๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 06 Aralık 2010, 17:10:38



Konu Başlığı: İmanın Verdiği Huzur
Gönderen: Hadice üzerinde 06 Aralık 2010, 17:10:38
İmanın Verdiği Huzur


OLUR YA, kişinin inancı yoktur, ateisttir.

 

Ona göre, Al­lah, peygamber, din, iman, helâl, haram ve âhiret yoktur.

 

Ne varsa bu dünyadadır. Hayat mücadeledir. Yaşamaya bak­malı, elde fırsat varken dünyadan alabildiği kadar almalıdır. Fazla ince düşünmemeli, ölümü, ihtiyarlığı hatırlayınca da, kafayı çekerek efkarı dağıtmalıdır.

 

Böyle yapanlar, netice itibariyle delikanlılıktan itibaren, dünya işleri rast giderse, sıhhat ve varlıkları da iyi ise, beş-on sene sorumsuz, keyfemâyeşâ ömür sürer, hayattan yalan da olsa, kısmî bir lezzet alırlar.

 

Sonra nazik vücutları hastalıklara vatan olur, dertler sı­raya girer. Ağaran saçların, bükülen bellerin, ağırlaşan ku­lakların, dökülen dişlerin ve her gün ölüm darbesiyle yanından uçup gidenlerin ihtarı ile korkunç bir ümitsizliğe du­çar olurlar.

 

Bir zaman da, "İsmim yaşasın, belki tarihe geçerim" diye, bekayı boş hayaller içinde ararken, ejder ağzı ve yokluk ka­pısı olarak kabul ettikleri, kaçınılmaz sonun neticesi olarak kara toprağa gömülür giderler.

 

Bütün hayatlarının, mal, rütbe ve makamlarının beş para etmediğini bir güzel anlarlar. İnanmadıkları mahkeme-i kübraya hesap vermeye giderler.

 

Diğer bir kısım kimseler de vardır ki; inanırlar, "Allah var, âhiret var, kitap var, peygamber var, din var, mahkeme-i kübra var" derler. Yani Müslümandırlar. Bununla birlikte inandıklarını yaşamazlar.

 

Bu durumda olan bir kimse, haram olan işleri işlemekten ve farz olan yükümlülükleri yerine getirememekten kaynak­lanan bir huzursuzluğun içerisindedir.

 

Otobana ters giren ve bunu bile bile yapan, radara yaka­landığını anlayan, bile bile kırmızı ışıkta geçen bir sürücü, eğer trafikçe gözlendiğini bilse, o kimsenin huzurlu oldu­ğunu söyleyebilir miyiz?

 

Demek oluyor ki, haram, günah ve isyanlar ile, her gün, beş defa terk edilen farzlar, kişinin huzurunun kaçmasına yeterli sebeptir.

 

Bir taraftan, dininin ve inancının "Sen bir Müslümansın! Allah'ın kesin olarak haram kıldığı, Peygamberimizin la­netlediği, şu habis içkiyi nasıl içersin?" gerçeğini kendisine haykırırken, diğer taraftan nefis ve şeytanın ve kötü arka­daşlarının, "Boş ver, dünyaya bir kere gelinir. Şimdi iç, sonra tövbe edersin!" demesi, hatta bazen de, şeytanın, "Bunu adam gibi iç, az içersen bir şey olmaz" gibi telkinlerle vicda­nında, Allah'ın emir ve yasaklarını sorgulamaya kalkışarak imanıyla oynaması, hele hele bir de sarhoşluk sebebiyle, meydana gelen acı olayların faturasının gelmesiyle, içine düştüğü ruh ortamında kişi huzur bulabilir mi? Elbette vic­danen rahatsız olacaktır.

 

Haramlardan aldığım sandığı zevkin ve keyfin çok öte­sinde ıstırap ve sıkıntılara uğrayacaktır. Çünkü, tutarsızlık ve manen yalpalama, daima üzüntü ve bela getirir.

 

İnsanların günah işleye işleye zaman içinde kararan kalp­leri, onları iman nurundan mahrum kalacak hale getirir. Al­lah korusun, birinci örnekte olanların safına katılmak tehli­kesi içine girerler. Eğer tövbe eder, Allah'a kulluğa dö­nerlerse kurtulurlar.

 

Bir üçüncü grup daha vardır ki, din ölçüleri içerisinde on­lar bahtiyardırlar ve Allah'ın sevdiği kullar araşma girerler. Kalpleri, kafaları aydınlık, vicdanları temiz ve rahattır. On­lar, inandıkları gibi yaşar, davrandıkları gibi inanırlar.

 

Sonsuz gibi görünen bu muhteşem kâinatın ahenginin farkındadırlar. Yaratıcılarının kim olduğunu bilirler. Bütün canlı ve cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların, melek­lerin ve ruhanilerin Ona itaat ettiklerini bilirler.

 

İman ederek, Allah'a kul, Peygambere ümmet, Kur'ân'a hizmetkâr olmayı en büyük saadet vesilesi sayarlar.

 

  Bütün belaları, kazaları, hastalıkları, ölümleri iman saye­sinde, teslimiyetle kabul ederler. Ölümle yok olup kaybol­mayacaklarını, uğradıkları haksızlıkların mutlaka telafi edi­leceğini, eğer hataları varsa bunun da karşılığını görecekleri­ni çok iyi bilirler ve ona göre hareket ederler.

 

Başlarına gelen nahoş şeylerden dolayı, evvela kendile­rini sorgular, tövbe eder, sonra da telafi yoluna giderek Al­lah'tan af dilerler.

 

Kendi nefis ve arzularını değil, Allah'ın emir ve rızasını esas alırlar. Allah'ın, onlara bütün meşru zevk, istek ve ihti­yaçlarını, lüzumu kadar helal yoldan bahşettiğini bilirler. Onun rızası dairesinde yer, içer ve şükrederler, israf etmez­ler.

 

Demek ki, insanın Allah'a karşı üç tavrı var:

 

Ya tamamen inkar edecek, ebedi karanlığa gömülecektir.

 

Ya inanacak, fakat emir ve yasaklara aldırmadan, ego­istçe, nefsanî, sıkıntılı bir hayata talip olarak âhirette de yan­lışlarının cezasını çekecektir.

 

Ya da Allah'ın maddi, manevî kanunlarına itaat edecek, kâinata, Kur'ân'a, İslâma uyum sağlayarak iki cihanda mut­luluğa erişecektir.

 

Dünya asansöründe, herkes hangi katın düğmesine basa­cağına kendisi karar verecektir.

 

Abdülhamit Oruç