๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:35:11



Konu Başlığı: Hosgörü kim kime niçin
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:35:11
Hosgörü: Kim, Kime, Niçin?





“Biz Müslümanlara karsi tahammül gösteriyoruz ama, acaba onlar iktidar olduklarinda bize karsi ayni hosgörüyü gösterebilecekler mi?”

Itiraf edelim ki Islam’da hosgörü konulu tartismalarin kaynagi yukariya bir örnegini aldigimiz türden sorulardir. Bu bakimdan, sorunun mesrulugunun tartisilmasi konunun tartisilmasina tekaddüm etmelidir.

Sorunun kurnazca formüle edilmis oldugu, cevabin, ancak soruyu soranin özgürlükçü ve demokrat kimligi kabul edilerek verilebilir olmasindan anlasilmaktadir. Sorudaki “biz” ve “Müslümanlar” ikiligini esas alarak açacak olursak: “Biz” özgürlükçü ve demokrat oldugumuz için “Müslümanlar”a tahammül gösterebiliriz. Müslümanlar bu hosgörüden yararlanarak iktidara da gelebilirler. Acaba o zaman bizim hak ve özgürlüklerimiz korunacak midir?

Acaba bu soru Sark kurnazliginin tipik göstergelerinden degilse, en hafifin-den ciddiye alinmamasi gerekmez mi? Biraz fikir yürütelim.

Türkiye’de müslüman olanlar ve olmayanlar seklinde bir bölünmeyi önkabul olarak içeren böyle bir sorunun cevaplandirilmasina gerek var midir? Varsayalim böyle bir bölünme olsun! Hangi tarihsel süreç içinde, hangi sosyal çatismalari arkasina alarak gerçeklesmistir bu bölünme? Türkiye’nin tarihî ve cografî arkaplaninda bu bölünmeyi destekleyen hangi veriler bulunmaktadir?

Bu sorulara makul cevaplar verilmesi mümkün olmadigina göre, yazinin basindaki soruyu soranlarin “üzüm yemek” maksadiyla hareket etmediklerini anlamak pek de zor olmasa gerektir.

Islahat Fermani’na gelinene kadar bugünkine benzer bir “hosgörü sorunu” yasanmamistir. Ülkemizde Batililasmanin tarihi ile “hosgörü sorunu” birlikte gelismis denilse, yeridir. Osmanli’yi dört yandan kusatan müstemlekecilerin talepleri, Islam’in insan haklari konusunda yetersizligi iddiasina dayanmaktaydi sonuçta. Islam hukuku azinliklarin ve yabanci tüccarlarin korunmasini saglami-yorduysa, onlara özel bir statü taninarak, Aydinlanma tezgahindan geçmis rafine kurallarin sefkatine birakilmalari gerekiyordu.

Kamu hukuku hocalarinin biraz da halki küçümseyerek ifade ettikleri “Bizde hak alinmaz, verilir” gerçeginin arkaplaninda müstemlekecilerin bu karsi konulmaz baskilari bulunmustur. Sorun hiçbir zaman “ihkak-i hak” olarak görülmemis, insan haklarinin tahakkukuna yönelik samimi bir çabanin varligina sahit olunmamistir. Halkin inkilaplardan duydugu tedirginligin arkasinda “hamakat” aramak yerine, menfaatlerinin nerede oldugunu bilen bir milletin, devrimlerle birseylerini kaybettigini belli belirsiz sezinledigini ve bundan dolayi kaygilandigini görmek gerekir.

Hamakat, insanlarin haklarina sahip çikmadiklarina, onlardan düsüncesizce feragat ettiklerine inanmaktir. 1961 Anayasasi’nin digerlerine nazaran hayli özgürlükçü görünüsüne ragmen fazla taraftar bulamamasinin sebebi, halkin ellili yillarda kazandigi fiilî özgürlüklerden, görünürde özgürlükçü bir Anayasa bahane edilerek mahrum birakilmak istenmesine duydugu tepkide aranmalidir.

Uluslararasi Af Örgütü raporlarina duyulan tepkiler de ayni çerçevede degerlendirilmelidir. Halk, bu raporlarda belirtilen insan haklari ihlâllerinden daha fazlasina bizzat sahit oldugu halde bu tür örgütlerin Türkiye’yi hedef alan açiklamalarina tepki duymustur. Bilmektedir ki, raporlari kaleme aldiranlarin derdi insan haklari ihlallerinin bertaraf edilmesi degil, uluslararasi platformlarda Türkiye’nin önüne engeller çikartmaktir. Çünkü ayni örgütler, hâmileri ile isbirligi yapan ülke-lerdeki insan haklari ihlallerine karsi çok daha fazla hosgörülü davranabilmektedir. Uluslararasi Af Örgütünün Almanya bürosuna Almanya’daki insan haklari ihlalleri konusunda bilgi almak için basvuran bir gazeteci arkadasimiza verilen cevap ilginçtir: “Biz gelismis ülkelerdeki insan haklari ihlallerini arastirmiyoruz.” Bilenler bilir, “gelismis” ülkelerde insan haklari ihlal edilirken “gelismislik”in yardimiyla usulsüzlükler ustaca örtbas edilir; bu yüzden insan haklarini savunan kisi ve kuruluslarin “gelismis” ülkelerde bilakis daha fazla çalisip yorulmalari gerekir.

Disaridan gelen baskilara halkin ancak sezgileriyle verdigi tepkinin olumsuz sonuçlari da olmamis degildir. Halk, bir olaya tepki gösterirken ölçüsünü “kimler karsi, kimler yana” sorusunun odagina yerlestirmistir. Ülkenin düsmani kabul ettigi kesimlerin dile getirdigi iddialari kabul etmemekle kalmamis, zaman zaman bu ke-simlerin haksiz bulduklari uygulamalari, sirf onlar elestirdigi için savunur olmustur. Bir Müslümanin hiçbir zaman kabul etmemesi gereken muameleler, bunlari elestirenlerin kimligi dikkate alinmak suretiyle savunulur olmustur.

Mesajlarini dindar kitlelere ulastirabilen yazar-çizerlerin üzerlerine düseni yapmamasi da bu olumsuz gelismeye katkida bulunmustur. Yapay bir kavgada yan olmanin dogurdugu sonuçlardir bunlar. Kavganin disinda kalmayi basaramayanlar, tuttuklari yanin dogrulari kadar yanlislarini da savunmaya mahkum olur.

Sadede gelecek olursak: Tanzimat’a gösterilen tepkilerin arkasinda bir tür bagimsizlik kavgasinin izlerini yakalamak mümkündür. Bir ülkenin hukuku dis müdahalelerin etkisiyle degistirildiginde, degisikligin kazandirdigi içerigin niteligi önemini yitirir. Bagimsizlik elden gitmistir çünkü. Hakimiyetin millette olmasi için demokrasi iyi bir araçtir, ama demokrasi disindaki idare tarzlarinin millet hakimiyetine geçit vermedigi iddiasi da gerçege tekabül etmez. Millî kimlik dedigimiz manevî varligi dikkate alan, menfaatlerini koruyan ve gelismesini gözeten bir yönetim, demokratik olsun olmasin, millet egemenliginin saglandigi bir idaredir.

Bir ülkede millet egemenliginin saglanip saglanmadigini test etmenin yollari vardir. Bir ülkenin yazili olan ve olmayan tüm kaynaklari ile hukuk sisteminin incelenmesi, millet hakimiyetinin saglanip saglanmadiginin önemli bir göstergesidir. Bu yüzdendir ki, Ahmet Cevdet Pasa’nin Fransiz Medeni Kanununa karsi hazirladigi Mecelle, düzenledigi bazi alanlardaki yetersizligi ve hiç düzenlemedigi alanlar bakimindan eksikligine ragmen halkin sempatisini kazanmistir. Çünkü Mecelle referanslari bakimindan millî kimligi destekleyen bir muhteva tasimaktadir.

Millî kimligi sembolize eden degerlerin yasatilmasina gösterilen özen veya özensizlik de önemli bir göstergedir. Burada, Taksim Camii çevresinde yapilan tartismalara sayin Hüseyin Hatemi’nin getirdigi açikligi anmadan geçemeyecegim: Evet, diyor Hoca, Taksim Camii bir simgedir ve sadece bu sebepten gerçeklestirilmesi gerekir. Cami projesini savunanlarin “halkin ibadet ihtiyaci” iddialarini bir yana koymasi gerekir.

Halkinin müslümanligindan kusku duyulmayan bir ülkede tarihî yarimadanin kimligini ortaya koyan sembollerden Ayasofya’nin müze yapilmasina mukabil Hiristiyan Pera’nin göbegine cami yapilamiyorsa, orada istediginiz kadar demokrasiden söz edin, millet hakimiyetinden söz edemezsiniz. Buna mu-kabil, —sadece örneklemek için söylüyorum— II. Abdülhamid’in devr-i saltanatinda demokrasi ile uzaktan yakindan ilgisi bulunmayan, son derece otoriter bir yönetimin varligi, millet hakimiyetinin bugünkü kadar ihlal edildigini kabul etmemizi gerektirmiyor. II. Abdülhamid’in sadece Filistin siyaseti, millî kimlik ile yürütmenin nasil çakistiginin göstergesidir. Bugün Türkiye’yi yöneten iktidarin iki ortaginin da Islâmî kimligi ön plana çikartan propagandalarina ragmen Abdülhamid’inkine benzer bir politikayi onlardan taraftarlari bile beklemiyor.

“Türkiye’de müslümanlar iktidar olursa bize karsi ayni hosgörüyü gösterirler mi?” sorusunu soranlar, millî iradenin hakim olmamasindan sebeplenenlerdir açikçasi. Eger maddî varligimizi kusatan manevî dünyamizin tecavüze ugramamasi, ha-yatiyetini sürdürebilmesi için verilmis bir millî mücadelenin ardindan kurulan yeni yönetimin ayni kimligi sürdürmesi gereki-yor ise, basta Istiklal Marsi olmak üzere bu mücadelenin dayandigi temel umdeleri ihlal etmemek gerekiyor. Bosnalilarin mücadelesinde onlari biraraya getiren temel ilkenin ne oldugunu gördügümüz zaman, Türkiye için hangi tartismalarin abes oldugunu da anlariz.

Türkiye’de Islâm yeni bir alternatif olarak denenmeye kalkisilmiyor ki muha-liflerine tavri tartisma konusu edilsin! Sözgelimi Almanya’da böyle bir mücadele verilse idi, iktidara gelen Müslümanlarin Hiristiyan ahaliye gösterecegi hosgörünün tartisilmasi anlamli olabilirdi. Ama Türkiye’yi yurt olarak benimsedikten sonra, kendisini Müslümanlardan ayirarak tanimlayan bir kimsenin, “Müslümanlar bana tahammül gösterir mi?” sorusunu yöneltmesine hiçbir Müslüman tahammül göstermez. Kaldi ki, bu sorunun arkasinda, “Müslümanlar tahammülsüzdür, iktidar olduklarinda kimseye özgürlük tanimazlar, o halde onlara iktidar imkani tanimayalim” kurnazligi yatmaktadir.

Bilinsin ki bu tür tartismalar, pazarliklar bir milletin üyeleri arasinda yapilmaz, olsa olsa ülkeler arasinda yapilir. Türkiye’nin millî kimligi tarihsel arkaplaninin ve Millî Marsinin ortaya koydugu biçimi ile belli iken, bunun disindaki degerleri ön plana çikaran siyasetleri esas alarak Müslümanlarla pazarliga oturanlarin kendilerini hangi ülkenin sözcüsü saydiklarini sormak hakkimizdir.

Islâm’in gerek hukuksal açidan, gerekse sosyolojik açidan Islâm olmayan unsurlara karsi gösterdigi hosgörünün sinirlari muhkemdir, belirlidir. Bunlari madde madde saymak mümkündür ama tipki Istanbul isgal altinda iken Müslümanlarin cevap vermesi için Anglikan Kilisesi tarafindan sorulan sorulara Bediüzzaman hazretlerinin tükürerek cevap vermesi gibi, bir Islam ülkesinde “Müslümanlar iktidar olursa bize karsi tahammüllü olurlar mi?” sorusunu yöneltenlere en azindan sükutla cevap vermek hakkimizdir.






Nejat Turhan