๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 18:52:09



Konu Başlığı: İhlasa erdirilmiş kullar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 18:52:09
İhlasa Erdirilmiş Kullar

Sâd Sûresi’nin sonlarında Allah (cc)’ın meleklere ve İblis’e eşref-i mahlûkat olarak yarattığı Hz. Âdem (as)’a secde etme emri ve gelişen hadiseler anlatılır. Kısaca değinirsek Cenâb-ı Hakk insanı çamurdan yaratır ve ona kendi ruhundan üflediğinde ise meleklerin ve İblis’in hemen secde etmelerini ister. Melekler itaat ederken İblis şahsi mülahazalarının neticesinde söz dinlemez ve huzurundan kovulur. Fakat İblis lanetlenip, kâfirlerden olduğu halde, Allah’tan kıyamet gününe kadar mühlet ister. Maksadı ise “güya” kendisinin insandan daha hayırlı olduğunu ispat etmektir. Der ki: “O halde senin izzetine yemin ederim ki, mutlaka onların hepsini azdıracağım, ancak onlardan İHLÂSA ERDİRİLMİŞ kulların müstesnâ.” Böylece Sâd Sûresi beş âyet sonrasında nihâyet bulur ve yerini Zümer Sûresine bırakır.

Atasözü vardır, “Su uyur, düşman uyumaz” diye. Burada düşmanın ne denli tehlikeli olduğunu ve karşısında daima uyanık kalmanın ehemmiyeti anlatılmak istenir. Hayatta ise düşman da insan olduğundan uyuyabilir veya savaş bitip sulh imzalanabilir, belki de eski düşmanlar dost vaziyeti alabilir. Yani hiçbir düşmanlık ilânihaye devam etmez. Ama bir şey var ki hiç değişmez; o da İblis ve avanelerinin biz insanlara duydukları kin ve adâvettir. Durum bu kadar vahim görünüyorken yukarda zikrettiğimiz âyetin sonunda, davasından vazgeçmez düşmanımızın yine kendi ağzından bir itirafına şahit olduk. O da İHLÂSA ERDİRİLMİŞ kulları azdıramayacağı ve yoldan çıkartamayacağıdır. Madem insanların İblis’in kurduğu tuzakların arasından ve cehenneme götüren mayın tarlasından selametle geçmek için tek çareleri ihlâstır. Öyle ise bu zamanın dehşetini ve hastalıklarını anlayan, İblis’in desiselerini çözen ve tedavi yollarını gösteren bir rehbere ihtiyacımız var. Aradığımız o rehber ise; tarihin üç farklı sahnesinde, Kur’ân ve sünnet davasını mükemmelen temsil eden,  ortaya koyduğu çözümlerle nefsini ve şeytanı susturan Bedîüzzaman Hazretleri’dir. Üstad, bu girift ve nazik konuyu Lem’alar eserine Yirminci ve Yirmi Birinci Lemalar olarak dâhil etmiş ve talebelerinden Yirmi Birinci Lem’a’nın en az on beş günde bir defa okunmasını istemiştir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin en önemli talebesi ve kendisinden sonra davasının mümessili olan, Üstadının kendisi için “Sırr-ı ihlâsa tam mazhar olmuştur” dediği Ahmed Husrev Efendi ise bu risâlenin ehemmiyetinden dolayı talebelerinden bu risalenin ezberlenmesini arzu etmiştir. 

Bu yazımızda, İhlâs Risâlesinin iki parçasını baştan sona tahlil etmek yerine, Yirmi birinci Lemanın ilk paragrafındaki bir kısım ifadelerinin üzerinde duracağız:

“EY ÂHİRET KARDEŞLERİM VE EY HİZMET’İ KUR’ÂNİYEDE ARKADAŞLARIM BİLİRSİNİZ VE BİLİNİZ!”

Müellifinin tarifiyle “Kur’ân’ın manevî bir tefsiri” olan Risâle-i Nur, hakîkat gözüyle bakan ve ihtiyaç hisseden tüm insanlara maddî ve manevî şifa kaynağı ve hidâyet vesilesidir. İhlâs ise bütün cemaatleri ve fertleri umumen alakadar eden bir sırr-ı azîmdir. Bu cihetle, yazılan hakîkatler sadece nur dairesine hitap etmek yerine muhtaç olan bütün gönüllere âb-ı zemzem hükmündedir. Üstad Hazretleri de bu hassasiyeti göz önünde bulundurarak Risâleleri neşretmiştir. Fakat işin zorluğu bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü her ferdin bir ihlâs yorumu olabilir. Eğer “Sizin bildiğiniz yanlış, böyle olması lazım!” edasıyla bir şeyler söylerseniz, dinlenme ihtimaliniz haliyle düşük olacaktır. Bu sebeple tepki çekmeden, muhatabın kulaklarını açık tutarak izahta bulunmalı. İşte İhlâs Risâlesinde bu ince ayara riâyet edilmiştir. Bu düstura uyulduğunu mevzunun hemen başında görmek mümkündür.

Şöyle ki; ilk cümlemizi daha iyi anlamak için parçalarsak, kanaatimce ince bir nükteyi yakalayabiliriz. Evvela iki gruba sesleniş var “Ey âhiret kardeşlerim” ve “Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım” ve sonra iki fiil “bilirsiniz” ve “biliniz!” Yani “Âhiret kardeşlerim olan sizler, zaten ihlâsı bilirsiniz” ve “Hizmet-i Kur’âniyede olan nur arkadaşlarım sizler de biliniz!” Taltifli ifade âhiret nokta-i nazarında ehl-i cennet olan kardeşlerine (bütün mü’minler), emir sığası  ise nur dairesinde Kur’ân’a hizmet etmede yol arkadaşlarına bakıyor diye düşünebiliriz. Çünkü muhatabı ikna etmek istiyorsak, “Bilmiyorsun, dinle!” demektense  “Zaten bilirsin!” demeli, ama akabinde öyle güzel izah edilmeli ki dinleyeni rencide etmeden dersini vermeli. Bu ikna metodunu Resûl-ü Ekrem (a.s.m)’ın mübarek torunlarında görmekteyiz: Şöyle ki:

Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin yaşlı bir amcanın inceliklerine dikkat etmeden abdest almadığını görürler. Çocuk olduklarından dolayı  “yanlış yapıyorsun!”  desek tesir etmez düşüncesiyle, farklı bir yol izlerler. Derler ki:

—    Amca, biz çocuk olduğumuzdan tam abdest almasını bilmeyebiliriz. Sen bilirsin, bize yanlışlarımızı söyler misin?

—    Elbette çocuklar. Diye cevap verir yaşlı adam.

İki efendimiz, abdestlerini her türlü hassasiyete dikkat ederek alırlar. Bitirdiklerinde ise yanlışlarını bulması lazım gelen ihtiyar esefle şunları ifade eder.

—Hayır çocuklar. Siz mükemmel abdest aldınız. Dikkatsiz davranan ve eksik bırakan benim. Allah razı olsun iyi bir ders verdiniz.

Evet, Üstad Bediüzzaman Hazretleri de,  kimseye “İhlâsı yanlış biliyorsunuz!” demeden hatta “Siz zaten bilirsiniz!” deyip, neyi nasıl bilmeleri lazım geldiğini nâzik bir lisan ile anlatmış, tâ ki izahları istifadeye medar olsun.

“BU DÜNYADA HUSUSEN UHREVî HİZMETLERDE”

İhlâs, bütün insanların, dünyevî ve uhrevî işlerinde olmazsa olmazlarındandır. Âhiret noktasında, ihlâs rıza’yı İlahiyeye vesile olduğu gibi dünyevî işlerde de muvaffakiyetin anahtarıdır. Eğer bir amelimiz ihlâsın sırrına mazhar olursa, ondan elde edilecek sevap ve hasenat binlerle katlanabilir ve en yüksek bir makam olan rızâya eriştirebilir. Dünya ile alakalı çalışmalarımızda ise ihlâs ve samimiyet, matlup olan neticenin bir an önce tahsil edilmesine vasıtadır. Bu ölçü hem Müslümanlar hem batıl bir dava peşinden koşanlar için de geçerlidir. Çünkü dünya imtihan yeridir. Dolayısıyla kim ciddiyetle çalışır, gayret eder, samimi ittifak ederse Allah karşılığını verir. Eğer öyle olmasaydı, hep Müslümanlar kazançlı, kâfirler kayıpta olmaları icap ederdi. Bu ise imtihan sırrını bozardı. Herkes bilmecburiye dünyadan nasip alabilmek için iman etmek zorunda kalırlardı. Böyle olmadığını ise hâl-ı âlem şahitlik etmektedir. Çünkü davasına inanmış kimseler, dalaletli zulmetli ve batıl fikirlerine rağmen, garazsız birleştiklerinden dolayı ihlâsın dünyaya bakan sırrı onları başarılı yapmaktadır.

Öyle ise maksadımız dünya olsun, âhiret olsun ihlâs bize elzemdir.

1. “EN MÜHİM BİR ESAS”

Esas: Bir şeyi meydana getiren ana unsur, asıl yapı, temel manalarına gelir. Bir cümleden ana unsur çıkarsa anlamını kaybeder. Bir binanın temeli çürükse, o yapı ayakta duramaz, çöker. Aynen bunlar gibi; sözlerimizin, yaşantılarımızın, fiillerimizin ana unsuru ve temeli ihlâs olmasa değer ve kıymetleri kalmayacaktır.

Mesela matematikte sıfır rakamı kendinden büyük sayılar için bir temeldir. Bu alanın uzmanları sıfırın bulunmasını hesaplamalar için bir devrim olduğunu ifade ederler. Bu sebepten sıfırın üstündeki rakamların çarpımları kendilerinden daha büyük rakamlara netice vermektedirler. Örneğin 2x2=4   3x3=9 gibi. Ama kesirli rakamlar sıfır gibi bir temele dayanmadıklarından çarpılmaları büyümelerine değil daha da küçülmelerine sebep olmaktadır. Örneğin 0,5x0.5=0,25   0,2x0,2=0,04 gibi.

Evet, bir cemaat kendi esasını ve onu o yapan doğrusunu kaybederse onların ziyadeleşmesi, kesirli sayıların çarpımı gibidir. Yani çoğalmak yerine devamlı küçülürler.

İşte İhlâs dünyevî uhrevî işlerimizde “EN MÜHÜM BİR ESAS”tır. İhlâsı kaybedersek hem dünyamız hem âhiretimiz çökmeye ve dağılmaya namzettir demektir.

Mezhep imamları insanların Kur’ân’ı ve sünnetleri doğru anlamada bir temeli bir esası teşkil etmişlerdir.

Mesela: Bir gün imam-ı Züfer ve İmam-ı Muhammed aralarında İmam-ı Azam olduğu halde yürümekteydiler. Latife olsun diye İmam-ı Züfer, hocaların boyunun kısa olduğunu ifade etmek için der: (Her iki talebesinin boyları uzundu)

—İmamımız bizim aramızda “Lenâ” ’nın nun’u gibidir.

İmam-ı Muhammed hemen karşılığını verir:

—Eğer o (İmam-ı Azam)  olmasa  “Lenâ” “Lâ” olurdu. (Lenâ yazısından nun harfi çıkartılsa geride yok manasında Lâ kalır.)

Evet İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel gibi zatlar mezheblerin esası olmuşlar. Onlarsız dini anlamak bizlere zor olacaktı.

İşte onlar dinin, ihlâs ise dünyevî ve uhrevî işlerimizin “EN MÜHİM BİR ESAS”ı olmuştur.

Haydi, onu elde edelim!

2. “EN MÜHİM BİR KUVVET”

Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi 246–251 âyetleri arasında Tâlut ve Câlut adlı iki komutanın savaşından bahsetmektedir. İsrailoğulları, o dönemde Câlut ve kavmi tarafından taciz edilmekteydiler, peygamberleri olan Eşmuil (as) (Râzi c.3, 185) kendilerini müdafaa etmesi için Allah’tan bir komutan ister. Allah (cc) de Tâlut’u başlarına komutan tayin eder. İsrailoğullarının o zamana kadar iki kolu vardı. Birinden Peygamberler diğerinden hükümdarlar gelirdi. Tâlut bir başka koldan olunca genel kabul görmez. Fakat Allah (cc)  komutanlığını o güne kadar kayıp olan kutsal tabutu melekler tarafından önüne bıraktırarak teyit eder. (Nesefî c.1,249)

Câlut ise bugünkü Mısır ve Filistin arasında o dönem yer alan Amalika kavminin hükümdarıdır.

Allah (cc)  Tâlut’un ordusunu Câlut’un üzerine gönderir. Fakat az ve zayıf olan ordusunu da bir nehirle imtihan eder ve azlıkları daha ziyadeleşir. Bu muamele onları zahiren güçsüzleştirirken, hakîkatte ihlâslı olanların seçilmesiyle daha da kuvvetlendiler. Bu azalan ordu ihlâslarını pekiştirdiklerinden dolayı “Nice az sayıdaki topluluk, daha da çok sayıdaki cemaate Allah’ın izniyle galip gelmişler.”  Âyetine maasadak olup üstün çıktılar. Câlut’u, Tâlut’un ordusunda bulunan ve o zaman çocuk yaşta olan Davut (as) öldürmüştür.

Evet, az olabiliriz, ama ihlâs bize “EN MÜHİM BİR KUVVET”  olup nice aşılmazları aşılır bir hale getirebilir. Çok görünenleri karşımızda mağlup edebilir.

Haydi, onu elde edelim!

3. “EN METİN BİR NOKTA’İ İSTİNAD”

Kâdiri Tarikatının en mühim bir güneşi ve sair evliyalara muhalif olarak “nefs-i sâfiye” makamında bulunması hasebiyle aşikâr kerametleriyle maruf Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin tam teslimiyet içinde bir müridi varmış. Bu müridine kolay olsun zor olsun ne sorsalar “Ben bilmem Şeyhim bilir” diye karşılık verirmiş. Bir gün ömrü hitam bulup, kabre konulduğunda, sual melekleri gelir sorularını sıralarlar. “Rabbin kim?”, “Dinin ne?”, “Nebin kimdir?” diye. Fakat ne sorsalar “Ben bilmem Şeyhim bilir!” diye âdeti üzere cevap vermiş. Buna şaşan melekler Allah’a bu hali sorarlar. Rabbimiz hikmet lisanıyla onlara der ki: “Madem Şeyhi bilir. Biz de Şeyhini biliriz. Ona rahmetimle muamele edin!”

İşte firavun meşrep nefsimize dayanmak yerine bütün işlerimizde “EN METİN BİR NOKTA-İ İSTİNAD” olan İhlâsa sırtımızı vermek lazım.

Haydi, onu elde edelim!

4. “EN KISA BİR TARİK-İ HAKİKAT”

Dıhye-i Kelbî, iman etmeden önce zengin bir Arap melikiydi. Peygamber Efendimiz (asm), onun Müslüman olmasını çok arzu ederdi. Zira mevki ve itibarı ile etrafında ona bağlı 700’den daha fazla kişi vardı. Onların da İslâmiyet ile şereflenmeleri kendisine bağlıydı. Dıhye-i Kelbî, Müslüman olmak isteyince, Cenâb-ı Hakk, Resûl-ü Ekrem (asm)’e bir sabah namazından sonra vahyederek; Dıhye’nin kalbine iman tohumunun atıldığını bildirdi. Biraz sonra Dıhye, Mescid-i Nebeviye girdi. Peygamber Efendimiz (asm) omuzlarındaki elbisesini yere serdiler. Oraya oturmasını işaret buyurdular. Peygamber Efendimiz (asm)’ın bu keremini gören Dıhye’nin gözlerinden yaşlar boşandı. Hürmetle ve saygı ile “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Peygamberimiz (a.s.m) sordu:

—  Niçin ağlıyorsun?

—Yâ Resûlallah! Ben çok büyük günahlar işledim. Bu günahlarımın kefareti nedir?

Malımın, mülkümün sadaka olarak verilmesi mi, yoksa öldürülmem mi gerekiyor?

— Ey Dıhye, nedir günahın?

— Yâ Resûlallah! Cahiliyet devrinin âdetine uyarak kız çocuklarımı öldürmüştüm.

Tam o sırada Cebrâil (as) gelerek buyurdu ki: “Yâ Resûlallah! Allah-ü Teâlâ Müslüman olanların cahiliyet devrindeki günahlarını affetti.”

Bunu duyan Dıhye-i Kelbî, çok sevindi ve ona bağlı kimseler de Müslüman olmaya başladı.

Cebrail (as) çok defa Dıhye-i Kelbî şeklinde görünürdü.

İşte fersah fersah uzakta görünen hakîkat menzili, ihlâs tarikiyle, Belkıs’ın tahtı misali hemen aklımıza gelebilir. Evet,  “bu’diyet ” kula aittir, ama “kurbiyet” sahibi ve bize şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimiz razı olursa elde edilemeyecek hakîkat yoktur.

Haydi, onu elde edelim!

5. “EN MAKBUL BİR DUA-YI MANEVİ”

Sevgili Peygamberimiz (asm) ‘şehitliğin’ üstünlüklerini anlatıyorlardı. Buyurdular ki: “Kıyamet gününde şehitler, Mahşer yerine gelirken; orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar; çocukları, akraba ve dostlarından 70.000 kişiye şefaat ederler.”  Bu sözleri işiten Nevfel ismindeki Sahâbe, iki oğlu ile hanımını oraya getirdi.

—    Yâ Resûlullah! Bir duâ etmek istiyorum. Siz de ‘’âmin’’ der misiniz? Diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm) kabul ettiler. Bunun üzerine Nevfel:

— Yâ Rabbi, Nevfel kulunu şehit, bu yavrularını yetim, bu hanımını dul eyle, duasında bulundu. Peygamberimiz (âmin) dediler. Hazret-i Ali’nin bildirdiğine göre; ilk Gazada Nevfel, gerçekten şehit oldu... Gazadan sonra Allah’ın Resûlü ve arkadaşları Medine’ye dönüyorlardı. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar, karşılamaya çıktılar. Hepsi sevinç içindeydiler. Nevfel’in hanimi, çocukları ve ihtiyar annesi karşılayıcılar arasındaydı.

— Gazanız mübârek olsun. Yâ Resûlullah! Nevfel’in hali nicedir? Diye sordular. Merhametli Efendimiz (asm)’ın gözleri nemlendi. Şehitlik haberini vermeğe mübârek kalpleri dayanamadı. Elleriyle arka tarafı işaret buyurup, geçtiler. Arkadan Hazret-i Ali geliyordu. Nevfel’in yakınları, ona sordular. Allah’ın Aslanı dahi eliyle arka tarafı işaret etti. Sonra Hazret-i Ömer geliyordu.  Ömer (ra) da, ayni şekilde hareket etti. Daha sonraki Hazret-i Osman da başka türlü yapamadı. Eliyle, arka tarafı işaret edip, geçti. En sonra gelen Ebû Bekir Hazretleriydi. Yanında Muaz bin Cebel bulunuyordu. Geride Hazret-i Zübeyir’den başka kimse kalmamıştı. Nevfel’in yakınları son ümitle, Sevgili Peygamberimizin en aziz arkadaşına yaklaştılar. Ayni şeyleri sordular. Hazret-i Ebû Bekir kendi kendine düşündü:

— Yâ Rabbim! Ne kadar zor durumdayım. Eğer doğru söylersem, mahzun kalbleri, daha fazla üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan, Sevgili Peygamberimiz bile çekindiler. O’na aykırı davranabilirim. Fakat yalan da söylersen dini yıkmış olurum. Sen bana öyle bir şey ilham et ki, bu gariplerin yüreği, daha fazla yanmasın Allah’ım!

Peygamber Efendimiz (asm)’ın doğru sözlü dostu Sıddık bütün kalbiyle,

— Yâ Allah! Yâ Nevfel! Diye ‘’Ah’’ çekerek inledi. İste o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı yıldırım hızıyla yanlarına yetişti.

— Buyur Yâ ‘’Sıddık’!’ Beni mi çağırdın. Ey Allah Resûlünün Sevgilisi? Diye sordu. Bu atlı Nevfel’den başkası değildi. Bütün Ashâb-i Kirâm, hayrette kaldılar. Sonra Cebrail (as) göründü. Peygamber Efendimiz (a.sm)’a şunları söyledi:

— Yâ Resûlallah! Hak Teâlânin selâmı var. Eğer ‘’Peygamberin Mağara Arkadaşın Sıddık bir kere daha “Allah!” deseydi, Yüceligim hakki için, bütün şehitleri diriltirdim. Çünkü Ebû Bekir adlı kulum; cahiliye devrinde de  hiç yalan söylememiştir’’ buyurdu. Ebû Bekir’in yalancı duruma düşmemesi için, Nevfel’i Cenâb-ı Hakk diriltti. Nevfel bundan sonra, nice yıllar daha yaşadı.

Nihâyet duâsı kabul olundu. Yemame cenginde şehitlik şerbetini içti.

Evet, İhlâs “EN MAKBUL BİR DUA-YI MANEVΔ dir ki, o ağız ile söylenen içten bir “Allah” feryadı, söyleyeni mahcup etmemek için Rabbi ona ne isterse verecektir.

Haydi, onu elde edelim!

6. “EN KERAMETLİ BİR VESİLE-İ MAKASIT”

Kabü’l-Ahbar’dan rivâyet olundu: Hazret-i Fâtıma (ra) iştahsız olmuştu. Hazret-i Ali (ra)  hane-i saadetlerine teşrif ettiğinde hanımının bu halini görür ve  “Yâ Fâtıma! Dünya tatlılarından gönlün ne istiyor?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma “Yâ Ali nar istiyorum” buyurdu. Hz. Ali Efendimizin yanında da hiç para yoktu. Uzun uzun düşündü. Sonra kalkıp çarşıya gitti. Biraz borç para aldı ve onunla bir nar satın aldı. Eve giderken yol kenarına bırakılmış bir ihtiyar hasta gördü. Hz. Ali Efendimiz o ihtiyara yakalaşıp: “Gönlün ne istiyor?” diye sual buyurdu. O da “Yâ Ali beş gündür buraya atılmış duruyorum. İnsanlar geçip giderler. Kimse bana iltifat etmez. Benim canım nar istiyor.” dedi. Hz. Ali Efendimiz düşündü. “Eğer bu elimdeki narı ihtiyara verirsem Fâtıma narsız kalacak Eğer buna vermezsem Cenâb’ı Hakk’ın: ‘Ve dilenciye gelince (onu) azarlama’ (Duha 93.10) âyetini hatırladı ve narı ihtiyara verdi. İhtiyar şifa buldu. Hazret-i Fâtıma Validemiz de evde şifa buldu. Hz. Ali Efendimiz Hz. Fâtıma’dan haya ederek hane-i saadetine geldi. Hz. Fâtıma Hz. Ali Efendimizi görünce onu ayakta karşıladı. Narın hadisesini öğrenince. “Ya Ali! Sen üzülme. Allah-ü Teâlâ’nın izzet ve celaline yemin ederim ki, sen o ihtiyara o narı verdiğinde gönlümde, nara karşı olan iştiha gitti.” dedi. Hz. Ali (ra)  onun bu sözleri ile ferahladı. O anda bir kimse gelip kapıyı çaldı. Hz. Ali Efendimiz: “Kimsin?” diye sual buyurduklarında: “Aç kapıyı ben Selman-ı Farisiyim” diye ses geldi. Hz. Ali kalkıp kapıyı açtı ve Selman  (ra) içeri girdi. Elinde üzeri mendille örtülü bir tabak vardı. O tabağı Hz. Ali’nin önüne koydu. Hz. Ali Efendimiz:

—Bunu kim gönderdi? Dedi. Hz. Selman:

—Bunu Allah Teâlâ Hazretleri Resûllah’a gönderdi. O da size gönderdi buyurdu. Hz. Ali tabağın örtüsünü açtı. Baktı ki, tabakta dokuz tane nar var. İmam-ı Ali buyurdular ki:

Yâ Selman! Bu getirdiğin bana olsa on olurdu. Çünkü Hakk Teâlâ: “Kim bir iyilik ile gelirse onun için on misli vardır” (En’am 6, 160) buyuruyor. Bu ise ona uymuyor. Buyurdular. Selman (r.a) tebessüm ederek, sakladığı bir narı da çıkarıp tabağa koydu. Ve: “Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki bu narlar on idi. Fakat ben seni tecrübe için bir tanesini saklamıştım” buyurdu. (Makasıd-ı Talibin, s.300)

Evet, İhlâs, bizi maksadımıza vasıl edecek en kerâmetli bir vesiledir. Derdimiz mi var? Arzumuz mu var? Keşke bir evliyâ olsa da ondan bir kerâmet istesek mi diyorsunuz? İşte size evliyasız kerâmet yolu: İHLÂS.

Haydi, onu elde edelim!

7. “EN YÜKSEK BİR HASLET”

Denildi ki: Altı şey Allah-ü Teâlâ ya karşı tevazu gösterdi; Allah da o altı şeyi emsali arasında yüksek kıldı.

Birincisi: Allah-ü Teâlâ dağların hepsine: “Ben Nuh’un ve ona inananların bindiği gemiyi sizden bir dağın üzerine oturtacağım” buyurdu. Bütün dağlar bizim üzerimize oturtacak diye büyüklendiler. Fakat Cûdi Dağı: ‘Benim ne cihetten yüceliğim ola ki Allah benim üzerime Nuh (as)’ın gemisini oturtacak!’ dedi. O zaman Cenâb-ı Hakk Cûdi Dağını diğerlerinden üstün kılarak gemiyi onun üzerine oturttu.

İkincisi: Allah-ü Teâlâ yine dağlara: “Ben sizden birinizin üzerinde, kullarımdan biri ile konuşacağım ” diye vahy buyurdu. Bu şereften dolayı hepsi büyüklendiler. Yanlız Tûr-ı Sina dağı tekebbür etmedi. Allah’a karşı tevazû göstererek: “Ben ona layık değilim” dedi. Bundan dolayı Allah Tur dağı üzerinde Mûsâ (as) ile konuştu.

Üçüncüsü: Allah-ü Teâlâ balıkların hepsine vahyedip: “Yunus (as) sizden birinizin karnına koyacağım.” diye buyurdu. Bütün balıklar “Allah Teâlâ’nın Nebîsi bizim karnımıza girecek diye” tekebbür ettiler. Yanlız Yunus Balığı tevazû ederek: “Ben ona layık değilim.” dedi. Onun bu tevazûsu üzerine Allah, Yunus (as)’ı onun karnına koydu.

Dördüncüsü: Allah-ü Teâlâ Hazretleri İbrahim (as)’a: “Yâ İbrahim! Sen kimsin?” buyurdu. İbrahim (as): “Ya Rabbi ben senin Halilinim” Mûsâ (as)’a sorduğunda, o da : “Yâ Rabbi ben senin Keliminim?” İsa (as)’ a sorduğunda, o da “Yâ Rabbi! Ben senin ruhunum” buyurdular. Muhammed (asm)’a  “Sen benim neyimsin?” diye sual buyurduğunda Nebî (asm): “Yâ Rabbi Ben bir yetim kulunum.” buyurdu. O zaman bu tevazû ile Nebi (asm)’ın derecesini diğer nebiler üzerine büyük kıldı. (Rivâyet böyle devam ediyor) (Makasıd-ı Talibin S.295)

Evet, Allah (c.c) İhlâsı ve tevazûsu münasebetiyle kendi yetim göreni âlemlere efendi ve rahmet eylemiştir. Acaba bu iki mühim haslet yerine, kendilerine başka makamlar arayanlar ne kazanmışlardır sizce?

Haydi, onu elde edelim!

8. “EN SÂFÎ BİR UBÛDİYET”

Bir zamanlar bir kadın yaşarmış, ne alsa ne verse, ne yapsa, ne işlese hep “Bismillâh” dermiş. Az inançsız olan kocası güya ona bir ders vermek için bir gün yanına çağırır ve der ki:

— Hanım şu para kesesini al, sakla sonra senden isterim. Hanımı âdeti üzerine “Bismillâh” der alır ve “Bismillâh” diyerek çeyiz sandığına koyar. Gizlice onu gözetleyen kocası ondan habersiz keseyi alır. Paraları boşaltır ve su kuyusuna atar. Bir müddet sonra hanımını çağırır ve:

— Hanım, şu para kesesini getirir misin, ihtiyacım var. Kadın gider, safi bir kalble, durumdan habersiz “Bismillâh” diyerek sandığa daldırır ve kocasına götürür. Der ki:

—    Hayret! Bey bunu sandığa koyduğumda ıslak değildi ama şimdi ıslanmış.

Besmelenin hikmetini anlayan kocası, hanımından özür diler ve bir daha kendisine bu konuda karışmaz.

Evet, İhlâs ile söylenen sözün açamayacağı kapı, elde edemeyeceği hazine yoktur.

Haydi, onu elde edelim!

Rabbim sizleri ve bizleri ihlâsın sırrına mazhar eylesin… Âmin.



Kudret UĞUR