Konu Başlığı: Hz. Âdem ile hz. Havvanın çocuklarıyız Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Kasım 2010, 15:46:04 Hz. Âdem İle Hz. Havva’nın Çocuklarıyız Bizler, Hz. Havva ile Âdem’in çocuklarıyız. Kaçıncı kuşaktan çocuklarıyız bilmiyorum. Bunun çok da önemi yok. Çok iyi biliyoruz ki gönül kütüğümüz, soy ağacımızın ilk başında onların isimleri var. Onları andıkça, yakın ile uzak arasındaki mesafenin izafi olduğunu hissediyoruz. O ikisi insanlığın inşasında beşeri deneyimleri ve vahyi öğretileriyle ilk durumdalar. İlk vahye muhatap olanlar onlar. Ve biz; onların hayat hikâyelerinde ilk vahyi öğretileri okuyarak varlığın özünü buradan kavramaya başlıyoruz. Bunun içindir ki, Havva olmayı, Âdem ve insan olmayı iradi bir seçim olarak tercih ettik. Bu tercihimizde bizi yalnız bırakmayan çeşitli ırk ve renklerde kardeşlerimizin olduğunu gördük. Yeryüzüne yayılmış milyar kardeşlerimizle kendimizi bir arada düşündüğümüz zaman muhteşem bir fotoğrafta, bir duruş içerisindeyiz. Âdem ve Havva anamızdan itibaren koca yeryüzünü bir aile, bir okul olarak hayal ettiğimiz zaman ise, olağanüstülük ve ebedilik ifade eden ilahi ve yüce bir iradenin işlediğini görmekteyiz. Hepimiz; bütün bir insanlığın kurtuluşunu “Doğu ve batının sahibi olan,” varlık âlemini, hayatı ve yaşamı borçlu olduğumuz Yaratıcı’nın, hukukunda bularak, çok özetle “nesilleri ve ekini ifsat etmemeyi” öğreniyoruz. Peki, acı olan ne mi? Ekrana yansıyan görüntüler ve ağızlardan çıkan sözler. Bir öğretim görevlisi şunu söylüyor: “Biz öğrencilerimize akılcı ve eleştirel mantık bilimini öğretiyoruz. Öğrencilerimiz bizden Havva ile Âdem’den yaratılmadıklarını öğreniyorlar! Örtülülerse bilime karşılar. Onlarla ders yapılamaz.” Yani Darwin nazariyesi, yani evrim teorisi, yani soy ağaçlarının maymunla başladığı ve zamanla evrim geçirerek insanın şimdiki hale dönüştüğü iddiasına inanmış olmaları... Örtülü kızlarımızı öğrenci olarak üniversiteye almama gerekçeleri bu. Tabiî ki bunları söylemeleri şaşırtıcı değil. İnsanların bir kısmı Batı’nın Rönesans hareketiyle birlikte dinin yerine aklı putlaştırarak başlattığı inkârcılık felsefesini kabul etmiş olabilirler. Kişisel görüşleri olarak neye inandığı bizi ilgilendirmiyor çok. Ancak kurumları kendi mülkleri gibi kabullenerek örtülü öğrencileri üniversiteden içeri almak istemediklerini söylemelerini ahlaki bulmuyoruz. Hakları da yok. Üzüntü duyulacak taraf bu sözlerin halkın eğitim öğretim kurumlarına karşı, yıllardan beri duyduğu güvensizliği artıracak olmasıdır. Aslında tam olarak sizinle paylaşmak istediğim konu bu idi: Benim bildiğim kadarıyla 60’lı yıllardan itibaren eğitim öğretim kurumlarına duyulan güvensizliğin ceremesini, okula gönderilmeyen kız çocuklarının çektiği idi. Gelin görün ki bu kayıp ve ertelenmişlik, eğitim-öğretimden yoksunluk kimsenin umurunda da değildi. Hatta “Haydi Kızlar Okula” kampanyalarını başlatanların bile. Başörtü yasağının sürmesi üzerine paranoyak bir psikolojiyle konuşulanlar, yazılanlar karşısında bunları yazan, konuşan zevatın meseleye yaklaşımları, birer bilim adamı olduklarını söyleyen bu insanların mesnetsiz iddiaları, çocukça bir tavır sergileyerek “görürsünüz siz” kompleksi ile kabadayılık sergilemeleri, bana halk nazarındaki durumlarını düşündürdü… Ne kadar acı. Bilim tahsil etmiş üstelik öğretim görevlisi konumunda olan profesörlerden en beklenmedik, ama en alt düzeyde, aşırı kontrolsüz patolojik bir duruşun meydanlarda sergilenmiş olduğunu görmek, bilim adına, insanlık adına acınası bir durumdu. Hırs ve öfkelerinin hatta nefretlerinin önünü alamayan insanların çeşitli ağızlardan “örtülülerin derslere alınmayacakları, notlarının kırılacağı” yönündeki tehditleri, masum insanların tartaklanırcasına, hesap sorar tavırlarla, uzaklaştırılmaları, bazı politikacıların bilgisizce “Biz sorduk Kur’an’da örtü yokmuş” görüşünü sergilemeleri, bu noktadan sonra insanları sadece gülümsetti. “Cehalet ancak bu kadar olur” dedirtti. Öfkelenmeye bile değmezdi durum. Sadece acı bir gülümseme… O kadar. Neden mi? Çünkü dünyanın hiçbir yerinde toplumuna bu kadar yabancı kalan bir topluluğa rastlamanız mümkün değil. İnsanlar bir ülkede ikamet ederlerken o ülkede mülteci bile olsalar, sığındıkları veya turist pasaportlarıyla seyahat sebebiyle o ülkede bulunuyor olsalar dahi, o ülkeye gitmeden önce o ülkenin tarihi geçmişi, ahlaki değerleri, adet ve gelenekleri, kültürleri, inançları, hassasiyetleri üzerine bir ön bilgi edinerek giderler. Bu insanlar, yaşadıkları ve vatandaşı olduklarını söylemelerine rağmen, bu toprakların halkına “Kuran’da örtü yok biz sorduk” diyebiliyor iseler, bu cehalet karşısında ne denebilir. Bir şeye itiraz edilirken bunun kuralı önce kişinin neye itiraz ettiğini bilmesini gerektirir. Koca bir imparatorluktan arta kalan bir küçük ülkede kendini vatandaş sayanların, ilkin o halkın değerleri, inançları, olmazsa olmazları, tarihleri ve yaşantıları üzerine ciddi bir bilgi edinmiş olmaları gerekirdi. O halkın İslamlaştığı günden itibaren evlerinde, yaşamlarında, ellerinden düşürmedikleri bir Kitap’ları olduğu malumatından yola çıkarak, karşıt argümanlara sahip insanlar olarak, neye karşı olduğunun bilinmesi açısından Kitap’ından okunması gerekirdi. İtiraz ettikleri konuda bir turist kadar o ülke hakkında bilgileri ve hüsn-ü niyetleri olmayan bu kesim için söylenecek söz yok. Ancak bu kesimin inanca itirazları var da, direk dillendirmekten kaçınarak, ikiyüzlülük yapıyorlarsa; bu yöntem çok yanlış. Bir inancı ciddi anlamda ya kabul eder ya da reddedersiniz. Bu karara karşı kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Reddetmiş olsanız dahi vatandaş olarak kalırsınız. Ancak, bu ülke insanlarının sadakat gösterdikleri inançları, yaşam biçimleri, değerleri, kültürleri, tercihleri üzerine görüş beyan ederken; değil tehdit etmek, kendileri kadar, dışladıkları insanların da bu topraklar üzerinde yaşama haklarının bulunduğunu kabul etmek zorundalar. Bu haklar, mülkün sahibi Rabbin lütfettiği en doğal ve vazgeçilmez haklardır. Eğer itirazınız inanan insanlara değil de, inancı emredene yani, Rab’be; Yaratıcı güce karşı ise, zaten biz Rab’bin işine karışmayız. Biz kulluğumuzu ve sorumluluklarımızı biliriz. Yegane hüküm verici O’dur. Halka yabancı davranmak, sırt dönmekle, doğrusu akılsızlık ettiler. Yapılan küstahlık halkın nazarında kesin bir bilinç kaybı kategorisinde tanımını bulacaktı elbette. Halk için, halkın tüm değerlerini hiçleyici, yasakçı ve katı bir duruşun anlamsızlığını gözle görmenin etkisi ayrı bir şeydir. Bu duruş halkın eğitim-öğretim kurumlarına olan güvensizliklerini yeniden depreştirecektir. Bu duruş patolojik bir duruş olmakla birlikte ne yazık ki; birçok Anadolu şehrinde yaşları büyültülecek olan kız çocuklarının okullarından çekilip alınması demek olacaktır. Belirgin ölçüde dinden duyulan rahatsızlık, bu insanlarda anlamsız bir kaçışa neden olmuştur. Bu korkular nedeniyle farklı düşünen insanların ne düşündüklerine, ne ifade ettiklerine kulak veremeyecek kadar sağduyudan uzaklaşılmıştır. Hâlbuki inançları sebebiyle bu insanlar ağır bedeller ödemek zorunda bırakılmışlardır. Hiçbir siyasi görüş onların kaybettiklerini, onların elinden alınan hakların getirilerini geri veremeyecek, bu hak ve kaybedilen zamanın maddi ve manevi zararlarını tazmin edemeyecek kadar acziyet içindeydiler. Bu gençler, bir kısım politikacıların samimiyetsizliğinin ve realitelerin farkındaydılar. Hiçbir örtülü öğrenci, inancına dair örtü kararını vermekteyken, birilerine güvenerek bu karara gitmemiştir. Onlar bu kararı verirken olabilecek her türlü zorluğu göğüsleyeceklerini bilerek ve sadece Allah’ın rızasını kazanmayı düşünerek, farz olan inancının gereğini yapmak istemişlerdir. Anadolu’dan bin bir güçlük ve sıkıntıları beraberinde taşıyan, daha da fazlasını yüklenerek evlerine geri dönüşü zorunlu olan bu öğrenciler için, karşılaştıkları durum ağır bir kayıptır. Aile için de öyle. Ancak bu kadar ağır bir sınanma ve hakların gaspıyla sınanırlarken çoğunluk başlarını açmayı düşünmemişlerdir. Bu genç insanların kafa ve gönüllerinde sanıldığı gibi dünyalık hedefler olsaydı eğer, haklarının arkasında olmak gibi bir zoru, eve dönüşü tercih etmek yerine, duruşlarını bozarlardı. Bunu yapmadılar. Pişmanlıkta duymadılar. Yıllar yılı bütün öğrencilerin yapmak istedikleri kendilerini anlatabilmek ve anlaşılmak istemeleriydi. Bunu şüphecilik üzerine geliştirdikleri argümanları sebebiyle bir kesim anlamak istemedi sadece. Çünkü paranoyak bir biçimde, ısrarla insanların ifade etmiş oldukları inançlarına, kesin şüpheyle bakmakta ısrarcı davrandılar. Tüm iyi niyetli çağrılara rağmen önyargılarını değiştirme yetisinden yoksunluk derecesindeki bir hezeyana sürüklenmişlik hali sergilediler. Aslında bu insanların yanılgıları, gerçekte kendilerine zarar vermektedir. Günlük yaşam alanlarında da bu meseleler sebebiyle sorunlar ve güçlükler yaşıyor olmalarına şaşmamak gerekiyor. Kendilerine iktidar alanı ilan ettikleri ve Anıtkabir’e örtülü Müslümanları şikâyete gittikleri sırada, orada tevafuken bulunan örtülü insanlara olan saldırılarını anlamak daha bir kolaylaşıyor. Bu kadar asabiyet, bu kadar sık öfke nöbetleri çok fazla değil mi? Aklı başında, sağlıklı düşünebilen insanlar kolay kolay kontrollerini kaybetmezler. Eğer kontrolden çıkarak, kaba kuvvetle bir şeylere sahip olma içgüdüsüyle hareket etmek, olumlu bir tutum olsaydı; bunu inançlarına yasak konulan örtülü kızlar yapmalıydılar. Hâlbuki örtülü insanlar, onca yıldır mağduriyet yaşamalarına rağmen insanlara bir zarar vermeyi akıllarından geçirmediler. Ahlaki duruşlarını hiç bozmadılar. O zaman bu korku niye!. Yıllarca devlet yönetiminde iktidarda kaldılar, ortak oldular. Mesela ‘YÖK’!.. Eğitim-öğretim kurumu olmaktan çıkarak, ideolojik kimliği ile özerk bir devlet gibi işlevselliğini sürdürdü. Üniversiteler oligarşik bir kesimin iktidar alanına hizmet eder hale getirildi. Amacı dışında kalmaya ve bir çatışma ortamı oluşturmaya gayret göstererek, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, kurulu düzenlerini korumaya yönelik yıllar yılı süren bir hedef güttü. Yapılan haksızlıklar; öğrencileri ve öğretim görevlilerini kontrol altında tutmaya, haklarını gasbetmeye yönelik cezalar, kurumlardan elde edilen rantların, gayri meşru kazançların, yaşam konforlarının korunmasına yönelikti. Milyonlarca genç ve dinamik beyinlerin sahip oldukları enerji ve öğrenme potansiyelleri; boşa tüketildi. Bilime, araştırmaya, çeşitli bilim dallarında ülkelerle yarışmaya, yeni buluşlara harcanabilecek emekler, ülkeye kazanç olarak dönebilecekken, onlar bu zamanlarını; insanları fişlemeye, örtülü öğrencilerin başlarını açmaları için ve onları Âdem ve Havva’dan doğmadıklarına inandırmak için ikna odalarında harcadılar. Gelinen noktada bütün bu gayretlerinin boşuna olması, iktidarlarının ellerinden alınması onları belli davranışlara yönlendiriyor olabilir. Ama yine de bu sebepler aşırı hezeyanlara yol açacak kadar ikna edici değil. Bence sebepler, beyinlerin ürettiği, vesveselerin yol açtığı düşüncelerde. Su yüzüne çıkan ve şiddetini artıran etken; gelecek korkusu; kısas sendromudur. Aslında dindar halklardan kimseye bir zarar gelmeyeceğini iyi biliyor olmalılar. Ancak bilinçaltı işliyor. Bir şeyi olduğundan daha farklı algılamaya ve iç huzurunu tehdide kadar vardırıyor. Onların yaptıklarına karşılık dindar kesimin onlara aynıyla karşılık vermesi!.. Bu olabilir mi? Benim kanaatimce olmaz. Ama olursa diye düşünmeye devam edecek olurlarsa, yaptıklarının altında ezilecekler. Bu vehimlerle yaşamak, yaşamaksa eğer çok zor. İnsanların kendi değerleriyle çelişik kararlar alması; örneğin, demokrasi, eşitlik, laiklik vs… İnsanlar inandıklarında samimi iseler ve örtü yasağı sorunduysa, bu sorunun şimdiye kadar çözüme kavuşturulması gerekmiyor muydu? İnsan hakları, inanç, eğitim öğretim hakları kapsamında çözülmesi gerekmez miydi? Çözümlenmesi gereken bir sorun da iki nesil beklemeyi nasıl bir makul bir sebebe dayandırıyorlar? Bir hakkın hak sahiplerine verilmesi için iki kuşağın (anne ve kızının) bu haklardan yararlanma durumlarından mahrum bırakılmalarının ve hâlâ “hizmet veremez” durumda olan “Kamu Hizmetine” dair ertelenen haklardan kimler sorumlu olacak. Maddi manevi tazminatlarını kimler karşılayacak. Bu haklar, hak sahiplerine verilmediğine göre, demokrat, liberal, laik görüşlüler görüşlerinde samimi değiller. Demek ki çifte standart işliyor. Ve ilginçtir bunca yıl yasağa maruz kalan halktan beklenmesi çok doğal bir tepkiye karşılık, halk yerine yasakçılar hadlerini aşan bir tepki ile halkın karşısına çıkıyorlar. Buna mukabil halk bu hırçınlıkların huzuru sabote etmek olduğunu çok iyi biliyor. Bu temelsiz tutumların netice vermeyeceğini de… Halkın sahip olduğu, bizi biz yapan inanç, bilim ve kültürel değerler; hepimizin içinde yaşadığı bin yıllık bir imparatorluğun miras bıraktığı deneyimler; düşünce adamlarını, aydınları, siyaset, eğitim, ekonomi-iktisat bilimcileri kendi alanlarında ihtiyacı belirleme, daha iyiyi aramaları ve ülke bütünlüğünü korumalarında referans ve belirleyici olabilirdi. Ortak hedeflerle “aklın yolu birdir” diyerek uyum ve huzuru geliştirebilecekken, ülkenin gerçek sahipleri olduklarını sanan demokratik, laik, Atatürk milliyetçisi olarak topluma kendilerini deklare eden bir kısım çevre, devlete ait kurumları sahiplenerek, devlet içinde devlet gibi davranarak, ellerinde bulundurdukları kurumlara ideolojik işlevsellik kazandırmak suretiyle halkı “hiçe sayarak” yıllarca meşru olmayan yasaklar uyguladılar. Bu, affedilecek bir cürüm değildir. Şimdiye kadar devleti idare etme yetkilerini kötüye kullanarak ve devletin kurumlarından nemalanan bazı mevki sahiplerinin, halka biçtiği değeri ve ülkeyi nereye götürmek istediklerini hezeyanlarından ve çifte standart anlayışlarından artık okuyabiliyoruz. Hemen hemen 1960’lı yılların sonlarına kadar ülkenin batısı dâhil neredeyse tamamında kız çocuklarının okutulmamasına yönelik bir anlayış hâkimdi. Ailelerin eğitim öğretim kurumlarına olan güvensizliği nedeniyle pek çok kız çocuk eğitimden yoksun bırakıldılar. Kasaba ve köylerde ilkokulu bitiren çocuk sayısı büyük şehirlerden çok daha düşüktür. Düşünün ki, eğitim öğretimin öneminin bilinmesi, ülkenin doğusunda nerede ise bu tarihten kırk yıl sonraya, yani bu güne tekabül edecektir. Aynı ülkenin kız çocukları şimdilerde ancak önemsenerek, “Haydi Kızlar Okula” sloganları ile bölgeye yönelik kampanyalar sonucu, eğitim öğretime başlanılmış olacaktır. İlginçtir ama yine bu ülkede ilkellik, bu sefer malum zihniyetin paradoksal ve paranoyak bakışı sebebiyle, kız çocuklarının üniversite eğitimine yasak koymasıyla kendisini gösterecektir... Örneğimizdeki ailelerden biri, 60’lı yıllarda eğitim kurumlarına güvenmedikleri için mecburi eğitim dışında eğitim almasını istemeyerek, kızlarını okula göndermemek için karar alırlar. Orta öğretime devam etmek isteyen kız çocuklarının ve öğretmenlerinin istek ve ısrarına karşı, çocuk ağlar, sızlar fakat ne yapsa kendisi hakkında ailenin aldığı kararın değişmesinde etkisi olmaz. Bu arada erkek kardeş okumak istemediği halde aynı ailedeki fertlerin kararıyla üç yıl boyunca aynı sınıfa gitmeye zorlanır. Bu yanlış ve baskıcı tavrın üzerinden birkaç yıl geçer. Aynı ailedeki kızların okula gitmesine karşı çıkan erkekler, kendi kızlarını okutmak için bütün imkânlarını seferber ederler. Diğer taraftan okula gönderilmeyen kız, “sizin bana verdiğiniz ve okuldan öğrendiğim okuma-yazma dâhil her şeyi unutacağım” der. İki sene kadar sessiz protestosunu sürdürür. Bu süre içerisinde o çocuk hiçbir şey okumaz, gazetelere bakmaz, çevreyle ilgisini keser. Zedelenen onuru ve güveni karşısında hepten küskündür. Okula gönderilmemeyi, kabullenememiş, arkadaşlarıma rastlarım düşüncesi ile okul saatlerinde dışarı da çıkmamıştır. Bir süre sonra okula gönderilmeyen kız çocuk, yaşlı öğretmeniyle karşılaşmış, durumu öğrenen öğretmen, aileye söz geçirmenin mümkün olmadığını görünce, çocuğa; okuldaki başarısını, onun sevilen bir talebe olduğunu hatırlatmış ve okula gitmeden de insanın bilgi edinebileceğini söylemiş. Kendine güvenin yeniden kazanılmasında çocuğun başarısını gerçekten bilen ve inanan birinin ona bunu hatırlatması, üstelik bu kimsenin öğretmeni olması, çocuğun üzerinde bir ömür boyu etkili ve kalıcı olmuş... Çocuk arkadaşlarının okul kitaplarını alarak, dışarıdan okumaya başlamış. Bu genç insan, ailesinin baskıcı tavrına karşı bilinç düzeyi ve öğrenme tutkusu sebebiyle duyguları fazlaca örselenmeden kendini kurtarmayı başarmıştır. Bu kız çocuğunun başarısı karşısında bu insanlar zaman içinde mahcubiyet duyarak; “Okuyup da ne olacaksın” demiştik. Sen daha fazlasını başardın. Seni okula göndermemekle çok büyük hata etmişiz. Bu bizim cahilliğimizdi” derler. Annesi, kendi kızını okutmadığı halde, yıllarca kendi anne babasına onu okutmadıkları için, beddua etmiş bir annedir. Annesinin döneminde de Arapça yasaklanmış ve yerine Latin alfabesiyle Türkçe eğitim öğretim konulmuştur. Okula gönderilme mecburiyeti sebebiyle köylerde dahi -annenin tabiriyle- “koco koco gelinlik kızlar, oğlanlar jandarma zoruyla okula gönderilmiştir.” Ancak bu zorlama netice vermemiş ve kısa sürmüştür. Çok ilginçtir ama bu anne kendi istekleri, duyguları, okuma özlemine karşılık, aynı hatayı kendi kızına yapmakta ve kızının tutku düzeyindeki okuma isteğine kayıtsız kalabilmektedir. Bu durum aslında o ülkenin anlayış ve eğitim politikalarının ve en önemlisi halka yaklaşımlarının seviyesini yansıtmaktadır. O sebeple her zaman yaşanılandan ders çıkartarak, hatayı düzeltme imkânı herkesin elime geçmeyebilir. “Nema da odi na skoliya” Manastır doğumlu bir hanım tanıdım. 9 kişilik ailede kırk günlük bebek olarak, annenin kucağında Türkiye’ye geliyor bu hanım. İlkokulu Adapazarı’nda bitiriyor. “Son derece başarılıydım. Öğretmenlerim çok seviyordular. Ortaokula gideceğim için çok heyecanlıydım. Fakat çok geçmedi sene başında okula gidemeyeceğimi öğrendim. Babam o sıra Almanya’da çalışıyordu. Sülalem babama benim bedence gelişmişliğimden, güzelliğimden söz ediyorlar. Ailem ortaokul müfredatını, öğretilenleri biliyor. Yaratılan ve var olan her şeyin pozitif bilim gereği tabiata, tabiat anaya mal edildiğini biliyor. Ailem dindar insanlar bu öğretim onları endişelendiriyor. Annemin Türkçeyi bilmemesi ve beni okula gidip gelirken götürüp getiremeyecek olması da durumu zorlaştırıyor. Amcalarım babama yazdıkları mektuplarında bütün bu sebeplerle benim okula gitmemem gerektiğini söylüyorlar. Babam bize gönderdiği mektubun içine kararı yazmayı unutuyor ve zarfın üzerine; Boşnakça “Okula gitmek yok !..” anlamında şu ibareyi yazıyor: “Nema da odi na skoliya” “Ben liseyi bitirdim. Benim okuyabilmem için ailem semt değiştiremedikleri için okul değiştirdiler. Bulunduğumuz semtteki okulda karma eğitim vardı. Ortaokulda annem götürüp getirdi okula. Okulda olup biten her şeyle ilgileniyordu. Öğretmenlerimle iyi bir diyalogu vardı. Öğle aralığı ve teneffüslerde annem yanımızdaydı. Lise için aynı okulda okumamı istemedi annem. Babam, Çeliktepe’den Cibali Kız Lisesine üç sene götürüp getirdi beni. O sene babam emekli olacaktı. Emekliliğini üç sene uzattı benim okuyabilmem için. Sabah erken saatlerde kalkıyor ve okula gidiyorduk. Babam beni okula bırakıyor ve oradan işine gidiyordu. Öğleden sonra da beraber dönüyorduk. Herkes sevgilisini koluna takar giderdi ben de babamın kolunda gider gelirdim okula.(!) Babam, öğretmenlerim ve özellikle biyoloji öğretmenim tarafından takdir edilerek “örnek baba” olarak ödüllendirilmişti. Buna şimdi tutuculuk diyorlar ben öyle düşünmüyorum. Olsa olsa korumacılıktır. Öyle gerekiyordu.” 6O’lı yıllarda orta, lise gibi okulların ve özellikle kız liselerinin önlerinde genç erkeklerin eğitim kurumundan çıkacak olan genç kızlara arkadaşlık teklif etmek için beklemeleri adettendi. Her okulun önünün genç erkekler tarafından dolu olması, aileden birinin de okul önünde kızlarını bekliyor olmaları, o dönem toplumun ahlaki değişimini gösteren bir tabloydu. Bu değişimin adı çağdaşlaşmak ve devlet olarak muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktı. Eğitim öğretimdeki içeriğin problematiği dışında kızınızı okula gönderecekseniz sizin de onunla gidip gelmeniz gerekiyordu. Bu tablodaki görüntüler, resmi eğitim-öğretimle ahlaki yozlaşmanın neredeyse başat gittiği görüşünü vermekteydi. Mesela ailenin şöyle bir olaya tanıklık etmiş olmaları kız çocuğunun okula gönderilmemesinde etken olmuştur. Lise talebesi olan bir genç kızın hamile kalarak kız ve erkek arkadaşlarıyla birlikte kürtaj için doktora gelmeleri ve orada konuşulanlar aile için üzüntü ve kaygı verici olmuştur. Henüz talebe olan genç kız evlenmeden önce gayr-ı meşru olarak edindiği çocuğu aldırabilmek için kolundaki bileziğini sattığını söyler. Kızlardan uzak durmaya çalışan iki genç erkekse; endişeliler ve fısıltı halinde bu çocuktan nasıl kurtulacaklarını konuşurlar. “Şunlardan başımıza bir bela gelmeden kurtulabilsek, amma belalar ya..” Bu tanıklık ve genelde yaşanılanların bilinmesi ailelerin gözünü korkutur. “Sen okumak istiyorsun ama okuyan kızların hali bu. Bak biz nelere tanık olduk” düşüncesi baskındır. “Seni nereye sürüklediklerini anlayamazsın.” Bu söz kızın bilmediği tehditleri aileninse tanıklık ve gördüklerine işaret eder. Erkek talebeler arasında sigara ve uyuşturucu kullanımı bilinmekte ancak bu fısıltı halinde konuşulmaktadır. 70’lerin sonlarına gelindiği zaman ise, ahlaki değişimle birlikte ideolojik tehlikeler baş gösterir. Eğitim öğretime yüklenen ideolojik misyonlar gençlerin siyasete alet edildiğinin göstergesi olmuştur. Bu dönem de tahsillerini yarım bırakan gençlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Aileler ve gençler daha bir zor durumda kalırlar, binlerce gencin sağ sol hareketinde ölmesiyle halkın güveni bir kez daha sarsılır öğretim kurumlarına. 80” yıllar ise darbe geleneğinin sürmesi ile yeni bir temizleme hareketidir. Ve yine öyle veya böyle ama düşünen, genç beyinler susturulur. Düşünceleri sebebiyle ağır işkenceler görür ve mahkûm edilirler. Şimdilerde uyuşturucu liselerde yaygın ve kolaylıkla bu maddelere ulaşılabiliniyor. Okul bahçelerinde küçük çaplı mafya, çete faaliyetlerini hatırlatır silahlı çatışmaları görüyoruz. Okul arkadaşlığı ve ilişkilerin boyutu ise, lise çevrelerindeki apartmanların bodrum katlarında kendini gösteriyor. Apartman sakinleri yerlere atılmış prezervatiflerden utançla söz ederek “onları kovduğumuz oluyor” diyorlar. Bunlar gözle görünenler. Bundan sonraki gözlemlerim iki yılımızı tamamlamış olduğumuz Anadolu şehirlerinden birindeki yaşananlara dair… Bu şehirlerde aile değerlerine saygılı, ahlaken temiz kalabilmiş gençler dışında, dışardan öğrenimleri için gelen ahlaken çökmüş, aile bağlarını koparmış, ekonomik sıkıntı içinde sahipsiz yüzlerce yüksek öğrenim talebesi var. Gençlerin ahlaki durumuna bakarak şehir halkı ve esnaf bu durumdan rahatsız. Okul içinde ve dışında sergilenen rahatsız verici ilişkiler ve halka yansıyan teklifler okul sayısı arttıkça rahatsızlığı da artırıyor. Erkek kız ilişkilerindeki boyut evlere taşınmış. İnsanlar talebelere evlerini kiralık vermek istemiyorlar. Ancak işin her zaman olduğu gibi ekonomik boyutu ahlaki hassasiyetlerin arka plana itilmesinde de etken olmakta. Okulların iş piyasasını artırıcı rolü sebebiyle okul sayısının artması hükümetlerden daima talep ediliyor. Bu durum karşısında bir kısım insanlar zorunlu okul dışında kızlarını okula göndermekten kaçınıyor. Devam edenler üzerinde ise ailenin kız çocukları üzerinde baskısı artıyor. Çünkü uyuşturucu simsarlarının okulları hedef aldığı biliniyor. Yaşları küçüklerin bile merak ve özenti duygularının bir üst sınıf veya yüksek okuldakilerin sergiledikleri özgürleştirici (!) düşünce ve kişilik özelliklerinden etkilenmeleri, aile tarafından endişe verici bulunuyor. Karakolluk vaka haline gelen ve getirilmeden kapatılmaya çalışılan ama halkın tanıklık ettiği pek çok şey bir önceki sene yaşananları bastıracak şeyler. Hocalar durumların farkındalar. Ancak herkes kendi işine bakıyor. Yalnızca ahlaken temiz kalabilmişlere duyulan bir yakınlık ve saygı korunuyor. Ancak onların da esnaftan şikâyetçi oldukları bir durum var, o da yaşın yanında kurunun yanması. “Önyargılı davranılıyor. Bir mağazaya, bir lokantaya girdiğiniz zaman bize çevrilen bakışlar rahatsızlık verici. Sokaktaki bakışlar bizi rahatsız ediyor. Diğerleri ile bizleri karıştırıyorlar. Ön yargılı olmalarını istemiyoruz. Evet, onlara hak veriyoruz ve kendi içimizdeki bu sorumsuz arkadaşlardan biz de rahatsızlık duyuyoruz. Okulda, yurtlarda yapılanlar hiç onaylanamaz. Onların yaptıkları öğrencilik değil. Örneğin biz de hayret ediyoruz. Aramızda çok sayıda ailesinden kopuk arkadaşlar var. Hesap verdikleri hiç kimseleri yok bu arkadaşların. Biz günde aranıyoruz. Ailemiz bizi arıyor. Nerde ne yaptıklarını onlar bize biz ailemize haber veriyoruz. Aileden karşılanamayan ihtiyaçları bu kızlar erkek arkadaşlarından karşılıyorlar. Gece çıkıyorlar her taraf arazilik, dağlık. Ertesi gün o kızların üzerlerinde yeni bir kazak ayağında yeni bir ayakkabı görüyoruz. Sorduğumuz zaman rahatlıkla çıktığı erkek arkadaşının kendisine hediye olarak aldığını söylüyor. Daha ertesi gün arazide kalan çalı dibindeki çamaşırının rengi konuşuluyor. Halk bunu biliyor ve öğrenciye iyi gözle bakmıyorlar. Biz de şu öğrencilik bir bitse de kurtulsak diyoruz.” Sonuçta devlet politikalarının yanlışlığı, eğitim-öğretim kurumlarının, idarecilerin halka verdiği güvensizliğin ceremesini bu ülkede kız çocuklar çekmiş oldular. Çok yönlü olarak aileleri de içine alan mağduriyetler yaşandı. Yaşanılanlar sanmayın ki bitti. Son olarak bulunduğum yer Doğu Anadolu’nun bir şehri. Manastırlı göçmen kızın dramı burada da sürüyor. Baba’nın yerini devlet baba almış ama babaların himayesinden yoksun kalmış kızlar. İnsanlara, yaşanmışlıklara, acılara bakarak kar bu şehre yakıştığı kadar başka bir şehre yakışmıyordur, diye düşünüyorum. Sadece ölüm suskunluğunu tatmanız, yokluğa ve acılara dair gizli ağıtları duymamanız için, kulaklarınız uğuldaya uğuldaya duymaz olurken, buz gibi soğuk, bu şehirde dışardan gelenlerin ayıbını yüzüne vurup, yüzlerini yalayıp geçiveriyor. Eğitimsizliğin hayatlarından neleri götürdüğü, nelere maruz kalarak direndiklerini, bu insanların yoksulluğu ve gençlerin işsizliği üzerinden şehirli ve kolu uzun beylerin, ağaların nasıl kazançlar temin ettiklerini, ekmek parası için nasıl suça itildiklerini sadece kendileri biliyorlar. Suskunlukları hala “insan” kaldıklarını ve bizim suçumuzu bizim yüzümüze vurmak istemediklerini gösteriyor. O soğuk aşure gününde uzun hayat hikayelerini dinliyorum iki kız kardeşten. Oturup anlatmak istedikleri için değil. Küçüğün yani yirmi beş yaşındakinin yanık türküleri için itirazım. Neden kızıyorum ki, türküleri ben de seviyorum. Ama içim kaldırmıyor artık. Önündeki işleri yaparken öyle dalgın öylesine içten söylüyor ki, haftada bir gün sabret diyorum kendime. Ama bir de bir dolu iş arasında sık sık cep telefonlarındaki mesajları ezberleme gayretlerine ve bazen “bak şunu oku!” direktiflerine içerlemeye başlıyorum. Sabretmek zorunda olmadığımı düşünerek, “artık benden mesajlarınızı okumamı istemeyin” diyorum. Aynı anda aklıma birden düşen geç kalmış soruyu soruyorum. Niçin size gelen mesajlarınızı bana okutturuyorsunuz ki. Mesajlarınızı benim gözüme sokmaktan vazgeçin artık. Önce birbirlerine bakıyorlar… Hâlâ anlamadın mı der gibi, sonra bana; “Biz okuma yazmayı bilmiyoruz!. ” diyorlar. Bildiğim gerçeklere rağmen inanmakta zorlanıyorum. “Bizim okula başlayacağımız sene devlet okullarımızı kapattı. Köylerimiz boşaltıldı. Babamızın durumu iyi değildi, bizi okula gönderemedi.” “Yani biz ve arkadaşlarımız okuma yazma bilmiyoruz!..” Peki, şu anda okuma yazma kursu açılmış, gitmeyi düşünmediniz mi. “Bu kurslar gecedir. Biz gece dışarı çıkamayız.” Sonra gidip görüyorum tek bir göz odadan ibaret köy okullarını. Hiç yaşanmamış okul anılarını… “Benimle başlamak ister misiniz” diyorum. Seviniyorlar. Artık ağıtların ve sevgililere kaçış türkülerinin yerini harfler ve heceler alıyor. Yirmi beş- yirmi altı yaşında okullu oluyor bu iki kardeş. Kimin, kimlerin başı yere düşer, bu ülkeyi idare edenler arasından vicdanı sızlayan çıkarda bu insanları sahiplenirler mi bilmem. Artık çok geç kalınan eğitim-öğretim üzerine politika üreten zihniyetlerin konuşulması gerekiyor. Eğitim–öğretim birimleri gençleri çevreleyen çeşitli kötülüğün sebeplerini ortadan kaldıramıyor ve hatta bu duruma halkın görüşünü hiçleyerek olması gereken durum diye bakıyorsa, bu kurumların ciddi anlamda birçok platformda konuşulması gerekiyor. Halkın ahlaki hassasiyetlerini gericilik, çağdışılık olarak görerek dini emirleri “yasak” çerçevesinde göstererek, halkı eğitim öğretime küstüren zihniyetlerin konuşulması gerekiyor. Bu ülkede yaşayan insanların inandıkları değerler üzerinden sürekli din ve yasak çerçevesinde insanların haklarının ellerinden alınması ve dinin bir çatışmaya “konu” edilmeye çalışılması tek kelimeyle genç insanlara ve onların geleceğine zarar veriyor. Bu çevreler hak ve adalete ilişkin toplumsal taleplere kulaklarını tıkadıkları sürece halkın genç ve eğitimsiz çoğunluğu nazarında kendilerini mahkûm etmiş olurlar. Böyle bir sürtüşmeyi temenni etmiyoruz. Ve halkın irade beyanın meclise taşınmasında vekil tayin edilen milletvekillerinin durumlarının konuşulması gerekiyor. Bu insanlar milletin vekiliyseler eğer halkın göremediği tehlikeleri görerek, halk düzeyinin üzerinde bir değerler bütününe ve basirete sahip olmaları ve icraatlarına bu farkındalıklarını yansıtmaları gerekiyor. Değilse Allah’ın huzuruna yıllardır bu genç insanlara karşı işlenen cürümlerin vebali ile çıkmak zorunda kalırız. Bakiye Marangoz |