๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 17 Eylül 2010, 13:59:56



Konu Başlığı: İmam buhari nin buhara emiri ile münasebetleri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 17 Eylül 2010, 13:59:56
İMAM BUHÂRÎ'NİN BUHÂRÂ EMÎRİ İLE MÜNÂSEBETLERİ


Hz. Peygamberin sîret ve sünnetinin belgelerinden oluşan hadis ilminin şerefi, zâtîdir. Bu şeref ve yüceliğin asırlar boyu müslümanlara intikali ve bilhassa ümmet fertlerini yönlendirmesi, büyük ölçüde bu ilmi uzmanlık alam olarak seçmiş olan âlimler vasıtasıyla mümkün olmuştur. Daha açık bir ifâde ile, sünnetin ne tür bir insan yetiştirdiği, özellikle hadisçilerin şahıs ve davranışlarında şekillenmiştir. Bu açıdan her muhaddisin olduğu gibi ondan da daha ileride, "emîru'l-mü'minîn fi'l-hadîs" ünvânına lâyık görülmüş sayılı âlimlerin başı olarak İmam Buhârî'nin hayatı ve o hayatı dolduran her olay üzerinde ısrarla durulmaya değer. Bilhassa bu olay, bir ilim emiri ile bir yönetici arasında geçiyorsa daha da ehemmiyet kazanır.
Eskilerin çok yerinde bir tâbir ile mezleka-i akdâm dedikleri yer ve hallerden biri olan idârecilerle ilişkiler konusunun bu (ayak kaydırıcı) özelliği dikkate alınır, günümüzde ulemânın ve ilmî kurumların yönetimler ve yöneticiler karşısında takındığı düşündürücü tavırlar da gözönüne getirilirse, tebliğ konumuzun, genel tavır olarak ilme ne kadar hizmet va'deden, günümüze ne ölçüde ışık tutan bir niteliğe sahip bulunduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Zira konu, ilmin itibarı, ilim adamlarının hürriyeti ve sorumluluğu meselesidir.
Bilindiği gibi, ilim adamlarının idâreden yana çektiği sıkıntılar sadece zamanımıza mahsus bir çağdışılık ve ilkellik değildir. Geçmişte de şu veya bu sebeple ilim erbâbı gereksiz ve ilkel birçok baskıyı göğüslemek zorunda kalmıştır. Çünkü,
"Fazilet ehline dâim tahakkümü cühelâ
Cihanda kaidedir tâ cihan cihan olalı!"

En büyük yöneticinin bizzat ilim olduğu ve ilim adamının tam anlamıyla hür olması gerektiği, onun sorumluluk duygusu, hizmet aşkı ve anlayışının üstünde hiçbir gücün onu yönlendirme yetkisinin bulunmadığı yada bulunmaması gerektiği açıktır. Buna rağmen, İslâm kültür muhitlerinde de bazı kişisel veya mezhebi zaaf veya taassublar yada mevki ve makam endişeleri yüzünden istenmedik birçok olay maalesef yaşanmıştır.
İmanı Buhâri, idareden kaynaklanan böyle bir sıkıntı ile ömrünün sonlarına doğru karşılaşmıştır. Emevîlerden sonra İslâm dünyasında oluşan hanedanlardan biri hatta birincisi olan Tâhirîler'in Buhârâ Emiri Halid b. Ahmed ez-Zühelî (296/ 882), Buhârî'nin Nişabur'dan Buhârâ'ya dönüşünden sonra ondan iki istekte bulundu. Biraz sonra görüleceği gibi, Emirin bu isteklerinin temelinde, Buhârî'nin üstün ilmî seviyesi, toplumda gördüğü, itibar, verdiği derslerin etkinliği, eserlerinin fevkalâdeliği ve temiz yaşayışı yatmaktadır.
Buhârâ emirinin ilk isteği, Buhârî'nin, kitaplarını alıp kendisine ve çocuklarına okumak üzere saraya gelmesiydi. Buhârî bu talebi, "ilim öğrenmek için ilmin ayağına gitmek gerekir. İlmi aşağılayamam, onu sultanların saraylarına taşıyamam " diyerek reddetti. Buhârî'nin, saray hocalığı, kitaplarının saray erkânı tarafından özel bir kabul ve desteğe kavuşması gibi düşünceleri yoktu. Çünkü herkese açık olarak mescidde yaptığı dersler ona yetiyordu. Özel ders vermek için saraya gitmesine saray bile başlı başına bir sebep olamazdı. İlim öğrenmek isteyen, öteki ilim talihleri gibi ilim meclislerine devam etmeliydi. Bu, ilme saygının ve öğrenme arzusunun gereğiydi. İlmi küçük düşürmek hakkına Buhârî bile sahip değildi.
Bu defa emir Halid b. Ahmed, çocukları için saray dışında, mescidde özel bir saat tahsis etmesini, öteki öğrencilerden ayrı bir saatte kendilerine ders vermesini istedi. Yani emirin çocukları ilmin ayağına gideceklerdi. Ancak Buhârî de onlara anlayış gösterip küçük bir ayrıcalık tanımalı, fevkalâde nazlı bu ilim taliblerine özel zaman ayırmalı, zamanını bu kıymetli öğrencileriyle değerlendirmeliydi.
Buhârâ emiri böyle düşünse de muhaddislerin emiri böyle düşünmüyordu. Bu teklifi de "Özel ders verecek kadar bol zamana sahip değilim" diyerek reddetti. Bu-hârî'ye göre, ilmine ihtiyaç duyan -kim olursa olsun- ya mesciddeki derslerine herkesle beraber devam etmeli veya evindeki derslerine gelmeliydi. Bunu yapa-mayacaksa ve eğer yetkisi varsa, onu ilim öğretmekten menetmeliydi. Böyle bir men', kendisi için kıyâmette mazeret olurdu. O, Hz. Peygamberin, "kendisine bir şey sorulan kişi, bildiği halde cevap vermeyecek olursa, kıyâmette ağzına ateşten bir gem vurulur"(l) hadisinden dolayı ilmini ketmedemezdi, saklayamazdı. Ama, emir onu ilim öğretmekten menederse, bu idâri tasarruf kendisi için kıyâmette haklı bir mazeret olurdu.
İmam Buhârî'nin, emirin çocuklarına ayrıcalık tanımayan bu kesin ve net tutumu, ilmi kendi zemininde öğretmekteki dikkati, Buhârâ emirinin onuruna dokunmuş olmalı ki, Buhârîye haddini bildirmek için uygun fırsat kollamaya, bahâne aramaya başladı.
Tarihen sabit bir gerçektir ki, Buhârî'nin bu davranışı kendisinden önceki ve sonraki alimlerce de sergilenmiş bir tavırdır. Biz burada Buhârî'den önceki âlimlerden bir—iki örnek vermekte fayda mülahaza etmekteyiz.
Hatib Bağdâdî (463/ 1071), el-Cami'li ahlâkı'rrâvî ve âdâbi's-sâmi' adlı eserinde, kendi görüş ve kanaatini belli etmeksizin, "sultanlara hadis rivâyet etmeyenler"(2) başlığı altında bazı olaylar zikretmektedir. Bu olaylar, ulemânın ilim hürriyeti adına yöneticilere karşı takındıkları çekimserlik hatta kesin redd tavrını iyice ortaya koymakta ve günümüze de mesajlar sunmaktadır. Meselâ, Haccac b. Hamza anlatıyor:
Horasan vâlisinin oğlu, Abdullah b. El-Mübârek'e (181/797) gelerek kendisine hadis rivâyet etmesini istedi. İbnu'l-Mübârek kabul etmedi. Vâlinin oğlu giderken İbnu'l-Mübârek de kalkıp evin kapısına kadar, onu yolcu etti. Bunun üzerine vâlinin oğlu;
— Ya Ebâ Abdirrahman, hadis rivâyet etmeni istedim, kabul etmedin. Şimdi ise kalkmış beni kapıya kadar uğurluyorsun, bu ne biçim iş? dedi. İbnu'l-Mübârek de ona şu cevabı verdi:
— Ben, senin için nefsimi küçültürüm, fakat Rasulullah'ın hadisini senden daima üstün tutarım.
Rabiatu'l-Kasir diye bilinenen Rabia b. Yezid (123/ 741)(3), Emevi halifesi Velid b. Yezid'in (125/743) makamına gitmişti. Halife;
— Ey Rabia, haydi bize hadis rivâyet et, dedi. Rabia;
— Etmem, dedi. Dışarı çıktıktan sonra da; "ses san'atçısından şarkı söylemesini ister gibi, ey Rabia haydi bize hadis rivayet et, teklifinde bulunan şu herife bakın hele" diye söylenerek tepkisinin gerekçesini açıkladı.
Hatib'in naklettiği şu olay daha da ilgi çekici. Ebu Ca'fer el-Mansur (158/775) halife olmazdan önce bir adamın yanında gizlenmişti. Adamdan büyük izzet ü ikram görmüştü. Gün geldi halife oldu. Daha önce onu gizleyip ikramda bulunan adam, Ebu Ca'fer'i tebrik etmek için hilâfet makamına gitti. Mansur hüsn-i kabul gösterdi ve:
— Dile benden ne dilersen, dedi. Adam,
— Biliyorsun, benim halim-vaktim yerinde. Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Sadece el-A'meş'in (148/765), bana hadis rivâyet etmesini arzu ediyor, ona ilgi duyuyorum. Eğer bana hadis rivayet etmesi için el-A'meş 'e bir mektup yazarsan memnun olurum, dedi.
Halife, kendi eliyle el-A'meş'e bir mektup yazdı.
Mektupta, bu şahsın kendisine yaptığı iyilikleri sayıp döktükten sonra, ona hadis rivayet etmesini istediğini belirtti.
Adam, halifenin mektubuyla birlikte, tavsiye mektubu cebinde devlet dairelerine tam bir güvenle koşan günümüz insanları gibi, el-A'meş'in kapısına vardı ve sabırsızlıkla kapıyı çaldı. Oysa el-A'meş, kapısının çalınmasından hiç mi hiç hoşlanmazdı. Ders için gelenlerin, kendisi dışarı çıkıncaya kadar beklemelerini isterdi. Hem bu tavır, ilim talihlerinin uyması gerekli adâbtandı. El-A'meş içeriden;
— Kim o? Gir! diye seslendi. Adam girdi, el-A'meş koyunlarını yemlemekle meşguldü.
— Ne var, ne, istiyorsun? dedi adama O da;
— Emîru'l-mü'minîn'in bir mektubunu getirdim sana, dedi.
El-A'meş mektubu aldı ve adı Büsre olan koyuna hitâben,
—Ya Büsre! dedi. Koyun başını kaldırdı. El-A'meş mektubü dürdü büktü ve koyuna uzatıp yedirdi. Daha sonra da adama döndü ve sordu:
— Ne yazıyordu mektupta?..
— Bana hadis rivayet etmeni istiyordu, dedi adam. El-A'meş,
— Sana aslâ hadis rivâyet etmem, dedi. Adam,
— Ey Ebâ Muhammed, emiru'l-mü'minin senden bir şey istiyor, sen onu yapmıyorsun. Bu ne iştir? diye diklenmek istedi. El-A'meş;
— Vallahi sana ve senin aralarında bulunacağın topluluğa aslâ hadis rivâyet etmem, cevabını verdi ve adamı terz-yüz edip gönderdi.
Demek oluyor ki, o günkü ulemâ sultanların, halifelerin tavassutuna bile itibar etmiyor, kıymet vermiyor, ilmi özgürlüğün, ilmin yüce şerefinin üstüne yönetimin gölgesinin düşmesini istemiyor, böyle bir şeye kendilerinin âlet edilmesine asla rıza göstermiyor ve Rutbetü'l-ilmi a'le'r-ruteb gerçeğine son derece dikkat gösteriyordu. Eğer haber doğru ise, Nizâmiye medreselerinin kurulduğu gün bazı Buhârâ âlimlerinin ilmin gıyâbında cenâze namazı kılmış olmaları -mecâzi anlamda da olsa- bu açıdan oldukça mânidardır.
Tarih boyunca bir çok âlimin hayatında gözlemlenen saraya ve sultanlara karşı çekimser davranma, onlara mümkün mertebe yaklaşmama tutumlarının sebepleri hiç şüphesiz çeşitlidir. Bu sebeplerin tek tek ve devir devir incelenmesi ve tesbiti çok uzun iştir. Ancak müşterek bazı temel anlayış ve sebeplerin bulunabileceği de muhakkaktır. Bize göre Kur’ân'da, peygamberin karşısına en azılı düşman olarak dikilenlerin "mele"' denen yöneticiler olduğunun ısrarla belirtilmiş olması, idarecilerin ilmi de yönlendirme eğilimlerinin hemen her devirde şu veya bu ölçüde ama mutlaka görülegelmiş olması gibi sebepler ulemanın söz konusu tavrında etkili olmuş gözükmektedir.
Sebep ne olursa olsun, Buhârî'nin Buhârâ Emirine karşı davranışı ile birçok örnek arasından seçip sunduğumuz üç misâl arasında, âlimlerin karakteri haline gelmiş hür davranış, ilmî özgürlük ve sorumluluk ortak nokta olarak dikkat çekmektedir. Zaten âlime de ilmî sorumluluk ve hürriyet kadar hiç bir şey yakışmaz. Bunun için olacak ki, “velev enne ehle'l-ilmî sânûhu sânehum = Ehl-i ilim, ilmin şerefini korumuş olsalardı, ilim de onların şerefini mutlaka korurdu" (4) denilmiş, isabet edilmiştir.
Emir Halid b. Ahmed ez-Züheli, Buhâri'den hıncını alacak fırsatı, kendisine gönderilen bir mektupla buldu. Mektup, aslında Buhârî'yi Nişabur'a davet eden, öğrencilerini Buhârî'yi karşılamaya gönderen ve kendisi de giden Muhammed b. Yahyâ (258/872)'dan geliyordu. Bilhassa Zührî'nin rivâyetleri konusunda yegâne otorite olan ve Buhârî'nin de kendisinden -açıkça ismini söylemeden de olsa- 34 hadis rivayet etmiş olduğu büyük âlim Muhammed b. Yahyâ, Buhârî'nin Nişabur'da gördüğü büyük itibar sonucunda kendi ders halkasının dağılması sebebiyle Buhârî'yi kıskanmış ve onu gözden düşürmek için "mes'eletü'l-lafz" diye literatüre geçen Kur'ân'ı telaffuz etmenin mahluk olup olmadığı meselesini fırsat bilmiştir. Buhârî bu konuda kendisine ısrarla yöneltilen sorulara başlangıçta "kul fiilleri mahluktur" gibi çok genel ve bir anlamda da siyâsi ya da ihtiyatlı cevap vermiştir. Buna rağmen onun cevabı, telaffuz kul fiili olduğuna göre, "benim telaffuz ettiğim Kur'ân mahluktur" demektir- değildir, şeklinde farklı yorumlara ve neticede gruplaşmalara sebep kılındı. Tabiî olarak da Buhârî, çarpık ve fevkalâde yanlış değerlendirmelere karıştırıldı. Zira Buhârî'ye nisbetinde asla şüphe bulunmayan "Halku ef'ali'l-ibâd"(5) adlı eserde görüldüğü gibi Buhârî, ehl-i sünnet kelâmcılarının görüşünü o gün en sağlam şekilde ve ilk defa ortaya koymayı başarmış olmanın imtiyazına sahiptir. Fakat Ni-şabur'da meydana gelen olaylar Buhârî'yi kısa zamanda Nişabur'u terkedip Buhârâ'ya dönmeye mecbur bırakmıştır. Mes'eletü'l-lafz tartışmalarından asla hoşlanmayan Muhammed b. Yahyâ, Buhârî'nin görüşlerinin zararlı olduğunu, o görüşte olanların kendi derslerini terketmelerini duyurdu. Bununla da yetinmeyip çevredeki ulemâ ve umerâya Buhârî aleyhinde, onu itizal ve bid'atcılıkla suçlayan uyarı mektupları gönderdi. Zehebî'nin İbn Ebi Hâtim'den naklen kaydettiğine göre Ebu Zür'a ve Ebu Hâtim, Muhammed b. Yahya'nın mektubunu aldıktan sonra Buhârî'den hadis rivayetini durdurmuşlardır. Buhârâ emiri de kendisine göre masum ve tabii olan tekliflerine olumlu cevap vermemiş olan bu zararlı(!) âlimin Buhara'daki ilim meclislerini dağıtmayı denemekte gecikmedi. Ancak başarılı olamadı. Neticede her âciz yöneticinin yaptığını yaptı, kaba kuvvete baş vurdu ve Buhârî'yi maskat-ı re'si olan Buhârâ'dan sürdü. Ulemâ takımından yardakçılar ve alkışçılar da kendisinin bu kararında yardımcı oldu. Hureys (veya Halid) b. Ebî Verkâ bunlardan biridir.
İmam Buhârî, bazı âlimlerin desteklediği idâri bir karar sonucu Önce Bikend'e oradan da Buhârâ'ya birkaç fersah uzaklıktaki Hartenk'e gidip yerleşti. Kalan ömrünü Hartenk'te sürgünde geçirdi ve orada kimsesiz ve yalnız olarak vefat etti. Hatta Abdülkuddüs b. Abdilcebbâr es-Semerkandî, Buhârî'nin vefatından bir ay kadar önce bir gece şöyle duâ ettiğini nakletmektedir:"Allahım, dünya bana dar gelmeye başladı, ruhumu kabzet!".
Buhârâ emiri Halid b. Ahmed, çok geçmeden hac yolculuğu esnasında tutuklanmış ve ömrünün kalan kısmını Bağdat'ta zindanda tamamlamıştır. Yardakçılarından kimisi ailesinden kimisi de çocuklarından çekmiştir. Buhârî ise, âlimlerin izzetini, Allah'a güvenlerini ve sadece Allah’tan istimdad etmeleri gerektiğini is'bat etmiş, nezâheti, ilmi, üstün ahlâkı ile duâsı makbul kişiler arasındaki yerini almış ve şerefiyle Rabbine gitmiştir.
Burada bir-iki noktaya işâret etmeme müsaade buyurunuz. Önce, Muhammed b. Yahyâ'nın talebesi, Buhârî'nin de dostu İmam Müslim'in tavrına dikkat çekmek istiyorum. Muhammed b. Yahyâ, "kim Buhârî'nin görüşünü benimsiyorsa meclisimizi terketsin" deyince İmam Müslim, kalkmış meclisi terketmiş ve hocadan o güne kadar yazdıklarını bir deveye yükleyerek iâde etmiştir. Herkesin çevresinden dağıldığı bir dönemde Buhârî'yi terketmeyen nâdir âlimlerden biri İmam Müslim olmuştur. Ancak yine de İbn Hacer'in ifâdesiyle, munsıf davranmış Sahîh'inde ne Muhammed b. Yahya'dan ne de Buhârî'den hadis rivâyet etmiştir. Herhalde O, bu davranışı ile, güncel konuların münakaşası neticesinde ilim adamlarının biribirinden kopmalarının, kamplaşmalarının aslında cemaata zarar vereceğini, böyle bir ortama düşmüş veya düşürülmüş olanların ister istemez tereddüt ve ihtiyatla karşılanacaklarını belgelemiş olmaktadır. Alimler arasındaki hased ve rekabetin mahkum edici karalamalara yol açtığı, bundan tarafların ve müslümanların zarar gördüğünü bu olayla da isbat edilmiş olmaktadır.
Öte yandan, Buhârî ve daha birçok âlimin sıkıntıya düşmesine vesile olan "mes'eletü'l—lafz" tartışması felsefenin İslâm dünyasına girmesinden sonra gündeme gelmiş, büyük ölçüde, dış kaynaklı bir kavram münakaşasıdır. Günümüzde de aynı niteliğe sahip yani temelde dış kaynaklı sosyal ve siyasi "mes'eletü 'l—lafz'lar bulunmakta ve sonu gelmeyen münakaşalara ve yoktan yere bir takım sıkıntılara vesile olmaktadır. Demek ki, insanlık ve problemleri hiç değişmiyor, sadece tartışma konulan kılık ya da isim değiştiriyor. Fakat anlaşılamayan yabancı kavramlar münakaşa ve sıkıntı konusu olmaya devam ediyor. Akif ne kadar haklı: "Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?"
O günkü kavram münakaşasına gerekli bilimsel cevapları verenler, Buhârî gibi ortamın çok karmaşık olduğu zamanda bile sünnî akideyi savunanlar ve konuya ait "halku ef'âli'l—ibâd" gibi eserler yazan âlimler çıkmış, münakaşalara kitaplık çapta ilmî cevaplar vermişler, gerçeği gözler önüne cesâretle sermişlerdir. Bugün de aynı geleneğin devamı pek tabii olarak beklenecektir.
Özetleyecek olursak, Buhârî, ilme ilim adamının özgürlüğüne ve ilmî kanaatlerine sahip çıkmış, müslümanları sağlam sünnet verileri ile eğitmiş bu uğurda karşılaştığı idârî baskıları da göğüslemiştir.



Kaynaklar:
1. Hatîb, Tarihu Bağdat, II, 4 - 33.
2. Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, XII, 453 - 469; a. mlf; Tezkire, II, 555-557.
3. Sübkî, Tabakâtü'ş-şâfiiyye, Kahire 1383/1964, II, 212-241.
4. İbn Kesir, el-Kâmil, Beyrut 1399/1979, VII, 412.
5. İbn Hacer el-Askalânî, Hedyü's-sârî, s. 244 - 245, 247; a. mlf, Tehzîbu't-Tehzîb, IX, 47 - 55.
6. Dr. el—Hüseyni Abdülmecid Hâşim, el-İmamu'l-Buhârî muhaddisen ve fakihen, Beyrut ts., s. 68 - 76.
7. İA, Tâhirî'ler, Buhârâ ve Buhârî maddeleri.



Doç.Dr. İsmail L.Çakan