118 vd.)

şeklinde devam eden muhteşem ifadeler içindeki samimi serzenişlerinden ve “Fatih-Harbiye”2 deki Neriman’ın Fatih’deki meskenet yuvaları kahvehanelerden şikâyet etmesinden beri değişen bir şey yok muydu, cephemizde?.. Değişen şeyler de yok değildi hani!.. Değişen, sadece dış dünyada ve oluşturulan sanal âlemde internet sohbetleri, çeşitli oyunlar ve her türden filmler gibi teknoloji vasıtasıyla oluşturulan, yeni insan öğütme ve zaman törpüleme yolları ile yeni nesil idi. Büyükler, alışkanlıklarını terk edemedikleri ve gelişime ayak uyduramadıkları için kıraathanede; gençler de yaşlılarla iletişim kuramadıkları veya kurmakta zorlandıklarından onlardan uzaklaşmayı daha kolay ve rahatlatıcı gördükleri için yeni alışkanlıklar edindikleri internet cafede aynı tembellik ve meskeneti paylaşıyorlardı. Halbuki hepimiz çocukluğumuzdan beri tembelliğin kötü, çalışmanın ise faydalı ve gerekli olduğunu işiterek, okuyarak ve yaşayarak bilmekteydik. O denli ki “Adananın yolları taşlık/ Yok cebimizde beş para harçlık/ Elden gitti kahvede gençlik/ Aman Adanalı, canım Adanalı” şeklinde türkülerimize dahi yansımıştı. Böyle olduğu halde niçin üstümüze simsiyah bir zift gibi yapışarak âdeta ayrılmaz bir vasfımız haline gelen bu atalet ve meskenetten kendimizi kurtaramıyorduk. Demek ki hâlâ anlayamadığımız ve vicdanımızda duyamadığımız şeyler vardı… Eve geldiğimizde bile hâla zihnim bu konuyla meşguldü. Oğlumun sorusu, bana defalarca yüz yüze geldiğim ve geldiğimiz bazı gerçeklere kapı açmış, altından kolayca kalkamayacağım bir çok soruyu zihnime üşüştürmüştü…

Çalışma kelime olarak “çabalamak, sa’y etmek, emek ve gayret sarf etmek” anlamına gelse de “faaliyet, faal olma, hareketlilik, hareket etme, aktivite, amel, iş” gibi kelimelerle yakın anlam içersindeydi (Rado, ts.) ve söz konusu aktiviteye bağlı olarak belli bir şey üretme, bir netice ortaya koymayı da ihtiva ediyordu.

Çalışma en geniş anlamıyla faaliyet olarak kabul edilecek olduğu takdirde bu faaliyet, varlığın en temel, en belirgin özelliği olmaktadır. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ma’dumun yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla atâlet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır (Nursî, “Sözler”, 2001, s: 335, 343). Çalışma ve faaliyetin bu noktada ataletle ve meskenetle ontolojik bir zıtlığı söz konusudur. Öyleyse, var olmanın en önemli derinliği hareket ve faaliyettir, hamledir. Bunun zıttı olan hareketsizlik, bir çözülme ve ölümün bir başka adıdır. Buna ilaveten şuursuz varlıklarınkinden farklı olarak hareket, sorumlulukla irtibatlandırılmış ve sorumluluk, hareketin en birinci insanî buudunu oluşturduğu kabul edilmiştir. Bu itibarla mesuliyetle disipline edilmemiş faaliyetin tamam ve salih olduğunu söylemek güçtür (Gülen 2002, s: 88).

Düşüncelerimi dış dünyaya çevirdiğimde hareket ve faaliyetin kâinatın en temel özelliği olduğunu, canlı-cansız bütün varlığın her an faaliyet içersinde bulunduklarını fark ettim. Zaman, var olma ve yeni özellikler kazanıp kaybetme niteliğiyle her an değişmekte olan tabiat, hareket etmekte olan dünya, güneş sistemi ve galaksiler, atom ve elektronların hareketlilik ve dinamizmi bunun en açık deliliydi. “Delil mi isterler? İşte ölmüş yer! Hayatı ona Biz veriyoruz. Oradan yiyecekleri habbeleri çıkarıyoruz… Ne kavuşabilir güneş aya ne de geçebilir gece gündüzün önüne. O gök cisimlerinden her biri birer yörüngede akar durur.”(Yâsin Sûresi, 36/33, 40). “Allah O’dur ki, gökleri sizin de görüp durduğuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arş’ın üstüne istiva etti. Güneşi ve ayı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belli bir vakte kadar dolaşmaktadır.” (Ra’d Sûresi, 13/2; krş. Lokman Sûresi, 31/29, Fâtır Sûresi, 35/13; Zümer Sûresi, 39/5) gibi âyetler bir yönüyle de bu gerçeği gösteriyordu. Bu noktada Mehmet Akif’in

Şu madde yok mu ki, almakta bir çok eşkali;
Onun da varmadadır sa’ye, asl-ı seyyali.
Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekâsüfüdür;
Zaman da sa’ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür
Mekân da sa’ye varır: Sa’yi sıfıra indiriniz:
Mekân tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır;
Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır.
Didinmeden geri durmaz nücûm-i keysû-dâr.
Bütün alın teridir durmadan yağan envar
Nücûm-i nâmütenahî bütün çalışmakta
Sükun tasavvuru kabil mi bu’d-i mutlakta?...”
(Ersoy, s: 254-255)


şeklindeki dizelerini yad etmemek mümkün değildi.

Zihnimin gözlerini dış âlemden kendi üzerime ve içime çevirdiğimde de aynı gerçeği bütün açıklığıyla görmüştüm. İnanılmaz bir dinamizm, sistem, muhteşemlik ve gayelilik görülüyordu. En hareketsiz, en atalet içinde bulunduğum anlarda bile irademin dışında bütün hücrelerimin sürekli faaliyet içinde olduklarını, benim varlığımı devam ettirmek için çalışmayı âdeta kendi varlıklarının gayesi haline getirdiklerini, hücrelerimin doğumumdan bugüne kadar acaba kaç kere değiştiğini, sürekli ben olarak kalmamla birlikte her an değişmekte olduğumu fark etmemle ürpermiştim.

Hareket ve dinamizmin bu enfüsî ve afakî evrenselliğinden dolayıdır ki ekmel dinimiz İslâm, kâdir-i mutlak fa’âl bir Allah inancını bizlere öğretmiş (Bürûc Sûresi, 85/13-16; Rahman Sûresi, 55/29), buna bağlı olarak atalet ve sükun içindeki bir kâinatı değil, aksine faal bir evren anlayışını gözümüzün önüne sermiştir. İlaveten, canlı-cansız varlıkların bu faaliyetlerinin gayesiz olmadığını, hem Allah Teâlâ’nın küllî ve cüzî maksatlarına uygun bir çok hedefleri olduğunu hem de böylelikle Yüce Rabbe kulluk şuur ve faaliyeti sergilediklerini göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn Sûresi, 23/115) ve “Yedi gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan her şey O’nu (n şanını yüceltir) tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur…” (İsrâ Sûresi, 17/44) anlamındaki âyetlerle varlığın boş ve maksatsız olarak yaratılmadıkları, her bir varlığın hem kendileri hem de bağlı oldukları türler ve sistemler adına Allah’ın şanını yücelttikleri bildiriliyordu.

Çalışma, İlâhî Sıfatlarla ve Allah Teâlâ’nın Ahlâkıyla Ahlâklanmadır

Kâinatın dinamik yapıda olması, Allah Tealâ’nın varlığı, sıfat ve isimleriyle doğrudan alâkalı gözüküyordu ve bu dinamizmin, O’nun Zatı ve Vücud’u başta olmak üzere, sıfatlarının ortak niteliği olduğunu vurgulamaktaydı. Meselâ, Allah’ın “Hayy, Kâdir, Hâlık, Mübdî, Bedî’, Musavvir, Muhyî, Mumît, Rezzak, Mukît, Kâbız, Vehhab, Vâlî, Tevvâb, Mucîb, Semî’-Basîr...” gibi sıfat ve isimleri, Yüce Yaratıcı’nın kâinatla ve faaliyetle alakasını göstermektedir. Allah Teâlâ da “Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml Sûresi/27: 88), “Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd Sûresi/11: 107), “O daima ayrı bir tecellî ile her an faaliyettedir.” (Rahman Sûresi/55: 29) anlamındaki çeşitli âyetlerde kendi İlâhî Zâtını, dilediğini hikmetle yapan, her an faal halde bulunan, yaratan, suret ve şekil veren, ilk kez yoktan var eden gibi sıfatlarla vasıflandırmıştır.

Çalışma Kâinatın Düzenine Katılmadır

Kâinatın bir parçası olan ve ondan ayrı düşünülemeyecek bulunan, en şerefli varlık konumundaki insanın da bu evrensel kaidenin dışında olması düşünülemezdi. Bu itibarla faaliyet halinde bulunma, insanın mecburî fıtrî bir özelliği, faaliyet ve çalışma da fıtrî bir insan faaliyeti olmak durumundaydı. Zira -beslenme, barınma, giyinme, savunma, inanma ve ahlâkîlik gibi- insanın en temel maddî-manevî ihtiyaçları ancak insanın faaliyet içinde olması ve çalışmasıyla gerçekleşebilmekteydi.

Bütün bunlara göre faaliyet ve çalışma, bizatihi bir var oluş ve varlığın en temel özelliğidir. İlâhî Zat’ın ve O’nun sıfatların ortak vasfıdır ve faaliyet, Yüce Yaratıcı’nın koyduğu evrensel bir kanundur. Çalışma, İlâhî sıfatlara uygun bir davranış, evrenin faaliyet ve düzenine katılış, onlarla birlikte hareket ediştir. Atalet ve tembellik ise hem Allah’ın İlâhî sıfatlarına hem de canlı-cansız bütün varlıkların faaliyet ve düzenine aykırı bir duruştur. İlâhî faaliyete ve evrensel düzene bir tür isyan veya kâinatın işleyiş çarkının dışında kalıştır. Bu itibarla çalışma, evrensel bir düstur, dinî-ahlâkî bir prensip, biyo-psişik ve sosyal bir gerekliliktir.

Çalışma, Peygamberlerin ve Salihlerin Yoludur.

Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima faaliyet içersinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, bir çok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir. Meselâ Hz. Âdem, ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokumacılık yapmıştır. Hz. İdris terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail, ilk Arapça yazı yazandı (Süheylî 1387, 1:78; Paşa 1984, 1:18); Hz. Nuh ile Hz. Zekeriya ise marangozdu. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Resûlüllah (s.a.s), Hz. Davud’un elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s)’ın da marangoz olduğunu haber vermiştir (Buharî, “Büyû”, 15; Müslim, “Fedail”, 45). Hz. İbrahim hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz. Eyyüp çiftçilik, Hz. Davud sultan olduğu halde demircilik (bkn. Sebe’ Sûresi, 34/10-11), Hz. Musa ve Hz. Şuayb (a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi (Yavuz 1992, 46-49). Cenâb-ı Resûl (s.a.s.) de çobanlık ve ticaret yapmış olduğu malûmdur (a.g.e., 49). Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ “İşte, o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü!” (En’am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.

Dünya geçimini temin açısından bakıldığında, Allah Resûlü (s.a.s), “Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.” (Buharî, “Büyû”, 15); “İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir.” (İ. Hanbel, 2: 354, 357); “İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet’te olacağına garanti veririm.” (Tirmizî, “Zühd”, 61) gibi beyanlarında insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı âlem (s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şüpheli olmayan helâl alış verişin en temiz ve en üstün kazanç olduğunu beyan buyurmuştur (İ. Hanbel, 3:466). Resûl-ü Ekrem (s.a.s) helâl kazancı sadece emretmekle kalmamış, hayatı boyunca geçimini helâlinden çalışarak bizzat kendi elde etmiştir. Kendisinin dinî-dünyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat çalışmış ve tembellikten, insanlara yük olmaktan şiddetle kaçınmıştır. Nitekim Cenab-ı Resûl (s.a.s), Hz. Aişe’nin anlattığına göre ailesinin işlerine de yardım eder, ev işlerinde çalışır, elbisesini yamar, elbiselerini kendisi temizler, ayakkabısını tamir eder, evini süpürür, koyunlarını sağar, devesini bağlardı (Miras 1960, 2:644). Satın aldığı eşyayı bizzat kendisi taşır, koyun ve develere işaretleri kendisi koyardı. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yapımı sırasında herkes bir kerpiç taşırken O, iki kerpiç taşıyarak caminin yapılmasında bizzat çalışmıştı. Hendek Savaşı öncesi hendek kazılması sırasında ashabın bir türlü kıramayıp Hazret-i Resûl’den (s.a.s) yardım istemeleri üzerine eline balyozu alarak kendisi kırmış, ashabına yardım ederek hendekten çıkan toprakları taşımıştı (Yavuz, 50). Bir defasında da Resûlullah (s.a.s) Sa’d b. Muaz’la tokalaştığında ellerinin nasırlı olduğunu fark etmiş, sebebini sorup ailesini geçindirmek için amelelik yaptığını öğrenince “İşte Allah’ın sevdiği eller” diyerek onun ellerini öpmüştür (Serahsî, 30:245). Ayrıca O (s.a.s), çalışıp kazanmanın dinî önemine dikkat çekmek için her Müslümana sadaka vermenin vacip olduğunu belirtmiş, orada bulunanlar sadaka verecek bir şey bulamadığında ne yapılacağını sorunca “Çalışsın, elinin emeğiyle kazandığını hem kendisi için harcasın hem de sadaka versin.” buyurmuştur (Miras, 12:133). Hâtemu’l-Enbiyâ (s.a.s) bununla da kalmamış, kişinin çalışmasını, ailesini geçindirmesini, üretimde bulunmasını gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme gibi bazı nafile ibadetlerden ve cihad gibi farz-ı kifaye olan ibadet mahiyetli emirlerden daha hayırlı kabul etmiştir (Buharî, “Nafakât”, 1).

Peygamber Efendimiz (s.a.s) önemine dikkat çekmek üzere, çalışmayıp boş oturana karşı da açıkça tavır almıştır. Nitekim bir defasında bir kaç sahabeyle birlikte bir yere giderlerken yol kenarında boş oturan bir kimse görünce ona selâm vermemiş, geri dönüşte aynı kişiyi elinde bir dal parçasıyla toprağı eşelerken görünce selâm vermiştir. Bunun hikmeti sorulunca da, o kişinin daha önce bomboş oturduğunu, şimdi ise bir çubuk parçasıyla toprağı karıştırmak gibi basit bir şeyle de olsa meşgul olduğunu ifade etmiştir.

Sahabe efendilerimiz, her hususta olduğu gibi kazançlarını temin için çalışmada da Resûlü’s-Sakaleyn’in (s.a.s) yolunu izlemişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir zahirecilik, Hz. Ömer dericilik, Hz. Osman kervanlarla ticaret yaparak hayatlarını kazanıyorlardı. Hz. Ali ise ücret karşılığında başkalarının yanında çalışır, yani bir nevî amelelik yapardı (Yavuz, 50-51). Sahabenin önde gelenlerinden Abdurrahman b. Avf da Medine’de Resûlullah’ın (s.a.s) kardeş ilan ettiği Ensar’dan Sa’d b. Rebi’ kendisine malının yarısını teklif ettiği halde o, pazar yerini sormuş, yerini öğrenince de pazara gidip keş ve yağ alıp satmış, geçimini bir süre bu şekilde kazanmıştır (Miras, 6: 341-342).

Çalışma Dinî Bir Vecîbedir

Allah Teâlâ bir çok âyette çalışmanın önemini beyan etmiştir. Öncelikle Allah (c.c), insanı Kendisi adına yeryüzünde tasarrufta bulunması için halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir (Yunus Sûresi, 10/14). Cenâb-ı Allah’ın insana böyle bir sorumluluk yüklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi3, insanın faal bir varlık olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Allah “İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tamıtamına verecektir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/57); “Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir, onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır.” (Mâide Sûresi, 5/59; Nisâ Sûresi, 4/57) anlamındaki âyetlerde iman etmenin peşinden öncelikle ameli/faaliyette bulunmayı, insanî bir olgu; ilaveten “salih amel”i, yani hayırlı, güzel faaliyetler içersinde bulunmayı da mü’minlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. İlgili âyetlerdeki insanoğluna yönelik “salih amel” kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun zihnî, kalbî ve bedenî bütün hayırlı-güzel faaliyetlerini kuşatmaktadır. Bu noktada tefekkürün zihnin faaliyeti, zikrin ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu hatırlamak gerekir. Uhrevî mükâfatına ilaveten her hayırlı faaliyetin içine peşin bir mükâfat olarak zevk, lezzet ve ruhî huzur, itminan verilmesi ayrı bir lütuf olarak gözükmektedir (Nursî 2001, “Lemalar”, 647 vd.). Kalbin ve dilin faaliyeti olarak zikrin ve kalplerin ancak zikirle huzur bulmasının (Ra’d Sûresi, 13/28) sırrı da bu faaliyetin peşin ödenmiş bir sonucu olsa gerektir. Bu anlamda aktivitenin bir boyutu olan salih amel, bir mü’min özelliği olarak tezahür etmektedir. Diğer bir deyişle, salih amel iman vasıtasıyla Rabbu’l-âlemin’le ilişki kurup O’na bağlanan insanın kalbinde, zihninde ve azalarında ortaya çıkan makbul ve güzel faaliyet, iş olmaktadır. Bu itibarla, atalet ve tembellik bir tür iman zafiyeti olarak kendini gösterir. Faaliyet ve çalışmanın iman ile olan bu yakın ilişkisinden dolayıdır ki, başta peygamberler olmak üzere bütün salih insanlar aynı zamanda dinamizim ve aksiyon insanı olmuşlardır.

İslâm, salih faaliyet ve çalışmayı farz kılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ’nın “De ki: Çalışın, yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de göreceklerdir.” (Tevbe Sûresi, 9/105) ve “Ey iman edenler düşmanlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve savaş atları (araçları) hazırlayın ki bunlarla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği kimseleri korkutursunuz.” (Enfal Sûresi, 8/60) şeklindeki beyanı ile farz kılınmıştır. Âyetler, sadece savaş veya savunma maksadına yönelik silahlı kuvvetler hazırlamayı ve bu doğrultuda çalışmayı değil, geçim için çalışmayı, helalinden kazanmayı da ifade etmektedir. Buna ilaveten Cuma namazına çağrıldığında alış-verişin bırakılıp derhal namaza gidilmesi, namazı kılınca da yeryüzüne dağılarak Allah’ın rızkını elde etmek için çalışmaya başlanılmasının ifade buyurulması (Cum’a Sûresi, 62/9-10) da meselenin ehemmiyetini göstermektedir. Nitekim İslâm âlimleri, helâl rızık elde etmek için çalışmanın her Müslüman’a farz (Münavî, 4:260); bazıları ise ailesinin geçimini temin etmesinin icma ile vacip olduğunu söylemişlerdir (Miras, 11:372). (Ancak bu vücupla farz oluşunu kastetmiş olmalıdırlar). Ehl-i Sünnet âlimlerin çoğunluğuna göre bir insanın kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak, borçlarını ödemek ve yardıma muhtaçlara el uzatmak için çalışması farzdır (Mülteka, 2:229).

Çalışmada farz olan, nasıl ve ne şekilde olursa olsun değil, helâl-meşrû yolda yolda çalışıp kazanmaktır. Bunun aksi ise haramdır. Nitekim Allah Teâlâ “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz temiz olan şeylerden yiyiniz ve eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara Sûresi, 2/172; krş., Bakara Sûresi, 2/267) anlamındaki âyetle helal olan şeylerin yenilmesini, temiz ve doğru kazançların helal kılındığını bildirmiştir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) de aynı şekilde davranmıştır ki bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de “O peygamber, temiz olanları helal, pis olanları ise haram kılmıştır.” (A’raf Sûresi, 7/157) şeklinde ifade buyurulmuştur.

Çalışma, Küllî ve Ferdî Gayeli Eylemler Bütünüdür

Hem dinî-dünyevî hem de kevnî bu denli derin anlamı bulunan çalışma ve faaliyetin belirli gaye ve hedefleri olması gerekmez mi? Varsa, bu gayeler ne olmalıdır? gibi sorulara kendime göre cevap bulmalıydım. Bu noktada ilk önce evrendeki canlı-cansız her şeyin hareket ve faaliyet içersinde olduğunu, bu ferdî ve küllî dinamizmin gayesinin bulunması gerektiğini düşündüm. Aksi halde bir anlamsızlık ortaya çıkacaktı ki, bu, evrenin Yüce Sahibi’nin (c.c) hikmetine aykırıydı. Öyleyse bu dinamik âlem içindeki insanın da hem kendi varlığının hem de faaliyetlerinin gaye/gayeleri olmalıydı ve bu tabiîdir de. Zira bizatihi insanın yaratılışının gayesi bulunduğuna göre, onun fiillerinin de gayesi olmalıdır. Üstelik gayesizlik, bir anlamsızlık ve abesiyet, bu ise var oluşa ve kâinat düzenine aykırılıktır. Kâinat, her şeyiyle Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatlarının tecellisi ve Yüce Kudret’in sanatı olduğu düşünüldüğünde, gayesizlik ve anlamsızlığın hikmetsizlik ve cehalet demek olacağı aşikârdır. Allah (c.c.) ise hikmetsizlik, cehalet ve abesle iştigalden münezzehtir. O halde her şeyin ferdî ve küllî çerçevede bir gayesi olduğu gibi, faaliyetlerinin de olmalıdır. Bu gayenin, bizzat kendisi için olması doğru değildir. Bu çalışmak için çalışmak, faal olmak için faaliyette bulunma anlamına gelir ki, bir şeyin sadece kendisi için olmasını ifade etmektedir. Bu, tıpkı ilim için ilim, sanat için sanat, spor için spor gibi kısır döngüyü, bir anlamsızlığı ifade etmektedir. Öyleyse, her şeyin ve eylemin kendisinin dışında belli bir yönelişi, hedefi ve neticesi, faaliyetin ve çalışmanın gayesi de kendisinin dışında ve haricinde olmalıydı. Bu gaye, ya varlığın kendi düzeyinin altında veya aynı seviye ve değerde ya da üstündedir. Daha dûnunda olması düşünülemez, düşünülse de doğru olmaz. Zira daha değersiz ve aşağıda olan, daha üstün olan için gaye ve hedef olamaz. Böyle bir yöneliş olsa bile bu, bir gaye değil, tefessüh olur. O halde bu gaye, ya aynı seviyeyi korumak ya da daha üst düzeye ulaşmak şeklinde olmalıydı. Tıpkı tohumun çabasının toprak altında çatlayıp kök salmak ve filizlenmek; filizin çabasının ağaç olmak; ağacın gayesinin kendine has meyve vermek ve neslini sürdürmek olduğu gibi…Böylece bir tohumun ferdî ilk hedefi, ağaç olup meyve vermek, bunun ötesinde insan ve diğer canlılara faydalı olmak, kâinattaki bütün içindeki yerini gözeterek ekolojik dengeyi sürdürmek… ve bütün bunları yerine getirmeye devam ederek nihayette Yüce Yaratıcı’ya kulluk şuuru içinde itaat etmektir. Bu şekilde âlemde umumiden hususiye ve hususiden umumiye doğru çeşitli tabakalarda iç içe geçmiş bir çok gaye ve hikmet bulunmaktadır.

İnsanın bütün faaliyetlerinin hedefi olması gerektiğine göre bunları, dünya ve âhiret hayatına yönelik olduğu kadar, dünyevî gayeleri de evrensel, sosyal, psikolojik gibi farklı açılardan değerlendirmek mümkündür. Buna göre, çalışmanın evrensel bir hedefi vardır. Bu hedef, kâinatın genel düzeni içindeki bu düzene uygun vazifesini yerine getirme, ondaki hareket ve faaliyet düsturuna aktif katılmadır. Sosyal hedefi, fıtraten sosyal bir varlık olan insanın toplum içinde yaşama imkânı bulabilmesi ve üretime katkıda bulunması, ürettiğini ayrıca insanlarla paylaşıp, beşerî hayata aktif katılımdır. Psikolojik hedefi, atıl ve boş durmakla hem toplumdaki saygınlığını yitirerek toplum tarafından insanlara bir yük, toplum için bir asalak gibi kabul edilerek hor görülüp dışlanmaması; ferdin kendi hemcinslerinden gördüğü bu muamele sebebiyle kendini aşağılamaması; ümitsizliğe düşmemesi; çalışmak suretiyle varoluş şuurunu hissetmesi; faal halde iken o faaliyetin kendine has hasıl ettiği manevî lezzetle mütelezziz olması; kalbî ve ruhî huzura ermesi; boş ve işsiz kalmakla kendini dinlemekten, bir takım vesvese ve şüphelere maruz kalarak nefis ve şeytanın veya art niyetli insanların kullanabileceği uygun bir meta olmaktan kurtulmak gibi hususlardır. Çalışmak suretiyle kâinatın işleyiş düzenine ve sosyal hayata uyum sağlayıp katkıda bulunduğu şuuruyla varlık içinde yerini alması ve bunun farkına varmasıdır. Faydalı bir insan olduğuna inanarak vicdan huzuru ve mutluluğuna ulaşmasıdır. Ferdî ve ailevî hedefi, ferdin kendisinin ve ailesinin temel ihtiyaçlarını sağlamaktır. Dinî ve uhrevî hedefi, öncelikle faal olmanın, İlahî esmâ ve sıfatlarda tezahür eden en önemli bir gerçek olduğunun şuuruna vararak, Allah’ın isimlerine mazhar olma ve sıfatlarıyla vasıflanma çabası içinde olan bir kul olduğunu bilmek; hem helâl kazanç elde ederek hem de diğer bazı ibadetleri yerine getirebilmek için imkânlar oluşturarak Rabbin rızasını kazanmak; temiz ve makbul çabalarının sonuçlarına bir lütuf olarak âhirette ebedî saadete kavuşma imkânı bulmaktır.

Faaliyet ve çalışmanın bu denli âlemşümul ve dinî derinliği bulunduğuna göre Müslüman’ın bir an bile boş durmaması; “Bir işten boşalınca hemen başka bir işe koyul.” (İnşirah Sûresi, 94/7) anlamındaki âyetin sunduğu hareket felsefesi ve hayat düsturuyla, “çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma” (Gülen 2000, s: 396) anlayışı içinde, değil çalışma zamanlarını, fıtrî ihtiyacı olan istirahat zamanlarını bile salih bir dinamizm içinde geçirmesi gerekmektedir.

Çalışmayı bütün bu boyutlarıyla anlamak, içimi kıpır kıpır harekete geçirmiş, gönlüme büyük bir coşku vermiş, derin bir huzur sağlamıştı, ki bu coşku ve mutluluk içindeyken merhum Akif’in şu mısralarını hatırlamadan edemedim:

Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir;
Davransana, eller de senin, baş da senindir…
Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir.”
(Ersoy, 209, 255)




Kaynaklar

- Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, Bedir Yay., İst., 1414/1984.
- Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, İnkılap ve Aka Yay., İst., 1966.
- Gülçür, Musa Kâzım, Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi, Işık Yay., İst., 2003.
- Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ank., 1960.
- Münâvî, Feyzu’l-kadîr, Dâru’l-Ma‘rife, Betrut, ts.
- Nursî Said, Sözler, Nesil Yay., İst. 2001.
- –––, Lemalar, (XVII. Lema), Nesil Yay., İst. 2001.
- Rado, Şevket, Büyük Türk Sözlüğü, Hayat Yay., ts.
- Serahsî, Mebsût, II. Baskı, Dâru’l-ma‘rife, Beyrut, ts.
- Süheylî, er-Ravzu’l-Ünf, nşr. Abdurrahman el-Vekîl, Kahire, 1387/1967.
- Yavuz, Yunus, Vehbi, Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Yay., İst.1992.
1- bk. Musa Kazım Gülçür, Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi, s. 206, Işık Yay., İst., 2003.
2- Peyami Safa, Fatih Harbiye, İst. 1968. Bu eser, Osmanlı toplumunun Batılılaşma sürecinde öncelikle gençler arasında başlayan Batı hayranlığı, kendi değer ve geleneklerini aşağılama sürecini Fatih Harbiye semtleri örneğinde ele almaktadır.
3- “Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dedi…” (Bakara sûresi, 2/30). “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Câsiye sûresi, 45/13; krş. İbrahim sûresi, 14/32-33; Nahl sûresi, 16/12-14; Hac sûresi, 22/65). “And olsun ki Biz insanoğlunu şan ve şeref sahibi yaptık…onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” (İsrâ sûresi,17/70).


Mustafa Kasımoğlu


Konu Başlığı: Ynt: İnsan hayatında çalışmanın anlamı ve önemi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Ekim 2010, 20:48:20
Bu yazının  başı bana “İnsanların çoğunun kıymetini bilmediği iki nimet vardır.Bunlar;sıhhat ve boş zamandır..” hadisini hatırlattı.
İnsanın hizmetine verilmiş bütün mahlukat..Bunlarla vezirde olur insan rezilde.Rabbim zamanımızı boş geçirip ötelerde birde boşa geçen zamanların hesabını vermekten korusun bizleri.

Çok önemli bir konuya temas edilmiş.Allah razı olsun paylaşım için.Selametle