๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Ekim 2010, 22:11:47



Konu Başlığı: İmanın insana kazandırdıkları
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Ekim 2010, 22:11:47
İmanın İnsana Kazandırdıkları


İnsan îmân nuru ile yükseklerin en yükseğine çıkar, Cennet'e layık bir kıymet alır. Ve küfür karanlığı ile aşağıların en aşağısına düşer, Cehennem'e uygun olacak bir vaziyete girer. Çünkü îmân, bir intisaptır. İnsanı, ALLAH'a bağlayan nurani bir bağdır. ALLAH'la ilgiyi, ancak îmân vasıtasıyla kurmak mümkündür. İnsanın hakiki değeri, ALLAH'a olan bağlılığına, O'na yakınlığına göredir. Nasıl ki, bir kimsenin Padişaha yakınlığı nispetinde izzeti, itibarı artarsa, insanın da değeri, ALLAH'a yakınlığı oranında yükselir.
Bu kâinatta insan, îmân sayesinde ALLAH'a bağlanır, O'nun himayesine girerse, o zaman ALLAH'ın yeryüzünde halifesi, aziz bir memuru ve misafiri, hatta dostu olabilir. İşte ALLAH'la olan bu dostluk bağı, îmân nuruyla kurulabilir. İmân öyle bir nurdur ki, bu nur sayesinde insan, her şeyin hakikatini görür. Varlıkların hikmetini ve manasını bir derece okur, bunların boşu boşuna yaratılmadıklarını anlar.
İnsanın en lâtif ve şirin duygusu şefkattir. Eğer îmân olmazsa, bu şefkat, sonsuz ayrılıkların acısıyla, insanı en sıkıntılı bir hale sokar. Meselâ, tek ve güzel bir yavrusunu ebedî kaybeden, ahiretten habersiz bulunan gafil bir anne, bu manevî azabı tam hisseder.
İnsanda bulunan önemli duygulardan birisi de muhabbettir. İmânla nurlanan muhabbet, bütün varlıkları, insana arkadaş ve dost yapar. O zaman insanla çevresi arasında sevgi bağı kurulur. Sevdikleriyle ebedî beraber olma düşüncesi, ona sevinç ve sürur verir. Meselâ, hasta yavrusunu ebedî kaybetmek üzere iken, bir doktor ilaç içirse, o sevimli ve güzel evlâdı gözünü açsa, ölümden kurtulsa, o anneye ne kadar sevinç ve ferah vereceği ortadadır..
Aynen bu çocuk gibi, sevdiğimiz ve ciddi alâkadar olduğumuz milyonlarca insan, ölümle bizlerden ayrılmaktadırlar. İmân nuruyla bakılırsa, onların ebedî yok olmadıkları bilinir. Böylece, üzüntü ve sıkıntılar hadsiz sevinçler ve ferahlara döner.
Eğer o insan, îmândan mahrum olursa, bütün sevdikleri ve muhabbet ettiklerinden ebedî ayrılık endişesi, ona Cehennem gibi bir azap verir. Meselâ, insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, geçmişten gelen ve sevdiklerinin ebedî yok oluşlarının verdiği elem ve sıkıntıları, onun kalbine yükler. Ayrıca, gelecekte kendisinin de yok olacağı endişesiyle, akıl ona bir azap aleti olur. İşte bu sebepten, fâsık adam, aklın verdiği sıkıntılardan kurtulmak için, çoğunlukla ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.
Eğer akıl îmân nuru ile nurlansa, o zaman, Cennet'te bütün geçmişleriyle beraber olma düşüncesi, âlemini doldurur. Hayatı ve mahlukatı ona sevdirir. Bütün sevdiklerine kavuşmasını sağlayacak ve onlarla beraber ebedî saadeti ona verecek olan Rabbine karşı sevgi ve muhabbeti artar. Demek ki akıl, îmân nuruyla akıl olur ve o zaman hakiki değerini bulur.
İnsandaki göz, îmân nuru ile ışıklanırsa, o zaman bütün kâinatı gül ve reyhanlar ile süslenmiş bir Cennet şeklinde görür. Baktığı her bir varlıkta, Cenab-ı Hakk'ın sanat eserlerini, rahmet ve inayetini okur. Çevresine ibret ve tefekkürle nazar eder. Her şeyde ALLAH'ın varlığına ve birliğine ait delilleri anlar ve onlardan îmânı kuvvetlendirici dersler çıkarır. Onun nazarında kâinat büyük bir kitap gibi olur. O da, bu kâinat kitabındaki gizli manaları okur.
Kulaktaki zar, îmân nuru ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî sesleri işitir. Hal dili ile yapılan zikirleri ve tesbihatları anlar. O îmân nuru sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını ve deniz dalgalarının güzel seslerini alır. Yağmurun şıpırtıları, kuşların cıvıldaşmaları ve böceklerin söyleşmeleri gibi, her varlıktan Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat onun için, İlahi bir musiki meclisi olur. Böyle bir insanın ruhu ve kalbi lezzet ve zevklerle dolar.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek seslerden mahrum kalır. Ve o lezzet veren sedalar, matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvi ve güzel manalar yerini hüzünlere bırakır. Samimi dost bulamamanın verdiği ebedî yalnızlıklardan gelen sesler, onun âlemini doldurur. Sadece, kendini sahipsiz ve koruyucusuz hissetmek- ten gelen sıkıntıların ve ızdırapların sesini işitir. Bu hal ise, ona Cehennem hayatı yaşatır.
Demek ki, îmân insana öyle büyük bir mutluluk ve nimet, öyle büyük bir lezzet ve rahat, öyle şerefli bir rütbe kazandırıyor ki, tarif edilmez. Çünkü, bir mü'minin kâinata bakış açısı olumludur. Her şeyi güzel görür, güzel düşünür, hayatından lezzet alır. Kâinattaki bütün varlıkları kendisine dost, kardeş, arkadaş bilir. Hiçbir şeyle arasında yabancılık yoktur. Her şey, ALLAH'ın isimleri sayısınca birlik bağları ile sımsıkı bağlanmıştır. Dünya ona, bir kardeşlik beşiği gibidir.
İmân nuru, insanın âlemini aydınlatıyor ve kâinatı dahi ışıklandırıyor. Geçmiş ve gelecek zamanı karanlıktan kurtarıyor. İnsanı şereflendirdiği gibi, kâinatın özündeki mükemmelliği ortaya çıkarıyor. Değerine değer katıyor. Kâinattaki bütün varlıklar, îmân sayesinde bir anlam kazanıyor. Olaylar tesadüfî olmaktan çıkıyor. Her şeyin, ALLAH'ın plan ve programı içinde yürüdüğü görülüyor.
Mü'min, îmân nuru sayesinde kazandığı bu olumlu ve güzel bakış açısı sebebiyle, her türlü olumsuzlukların iç yüzünde ALLAH'ın rahmetinin izini, özünü, yüzünü görür. Meselâ, hastalık gibi musibetlere olumlu bakar. Bunun, günahlarına kefaret, nefsinin terbiyesine sebep olacağını, sevap kazandırıp derecesinin artacağını düşünür ve teselli bulur.
Kâfir ise, kâinata ve olaylara olumsuz, şüpheci bir nazarla bakar. Çünkü küfür her şeyi çirkin ve karanlık gösteren siyah bir gözlük gibidir. Küfür, varlıkları tesadüf ve gelişi güzelliğin bir sonucu olarak görür. Kâfirin nazarında her şey başıboştur. Bütün varlıklar, birbirine yabancı ve düşmandır. Onun nazarında, bütün varlıklar yokluk âlemine doğru hızla yol almaktadırlar. Kendisinin de ebedî yokluk karanlıklarına düşeceği korkusu ve endişesi, ona dünyayı zindan yapar. Âlemi karanlık ve sıkıntılarla dolar. Ruhunu sevgi, şevkat ve muhabbet nurları yerine, kin, nefret ve isyan karanlıkları kaplar. Böyle bir insan, Cehennem'e gitmeden, daha dünyada Cehennem hayatı yaşar.
İmân gözlüğü ile insanın altı cihetine bir bakış
İnsan, bütün mahlukatla alakadardır. Her şeyle bir çeşit alış verişi vardır. Kendisini kuşatan şeylerle maddeten ve manen görüşmeye, konuşmaya ve komşuluk etmeye yaratılış gereği mecburdur. Bu durumdaki insanın; sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır. İnsan, îmân ve inkâr gözlüklerini gözüne takmakla, bu altı cihetlerde bulunan mahlûkatı ve onların hallerini görebilir.
Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Küfür gözlüğü ile geçmişe bakıldığında, büyük bir mezarlık şeklinde görünecektir. Bu görünüş, insana büyük bir dehşet ve ümitsizlik verecektir.
Fakat îmân gözlüğüyle o cihete bakıldığında, geçmişteki insanların, daha güzel ve nurani bir âleme nakledilmiş olduklarını görür. O kabirleri ve çukurları, nurani bir âleme girmek için açılmış yer altı tünelleri şeklinde değerlendirir. Böylece îmân, insanlara büyük bir sevinç, farahlık ve huzur verir ve binlerce "Elhamdülillâh" dedirtir.
Sol cihet: Yani, gelecek zamana, küfür gözlüğü ile bakıldığı zaman, bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.
Fakat îmân gözlüğüyle bakılırsa, Cenâb-ı Hakk'ın, acıyan, merhamet eden, insanı yoktan yaratan ve insanlara hazırladığı çeşit çeşit lezzetli ve hoş, yiyecek ve içeceklerle dolu, hazırlanmış bir sofrası olarak görecektir. Ve binlerce "Elhamdülillâh" okutturarak tekrar ettirecektir.
Üst cihet: Yani, semâvât cihetine küfür ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin, at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi, pek sür'atli ve muhtelif hareket yaptıklarını görür, onların dizgininin ve kumandasının birinin elinde olduğunu bilmediği için, büyük bir dehşete ve vahşete kapılır.
Fakat îmânlı bir adam baktığı vakit o garip, acip manevranın bir kumandanın emri ve kontrolü altında yapıldığını anlar. Semâvât âlemini süsleyen o yıldızların, insanları aydınlatan kandiller olduklarını görür. Onların hareketinde, dizginlerinin birisinin elinde olduğunu bildiği için, korku, dehşet yerine, onların, bu atlar koşusu şeklindeki hareketine muhabbetle bakar. Gökyüzünün bu tip hareketini tasvir eden îmân nimetine, elbette binlerce "Elhamdülillâh" söylemek azdır.
Alt cihet: Bundan maksat yeryüzüdür. Yeryüzüne küfür gözüyle bakan insan, dünyayı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telâşa düşer.
Fakat îmân ile bakarsa, ALLAH'ın kumandası altında, bütün yiyecek, içecek ve giyeceklerle beraber, insanları güneşin etrafında gezdiren bir gemi şeklinde görür. Ve îmândan kaynaklanan şu büyük nimete büyük büyük elhamdülillâh'ları söylemeye başlar.
Ön cihet: Bir Kâfir bu cihete bakarsa görür ki, bütün canlı mahlûkat-insan olsun, hayvan olsun- kafile kafile, büyük bir sür'atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir.
Fakat îmân nazarıyla bakan bir mü'min için, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri yokluk âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketin- den rahmetler memleketine göç etmektir. Bu gidişin, yokluk âlemine olmadığını bildiği için, onu memnuniyetle karşılar.
Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha'nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.
Aynı şekilde, ana rahminden dünyaya gelen çocuk, o tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.
Arka cihet: Yani geride gelenlere küfür nazarıyla bakılsa, "Yâhu, bunlar nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişlerdir?" diye edilen suale bir cevap alınamadığından, hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.
Fakat îmân nuruyla bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin Mu'cizelerini görmek ve mütalâa etmek için, ALLAH tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Bu insanların, ALLAH'ın kâinat ile bilinmesini istediği manaları, anladıkları oranda derece alıp, tekrar ALLAH'ın huzuruna döneceklerini idrak eder. Bu anlayış nimetini kendisine kazandıran îmân nimetine "Elhamdülillâh" diyecektir.
İşte îmân sayesinde insanın bu altı ciheti aydınlanmakta, bütün zamanlar ve mekanlar, onun için, geniş ve rahat bir âleme dönüşmektedir. Âdeta bütün âlem, bildiği, alışkanlık edindiği ve kendini emniyette hissettiği evi şekline girer. Böylece insan, îmân sayesinde kâinatın bir sultanı gibi olur.


KAYNAKLAR
-Kur'an- ı Kerim.
-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Dokuzuncu Söz, s. 46.
-Bediüzzaman Said Nursi, İşaratül-İcaz,  s. 140-141.
-Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua, Yedinci Mes'ele,  s.198.
-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeât,  s. 656.
-Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yedinci Şuâ,  s. 138.
-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası,  s. 311.
-Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat,  127.
-Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat,  8.
-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On Üçüncü Söz, s. 140
-Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte, .
-Alaaddin Başar, “İnsan ve Kâinat”, Zafer Dergisi, Sayı:375, Nisan 2008, s.36-38.


Prof. Dr. Adem TATLI