๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 02 Kasım 2010, 18:42:14



Konu Başlığı: İlahi Azap ve İstiğfar
Gönderen: Zehibe üzerinde 02 Kasım 2010, 18:42:14
İlahi Azap ve İstiğfar

Dr. Kerim Buladı



ALLAH Teâlâ'dan günahların bağışlanmasını istemek ve ALLAH'a yönelerek tevbe etmek suretiyle günahlardan vazgeçmek ilâhî azabın gelmesini geciktirir mi? Veya önler mi?" Bu sorunun cevabını arayacağız bu yazıda. İşte başka bazı sorular: İstiğfar, rahat ve mutlu bir ortamın oluşmasını sağlar mı? ALLAH'tan bağışlanmayı dilemek ve O'nun emirlerine karşı direnmenin ve muhalefet etmenin neticesinde meydana gelen günahlardan dolayı tevbe etmek ve ALLAH'a yönelmek hem bireyin ve hem de topyekûn toplumun ve milletin temel görevi midir? Bireyin ve toplumun buna ihtiyacı var mıdır? Toplumsal barış ve huzurun temininde buna gerek duyulmakta mıdır? Bütün bunların ve benzeri soruların cevabını Kur'ân-ı Kerim'in beyanları doğrultusunda aydınlatmaya gayret edeceğiz. Öncelikle İstiğfar ve azap kelimelerinin anlamlarını vermek istiyoruz.

1-İstiğfar: Söz ve fiille ALLAH'tan bağışlanmayı dilemektir.1 İstiğfar, ALLAH'tan günahın bağışlanmasını istemek anlamına da gelir.2 ALLAH'tan günahın bağışlanmasını isteme, "esteğfirullah" deme, tevbe etme demektir.3 Azap: Şiddetli bir şekilde acı verme, ceza, işkence anlamındadır. Ta'zip kelimesi ise, kamçının ucuyla bir kimseyi şiddetli bir şekilde dövmek manasınadır. Vurmak anlamına geldiği de söylenmiştir.4

2- ALLAH'tan Bağışlanmayı Dilemek Azabı Önler mi?

ALLAH'tan bağışlanmayı dilemek, tevbe etmek, günahlardan vazgeçmek anlamındaki "istiğfar", ilâhî azabın gelmesini önleyebilir. Çünkü, istiğfarda, bir pişmanlık duyma, özür dileme, günahlardan vazgeçme, kulluğu itiraf ederek yüce yaratıcıya teslim olma gibi önemli ve değerli duygular yatmaktadır. ALLAH Teâlâ, kendisine teslim olanları, kendisine güvenip itimat edenleri, günahlarını terk ederek kendisine yönelenleri sever ve onlara gazap etmez. Bu konuda Kur'ân'ın ifadesine bir göz atmak yeterlidir: "...Şüphesiz ALLAH, tevbe edenleri sever..."5

İstiğfar kelimesinin bir anlamı da tevbe etmek olduğuna göre, ALLAH istiğfarda bulunanları sever ve onlara merhamet ve şefkatle muamelede bulunur. Müminin kulluk hayatı, tevbe ile bütünleşmektedir. Tevbe ve istiğfar, müminin vasfıdır. Mümin bir hata, bir kötülük, bir çirkinlik, bir haksızlık yaptığında hemen istiğfarda bulunan kimsedir. Mü'min bile bile hata ve günahlarda asla ısrar etmez. Onun hayatında, ALLAH'ın razı olmadığı yasaklarda ısrar etme mantığı asla yoktur. O, tevbe ve istiğfar etmeyi bir ibadet sayan ve yaptığı bütün olumsuzluklara karşı öncelikle ALLAH'tan bağışlanmayı isteyen ve sonra da hakkına tecavüz ettiği insanlardan özür dilemesini ve helâllik almasını içine sindiren ve bu konuda nefsin enâniyetlerine sabır ve metanetle direnmesini bilen ince ruhlu bir kimsedir. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şöyle dile getirmektedir: "Onlar bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde ALLAH'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfar ederler. Zaten günahları ALLAH'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler."6

Tevbe ve istiğfar kelimelerinin Kur'ân'da yoğun olarak geçmesi7, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu temin etmek için bunlara şiddetle ihtiyaç duyacağını göstermektedir. Dünya ve âhiret saadetini bu iki kelimenin muhtevasını kavrayarak elde edecek olan mü'min, şahsî, ailevî, toplum ve millet hayatında da bu iki kavramın derinliğine dalarak elde ettiği haz neticesinde ve ölçüsünde huzurlu ve mutlu olacaktır. Bu iki kavramın içeriğini kavrayamayan ve bunlara göre hayatını tanzim etmeyen bireylerin, ailelerin, toplumların ve milletlerin ruh ve kalpleri günah, isyan, zulüm gibi kavramlarla lekelenmiş ve vicdanları körelmiştir. Böyle bir toplum, günahların zifiri karanlıklarında boğulmaya, kaybolmaya mahkumdur. Böyle bir çerçevede düşündüğümüz takdirde, günahların baş tacı edildiği hangi toplumun huzur ve güvenli bir şekilde hayat sürdürdüğünü veya sürdüreceğini söyleyebiliriz? Her türlü olumsuzlukların altında tevbe ve istiğfardan kaçışın aranması gerektiğini söylemek, abartılı değildir kanaatindeyiz.

Günah, bireysel ve sosyal hayatı derinliğine ilgilendiren bir olaydır. İyi bir neticeye yaklaştıran sevap fiilinin karşısında kulu, bazen başkalarının meşru hakları, bazen kendisinin öz hakkı, bazen de ALLAH Teâlâ'nın öz istek ve yasakları karşısına başkaldırmış olarak çıkaran günahlar bulunur. Ferdin kendi içinin kararmasını, en isabetli sonuçtan uzaklaşmasını hazırlayan günah olduğu gibi, toplumların en ürpertici şekilde cezalandırılmasını hazırlayan da günahtır.8

Bütün düşüş ve yok oluş sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye, ALLAH'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır.9

Günah ve onun oluşturacağı olumsuzluklardan kurtulmak için tevbe ve istiğfarın yapılmasında zaruret vardır. Günahkâr bir toplumun, ilâhî bir cezaya çarptırılmasını önleyen en önemli güç istiğfar yani, ALLAH'tan bağışlanmayı dilemektir. Bir bakıma hatalarından dönerek günahlara elveda anlamında olan istiğfarın ne derece önemli olduğunu Kur'ân bizlere beyan etmektedir.

Kur'ân-ı Kerimi, öncekilerin masalları olarak niteleyen, Kur'ân'ın ALLAH katından gelmiş bir hakikat olması durumunda, ALLAH tarafından gökten üzerlerine taş yağdırmasını isteyen kâfirlerin10 bu taleplerine karşı şöyle buyrulmuştur: "Halbuki sen onların içinde iken ALLAH, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de ALLAH onlara azap edici değildir."11

Görüldüğü gibi, âyette "üzerimize taş yağdır" diyerek haddi aşan bir topluluğa azabın indirilmeyişi iki sebebe bağlanmıştır. Birincisi, Hz. Muhammed (a.s) in onların arasında bulunmuş olması. O, onların arasında yaşadığı müddetçe ALLAH, onların kökünü kazıyacak bir azap göndermemiştir. Bu, onun, ALLAH katındaki mevkiini ve kıymetini göstermektedir. İkincisi, onlar, tevbe ve istiğfara devam ettikleri sürece ALLAH, onlara azap etmeyeceğini beyan etmiştir. Burada açıkça anlamaktayız ki, bir bireyin, bir toplumun ALLAH'a yönelmesi, bağışlanmayı dilemesi ve günahlarından vazgeçerek tevbe etmeleri, ilâhî cezayı önlemektedir. Müşriklerin önde gelenlerinden Nadr b. Haris, "Eğer bu Kur'ân gerçekten ALLAH kelâmı ise, bizim bunu inkar etmemize karşılık bir ceza olmak üzere ALLAH ya başımıza gökten taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap göndersin" diyerek sözünde ısrarlı olduğunu açığa vurmak, küfür ve inkârında iddialı olduğunu göstermek ve Kur'ân'ı küçümsemek istemişti. Böylece aslında hak ettikleri azabı ağzı ile istemiş ve itiraf etmiş, öbürleri de bunu kabul etmiş bulunuyorlardı. O halde ALLAH, neden hemen o anda hak ettikleri azabı onlara göndermedi?12

Elmalılı, "Halbuki, ey Muhammed, sen onların içinde iken ALLAH onlara azap edecek değildi..." âyetini şöyle izah eder: Sen onlar için rahmetin kendisiydin, senin bulunduğun yere azap indirmek imkan ve ihtimal dahilinde değildi. Sen içlerinden çıksan bile onlar tevbekâr olup, istiğfar ettikleri takdirde ve içlerinde istiğfar edip imana gelenler veya gelecekler varken de onlara öyle köklerini kazıyacak bir azap erişmezdi. Onlar, böyle söyledikleri zaman o kâfirlerin başlarına taş yağdırılmaması veya başka türlü bir elim azap ile cezalandırılmamaları, onların onu hak etmediklerinden dolayı değil, ALLAH Teâlâ'nın Rasûlüne ve istiğfarı söz konusu olanlara büyük lütfundan dolayıdır. Çünkü içlerinde peygamber varken veya istiğfar eden veya edecek olanlar bulunuyorken azap etmek, ALLAH'ın sünnetine uygun değildir.13

Bu âyet, istiğfarın azaptan kurtulmaya ve azaba karşı emin olmaya vesile olduğunu gösterir. İbn Abbas'a göre azaba karşı onların içinde iki eman vardır. Birincisi, ALLAH'ın peygamberi, ikincisi, istiğfar. Peygamber geçip gitmiştir. Ancak istiğfar kıyamete kadar bakidir.14

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki, onlar istiğfarla meşgulken ALLAH, onlara köklerini kazıyacak bir azap göndermeyecektir. Bu kaide sadece Kur'ân'ın nüzulü çağındaki insanları kapsamamaktadır. Bu, kıyamete kadar Kur'ân'ın muhatabı olan bütün insanları içine almaktadır ki, biz buna "sünnetullah" (ALLAH'ın kanunu) da diyebiliriz. Bazı müfessirler, bu âyetteki "istiğfar" kelimesinin İslam manasına olduğunu söylemişlerdir.15 ALLAH, onların içinde Müslüman olacakları ezelî ilmine göre bildiği için, onlara azap gönderecek değildir. Demek ki, bir toplumun içinde Müslüman'ın yani, ALLAH'a teslim olanların varlığı, onların ALLAH Teâlâ'ya kulluk etmeleri, yalvarıp yakarmaları, o topluma ilâhî azabın gelmesini önlemektedir.

İbn Abbas, içlerinden peygamber ve ona inanan müminler çıkmadıkça ve emrolundukları yere varmadıkça hiçbir karyeye azap edilmemiştir, demektedir. Yine İbn Abbas, müşriklerin tavaf esnasında "Ğufrâneke Ey Rabbimiz! Affına sığındık" diyerek istiğfarda bulunduklarını belirtmektedir. İstiğfar, kötü ve günahkar kimseler tarafından yapılsa bile, bazı zararlar ve şerler onunla def edilir. Yukarıdaki âyette belirtilen istiğfarın, kafirlerin arasında bulunan Müslümanlara ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyetin manası, "Onların içinde Müslümanlardan istiğfar eden bulundukça ALLAH, onlara azap edecek değildir." Nitekim, Müslümanlar onların arasından çıkınca ALLAH, Bedir Günü ve benzeri zamanlarda onlara azap etmiştir.16

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir toplum ve bir milletin içinde İslam'a inanan ve inandığı gibi yaşayan bir topluluğun bulunması, o toplumun ve milletin zararına değil bilakis lehinedir. Hatta bu, onlar için ALLAH'ın bir lütfudur. Her türlü sosyal, siyasal, ekonomik ve ahlakî problemlerin neticesinde toplumların maddî açıdan görecekleri yıkımın yanında, manevî yönden de belki ondan daha şiddetli ve çetin ceza ve sıkıntılar görebilirler. Çeşitli semavî ve arazî (göksel ve yersel) âfetlere maruz kalabilirler. Böyle bir durumda ilk önce ALLAH'a el açıp samimi bir şekilde yalvaracak yine müminler topluluğudur. Adaletsizlik, zulüm, baskı, rüşvet, isyan, her türlü günaha dolu dizgin dalan ve hayatlarında kulluk ve ibadete yer vermeyen ve hatta önemsiz sayan kimselerin, bela ve musibetlerde, göksel ve yersel âfetlerin vukuu anında takınacakları tavır, korkudan mütevellit gayri samimi bir davranış ve yakarıştan başka bir şey değildir. Çünkü böyle kimselerin kalbi, çeşitli günahlar ve zulümler yüzünden kararmış ve katılaşmıştır. Ancak samimi ve saf bir kalple ALLAH'a yalvarmanın bir faydası vardır. Bunu da ancak inanan ve inancına göre hareket eden Müslümanlar yaparlar. Her şeyi maddî perspektiften ele alıp inceleyenlerin hesap etmedikleri durum da budur.

Gelişen hadiseleri sadece fizikî boyutları ve buna bağlı kanunlarla değerlendirmek, tek taraflı bir tutum ve sübjektif bir davranıştır. Her alanda Müslümalan yaşantılarını, tavırlarını, inançlarına göre amel etmelerini yadırgayan, önemsiz bulan, çağdışı sayan ve yeri geldiğinde inançlarını amelleri ile bütünleştirme gayretinde olan samimi dindar Müslümanları horlayan ve hatta kamusal ve özel alanlardan uzaklaştırmak isteyenlerin topluma ve millete yaptığı büyük haksızlıktır.

Yukarıda istiğfarın yani, ALLAH'tan günahların bağışlamasını istemenin, bazı zararları ve kötülükleri önleyeceğini belirtmiştik. Kur'ân-ı Kerim'in şu ifadesi bu konuda bize ışık tutmaktadır: "Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını güzel gösterdi."17

Âyette, ALLAH tarafından çeşitli sıkıntılara, musibetlere ve darlıklara maruz bırakılan insanların ve toplumların, ALLAH'a yalvarmaları ve tevbe etmeleri istenmektedir. Ancak kalpleri katılaşan ve uyanma kabiliyetlerini yitiren ve böyle sıkıntıların kim tarafından ve ne maksatla verildiğini kavrayamayan kimselere işaret edilmekte ve böyle kimselerin duaya, tevbeye yanaşmadıkları vurgulanmaktadır. Böyle bir durumda ilk önce uyanacak olanlar yine inandığı gibi yaşamaya çalışan Müslümanlardır. Onların tazarruda bulunması, tevbe ve istiğfara yönelmeleri, ilahî cezanın derinleşmesine, hafiflemesine ve belki de savuşup gitmesine vesile olabilir. O halde tevbe ve istiğfar bir toplum ve millet için zarurî ve vazgeçilmez bir unsurdur. Tabi bu tespitlerin kabul görmesi, İslam'a inanan ve inanmakla şeref bulan birey, toplum ve millet için söz konusudur.

Bir toplumun ahlakî durumu düzgün olduğu sürece ALLAH, onları helak etmeyeceğini belirtmektedir. Bu hususta Kur'ân'ın ifadeleri şöyledir: "Gerçek şu ki: Halkı habersizken, Rabbin haksızlık ile ülkeleri helak edecek değildir."18 "Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helak etmez."19

Müfessirlerin bir kısmı "haksız yere (zulümle)" ifadesine şöyle yorum getirmişlerdir: ALLAH, bir toplumu, sırf Kur'ân'a muhalif inançlarından dolayı helâk etmez. Halk birbirleri ile ilişkilerinde âdil ve iyi olduğu sürece, yalnızca çok tanrıcı inançlara sahip olmaları (ki geniş anlamda İslam inancına karşı olan her inançlar bütünü olarak yorumlayabiliriz), toplumun ilahî bir cezaya veya helake uğraması için yeterli bir sebep olmaz demektedirler. Eğer halk, birbirlerine karşı kötü davranmıyor, birbirlerinin çıkarlarına zarar vermiyorsa, inançsız olmaları helaki (toplumsal çöküntüyü) gerektirmez. Burada şu meşhur vecizeye dikkat çekiyorlar: "Küfür ve putperestlikle iktidar olunabilir, ancak adaletsizlik ve zulümle asla."20

Toplum ve millet hayatında "Mülk küfür ile payidar olur amma, zulüm ile asla" sözünün hiçbir zaman unutulmaması gerekir. İktisadî adaletsizliğin olduğu bir toplumda, zulüm, baskı, şiddet, terör, içki, kumar, fuhuş, rüşvet ve her türlü yolsuzluk ve insan haklarına tecavüz hakimdir. Bunların hakim olduğu bir toplumda halkın birbirine iyi, güzel ve âdil davranması mümkün değildir. Hatta o toplum belirli bir dine ve inanca mensup olsa bile. Bugünkü Müslüman toplumları buna misal verebiliriz. Böyle olumsuzlukların hakim olduğu bir toplumun, toplumsal çöküş sürecine girmemesi mümkün değildir. Bu durumdan toplumu kurtaracak olan, toplumun günahlardan vazgeçmesidir yani, tevbe ve istiğfardır. Kısacası ALLAH'a yönelerek O'nun emirlerine teslim olmak ve mümkün olduğunca günahsız bir toplum oluşturmaya çalışmak ilahî cezaların önüne geçebilir.


 

DİPNOT 1. İsfehânî, el-Müfredât fi Ğaribi'l-Kur'ân, Beyrut, ts. s. 362 2. Ebû Bekr er-Râzî, Muhtaru's-Sıhah, İstanbul, 1980, s. 409 3. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara. 1978, s. 546 4. İsfehânî, a.g.e.. s. 327 5. Kurân-ı kerim, Bakara, 2/222 6. Kur'ân-ı Kerim, Âl-i İmrân.3/135 7. Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, Mu'cemü'l-Müfehres li Elpazi'l-Kur'âni'l-Kerim, İst. s. 156-158 8. Bkz. Sadık Kılıç. Kur'ân'da Günah Kavramı, Konya, 1984, s. 32-33 9. Bkz. Elmalı'lı. Hak Dini Kur'ân Dili, İst. 1971, III, 2212 10. Kur'ân-ı Kerim, Enfâl, 8/31-32 11. Kur'ân-ı Kerim, Enfâl, 8/33 12. Elmalı'lı, a.g.e., IV, 2398-2399 13. Elmalılı. a.g.e.. IV, 2398-2399 14. Faruddin Râzî. Mefâtîhu'ı-Ğayb, Beyrut. 1990. XV, 127 15. Râzî. a.g.e. XV, 127; Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'ân Beyrut. 1995. c. IV, cz. VII, 357 16. Kurtubî, a.g.e., c. IV, cz. VII, 357 17. Kur'ân-ı  Kerim, En'âm, 6/43 18. Kur'ân-ı  Kerim. En'âm, 6/131 19. Kur'ân-ı  Kerim, Hûd, 11/117 20. Bkz. Râzî. a.g.e., XVIII. 61; Mazharuddin.