๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 27 Ekim 2010, 17:36:17



Konu Başlığı: Hoşgörü dini
Gönderen: Sümeyye üzerinde 27 Ekim 2010, 17:36:17
Hoşgörü Dini

İnsanların her ferdi, diğer canlıların neredeyse bir türü kadar diğerlerinden farklılık gösterir. Bu, onun yetenek, kişilik ve karakterindeki renklilikle açıkça kendisini belli eder. Bu gerçeği değiştirmeye yönelik her girişim de yaratılışa ters olduğu için başarısızlığa mahkumdur. Bireydeki bu renklilik, manevî ve hükmî bir kişilik olan toplumlara da aynen yansıya- rak onları da farklı hale getirir. Farklılık genellikle insan psikolojisinde içgüdüsel bir tepki doğurur. Başkalık da, yabancılık, korku, kuşku, antipati duyguları uyandırır. Hoşgörü ise, bu ilkel duyguyu yenmek, hiç değilse dizginlemeye çalışmaktır. Kişi başkalarına katlanabilmeyi öğrendiği ölçüde “hoşgö- rülü” niteliğini kazanır. Hoşgörü, anlayış ve yüce gönüllülüktür. Bizimkimize uymasa bile, herkesin özgür olduğu gerçeğini özümseyip başkala¬rının düşünce, inanç ve davranışlarına müdahale ve baskıda bulunmamaktır.
Hoşgörü, fıtrat dini olan İslâm’ın en önemli bir özelliğidir. Ondaki hoşgörüye başka bir din ve medeniyette rastlamak mümkün değildir. İslâm, hem geçmiş din ve medeniyetlere, hem de yeni görüş ve düşüncelere karşı daima hoşgörülü olmuştur. Burada bunun bazı ilke ve dayanaklarını kaydetmekle yetineceğiz.
Hz. Peygamber “Allah katında en sevimli din müsamahalı olan dindir. Ben müsamahalı bir din olan hanif dini ile gönderildim” buyurarak (Müsned, I/236) bu gerçeği açıkça ifade etmiştir. Kur’ân’da, insanlar arasındaki ırk, dil, renk, makam ve mevki gibi farklılıkların, Allah’ın iradesi dahilinde ve belli hikmetlere bağlı olarak var edildiği, dolayısıyla insanların bunları anlayışla karşılaması gerektiği yönünde ifa¬deler yer alır (49/13; 30/22; 6/165; 17/21; 43/32). Kur’ân, Allah’a ortak koşmaya bile zorlayan anne-babaya karşı evladın, evlatlık görevinden geri kalmamasını, onlara iyi davranmasını, ancak inan- cında onlara uymayarak Allah’a yönelenleri örnek almasını emreder (31/15). İnanç farklılıkları tek başına savaş sebebi değildir. İslâm’a ve Müslümanlara saldırmadıkları ve inanç özgürlüğünü engellemedik- leri sürece diğer din mensuplarına savaş ilan edile- mez. İslâm’da barış asıl, savaş ise istisnadır: “Eğer onlar, sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size onlara saldırmak için yol vermemiştir” (4/ 90) âyeti bunun açık ifadesidir.
Kur’ân’a göre, inanç ihtilafları bu dünyada şiddet ve kavgayla çözülme yoluna gidilmemelidir. Çözümü, ancak Allah’ın âhiret günündeki hakemli- ğiyle mümkün olacaktır: “Yahudiler, ‘Hıristiyanlığın bir temeli yoktur’ dediler, Hıristiyanlar da, ‘Yahudiliğin bir temeli yok¬tur’ dediler; oysa her ikisi de kitaplarını okumaktalar. Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler. Al¬lah, kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verecektir” (2/113).
Müşrik putperestlerle ilişkilerde bile Kur’ân şu temel prensibi belirlemiştir: “Ve eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse, ona güvence ver ki, Allah’ın Kelâmını işitsin. Sonra da güven içinde bulunacağı yere kadar onu ulaştır” (9/6).
Allah, Mekkeli putperestlerin şahsında, müşrik de olsa katl ve zulümden uzak duranlara iyilik ve adaletle muamelede bulunmayı tavsiye etmektedir: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Allah, adaletli olanları sever” (60/ 8). Mü’min, hak ve hikmet araştırıcısı ve müşterisidir. Söyleyeni kim olursa olsun söze kulak verir, mihenge vurur, uyulmaya değer ve güzelse gereğini yerine getirir. Şu ayet bunun ifadesidir: “Söze kulak verip de en güzeline uyan kullarımı müjdele!” (39/17-18). Hz. Peygamber de, “Hikmet (faydalı fikir, söz ve hareket) mü’minin yitiğidir; her nerede bulursa onu alır” (Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 15) tavsiyesiyle mü’minin eline en yalın ve kapsamlı ölçüyü vermiştir.
İslâm, bütün semavî dinlerin kaynağını bir kabul eder. “İslâm”, Hz. Âdem’den Hz. Mahemmed’e kadar gelip geçmiş tüm peygamberlerin getirdiği dinin ortak adıdır. Bundan sapmalar sonradan ve zaman içinde belirmiştir. “Allah, Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din ola¬rak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurduk ki: Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin” (42/13).
İslâm’a göre bütün Peygamberler (manevî) kardeştir ve peygamberlik açı¬sından aralarında bir üstünlük yoktur. Müslüman, hepsine inanır: “Allah’a, bize gönderilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Ya’kub’a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa’ya verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na teslim olanlarız, deyin” (2/136).

KUR’ÂN’DAN HOŞGÖRÜ ESASLARI

İnanç konusunda hiçbir zorlama yoktur. İslâm’ı kabul etmek isteyen bunu ancak ikna olarak ve kendi özgür iradesiyle yapar. “Dinde zorlama yoktur” (2/236), “İnsanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?!” (10/99) bizzat Kur’ân’ın buyruklarıdır. Tebliğde akla kapı aralamak, fakat tercih ve iradeyi elden almamak esastır.
Cami kadar, diğer dinlerin mabetleri de dokunulmazdır: “Allah insanların bir kısmını diğeriy- le savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Al¬lah’ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi” (22/40).
Din farklılığı, iyilik yapma, akrabalık haklarını gözetme ve ziyaretleşmeye engel değildir: “Size temiz şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de on¬lara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini ver¬diğiniz taktirde- size helaldir” (5/4).
Gayr-i muslimlerle insanî ilişkiler ve medenî münasebetler kurulabilir: “Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yar¬dım edenleri dost edinmenizi yasaklar” (60/9). Bazı hallerde hasmane münasebetle- rin sebebi, kâfir olmaları değil, müminlere zulüm ve işkence uygulamalarıdır. Müslümanlara düşmanlık etmeyen gayr-ı müslimlere iyi davranılmalıdır. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma, henüz müşrik olan annesi, Hudeybiye antlaşmasından sonra kendisini görmek üzere Medine’ye geldiğinde, “Annemle görüşeyim mi?” diye sorunca, Peygambe- rimiz, “Evet, hem de ona iyi davran” demiştir (Buharî, Hibe 28). Müslümanların, gayr-ı müslim muhtaçlara yardım etmelerine de hiçbir mani yoktur.
İnsanlar arasında dinî farklılık varsa, birbirle- riyle güzel bir biçimde tartışabilirler. Kur’ân’a göre, tartışırken edep ve nezaket ölçüleri aşılmamalı, delil ve ikna yolu seçilmelidir: “Kitap ehlinden haksız davrananlar bir yana, onlarla en güzel şekilde tartışın” (29/46). Rakip tarafa karşı terbiye sınırları dışında dav¬ranmak ve putperest bile olsalar inançlarına hakaret etmek kesinlikle caiz değildir: “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek haddi aşıp Allah’a sövmesinler” (6/108).
Bu güzel tartışmanın bir örneğini şu âyet sergilemektedir: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek olan bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız diğer bir kısmımızı tanrılar edinmeyelim.’ Yine de yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz gerçekten (Allah’a) tam teslim olanlarız’” (3/64). Müslümanlar, dinlerine saldıran yahut özgürlüklerini kısıtlamak isteyenlere karşı galip gel¬diği taktirde, öç alma yoluna gidemez, onları din değiştirmeye zorlayamaz ve eziyet veremezler. Devletin hakimiyetini kabul etmeleri ve samimi olmaları yeterlidir. Artık kendile- rinden biri gibi olurlar.
İslâm, onlara iyi davranmayı, yumuşak sözle hitap etmeyi ve komşuluk haklarını gözetmeyi emreder. Ziyaretleşmeyi caiz görür. İbadet yerlerinin korunmasını, inançlarına müdahale edilmemesini, onlara zulmedilmemesini, hak ve yükümlülüklerinde müslümanlarla eşit tutulmalarını ve aynen müslü- manlar gibi onların da can, mal, ırz ve geleceklerinin güvence altına alınmasını ister.
Yukarıdaki âyetlerin hemen tümü, müslümanlar zayıfken değil; güçlü, devletlerini kurmuş ve kuvvetli bir orduya sahipken inmiştir. İslâm’ın bu hoşgörü- sünü daha iyi anlayabilmek için geldiği çağda, hatta asırlar sonrasında bile insanların içinde bulundukları bağnazlık ve hoşgörüsüzlüğü göz önüne getirmek yeterlidir.

HZ PEYGAMBER’DEN HOŞGÖRÜ ÖRNEKLERİ

Kur’ân, insanlığın bir realitesi olan inanç farklılıklarını bir imtihan vesilesi olarak zikreder ve böyle bir durumda izlenmesi gereken tutumu şu şekilde açıklar: “Her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarış edin, hepinizin dönüşü Allah’adır” (5/48; 11/118-119).
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde orada çok sayıda Yahudi vardı. İlk resmî işi onlarla bir antlaşma imzalamak oldu. Devlet, onların inançlarına saygı gösterecek ve kendilerini haksızlıktan koruya- caktı. Yahudiler de herhangi bir dış saldırı durumun-da Müslümanlarla birlikte Medine’yi savunacaklardı. Böylece Hz. Peygamber dinî hoşgörünün ilk tohumlarını bizzat atmış oldu.
Antlaşmanın bazı maddeleri: “Yahudilerden bize tabi olanlara yardım edilip iyi davranılacaktır. Onlar hiçbir haksızlığa uğramayacak, düşmanlarına yardım edilmeyecektir” (17. md.). “Benu Avf Yahudileri müminlerle birlikte tek bir toplulukturlar. Onlar kendi dinlerine, Müslümanlar da kendi dinlerine göre yaşayacaklardır” (25. md). “Müslümanlarla yahudi- ler arasında yardımlaşma, karşılıklı hayırhahlık ve iyilik bulunacaktır” (36. md) (Muhammed Hamidul- lah, el-Vesaik, s. 61).
Şu sözler, Peygamberimize aittir: “Bir gayr-ı müslim vatandaşı haksız yere öldüren, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulduğu halde Cennetin koku- sunu duyamayacaktır” (Buhari, Cizye, 5), “Kim bir antlaşmalıya zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım” (Ebu Davud, Harac 31-33).
Hayber Yahudileri Hz. Peygamber’e gelip ürünlerinin bazı müslümanlar tarafından izinsiz şekilde alındığını şikayet etmişler. Hz. Peygamber, derhal müslümanları mescitte toplamış ve onlara kendileriyle antlaşma yapılanların mallarının haram olduğunu ve bu yaptıklarının doğru olmadığını ilan etmiştir (Ebu Davud, Harac 33). Hz. Peygamber’in ehl-i kitaptan komşuları vardı. Onlara iyi davranır, hediyeler verir ve hediyelerini kabul ederdi.
Habeşistan’dan gelen Hıristiyan elçileri mescidin- de ağırlamış ve onlara bizzat hizmet etmiştir.
Peygamberimiz, İslâm davetini engellemeyen ve genel kurallara uyan herkesle iyi ilişkiler içinde olmuş ve hiçbir zaman diğer din mensuplarının dinlerine müdahale etmemiştir. Ehl-i Kitabı (Yahudi ve Hıristiyanları) toplumun birer ferdi olarak kabul etmiştir. Onların düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna ilişkin rivâyetler bulunmaktadır. Bir Müslüman, Ehl-i Kitap bir kadınla evlendikten sonra kadının kendi dinini serbestçe yaşayabileceği ve ona herhangi bir baskı yapılamayacağı ifade edilmiştir.
Necran Hıristiyanları heyeti Medine’ye geldiğin- de, ibadet vakitleri geldiği için, onlar da mescide girip doğu istikametine yöneldiler ve dinlerince ibadet etmeye hazırlandılar. Sahabiler onlara mani olmak istedi. Ancak Peygamberimiz rahat bırakılmalarını emretti. Onlar da ibadetlerini yaptılar (İbn Hişam, I, 574). Daha sonra Allah’ın Elçisi, onları dinleyip fikrî tartışmada bulundu. Bütün bunlar, edep içe¬risinde ve hoşgörü çerçevesinde yapılıyordu.
Onlarla yaptığı antlaşmada, her kademedeki kilise görevlilerinin görevlerinden alınmayacakları, eski haklarının aynen ellerinde bırakılacağı belirtilir ve şöyle denilir: “Necranlılara zulüm ve kötülük yapılmayacaktır. Câhiliye devrinden kalma kan davası güdülmeyecektir. Ne ürünlerinden onda bir vergi alınacak, ne asker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için silah altına alınacak. Necran’da kim bir hak talebinde bulunacak olursa, aralarında insaf ve adalet üzere davranılacaktır. Ne zülüm yapacaklar, ne de zulme uğrayacaklardır. Onlardan hiç kimse, başkasının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutulmayacaktır. Bu antlaşmada yazılı vecibeleri yerine getirdikleri, hayırhahlık gösterdikleri ve iyi davrandıkları sürece, Allah’ın ve Peygamber’in temelli himayesi altında bulunacak- lardır” (Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, X, 313-314).

MÜSLÜMANLARIN ENGİN HOŞGÖRÜSÜNDEN ÖRNEKLER

Hz. Ömer’in, Kudüs’e fatih olarak girerken, şehrin büyük kilisesinde bulunduğu bir sırada ikindi namazının vakti girer. Sırf Müslümanlar ileride camiye çevirmesinler diye orada namazını kılmaz.
Mısır’lı Hıristiyan bir kadın Hz. Ömer’e, Vali Amr b. As’ın, evini zorla yıkarak arsasını camiye eklediğini şikayet eder. Hz. Ömer, durumu Amr’a sorar. Amr, Müslüman nüfusun çoğaldığını, caminin dar geldiğini ve yanında evi bulunan bu kadına evinin karşılığını önerdiğini, hatta gerçek değerinden daha fazlasını verdiği halde razı olmadığını; evi bu yüzden yıkmaya mecbur kaldığını ve parasının hazır olup dilediği zaman alabileceğini belirtir. Hz. Ömer buna razı olmaz. Amr’dan, yeni yaptırdığı camiyi yıkması- nı ve kadına evini eskisi gibi teslim etmesini ister.
İslâm dünyasının her yerinde, camilerin yanıba- şında havra ve kiliseler de bulunagelmiştir.
Osmanlının en ihtişamlı dönemlerinde İslâm’ın başkenti olmuş İstanbul’da bunun pek çok örnekleri vardır. Müslümanlar, gayr-ı müslimlerin iç işlerine müdahale etmedikleri gibi, bazen kendi aralarındaki mezhep farklılıklarından doğan haksızlıklarda ha- hakem rolü oynayarak haksızlıkları önlemişlerdir. Meselâ, Melkâniler, Bizans hakimiyetinde Mısır Kıptîlerine eziyet ediyor, kiliselerini ellerinden alıyorlardı. Müslümanlar Mısır’ı fethettiklerinde Kıptîlere kiliselerini iade ettiler. Bundan sonra intikam duygusuyla bu defa Kiptîler aşırıya gidince, Melkanîler onları Harun Reşid’e şikayet ettiler. Halife, Kıpti’lerden hak¬larını alarak kendilerine iade etti.
Fatih Sultan Mehmed’in Şark Ortodoks Kilisesinin merkezi olan İstanbul’u fethedince Hıristi- yanlara tanıdığı dinî hürriyet herkesin malumudur. Fatih, İstanbul’a girdiğinde Hıristiyan şehrin sakinlerine mal, can, inanç ve kiliseleri için güvence verdi. Onları askerlikten muaf tuttu. Aralarında çıkacak anlaşmazlıkların kendi mahkemelerinde halledilmesini ilan etti. İstanbul sakinleri, Fatih’le eski yönetimin tutumları arasındaki farkı gördüler. Bizans yönetimi, mezhep ihtilaflarına müdahale ediyor ve bağlı oldukları kilisenin mensuplarını kayırıyorlardı. Yeni idarede ise rahata kavuştular. Dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları hoşgörüyü buldular. Rum Patriği, sanki devlet içerisinde devlet idi. Cemaatiyle birlikte beş yüz sene huzur içinde yaşadılar.
Dinî hoşgörünün diğer bir örneği de, inanç ve mezhep farklılığına bakılmaksızın görevlerin ehil olanlara verilmesidir. Hem Emevî, hem de Abbasî’ dönemlerinde Hıristiyan doktorların halifeler nezdin nde itibarları vardı. Bağdat ve Şam’da uzun süre tıp medreselerine onlar bakıyordu. Hıristiyan İbn Asal, Muaviye’nin özel doktoru; Sercûn ise katibiydi. Halife Mervan, Asnâsyos ve İshak adındaki Hıristiyanları Mısır hükümetinin bazı makamlarına tayin etmişti. Asnâsyos, bir divanın başkanlığına (Bakanlık) kadar yükseldi. Çok zengin ve ünlüydü. Dört bin köle ve çok sayıda ev, köy, bahçe, altın ve gümüşü vardı. Sahip olduğu dört yüz dükkanın kira paraları ile Urfa’da bir kilise yaptırdı. O kadar şöhreti vardı ki, Abdülmelik b. Mervan, daha sonra Mısır Valiliği yapacak olan küçük kardeşi ve Ömer b. Abdülaziz’in babası Abdülaziz’in eğitimini ona havale etmiştir.
Halifeler nezdinde ikbal gören doktorların en meşhuru Hristiyan Corcis b. Bahtişû’dur. Corcis’in özellikle Halife Mansur nezdinde önemli bir yeri vardı. Hali¬fe, onun rahat ve memnuniyetine önem verirdi. Hıristiyan Selmuveyh b. Bennân da, Halife Mu’tasım’ın doktoruydu. Öldüğü zaman Mu’tasım çok üzülmüş; Hıristiyanlığa uygun şekilde güzel koku ve mum¬larla defnettirmişti.
İlginçtir ki bütün bunlar, Batı’nın İslâm ülkelerine Haçlı seferleriyle en şiddetli saldırılarını yaptığı dönemler boyunca da devam et¬miştir. İbn Cübeyr, Seyahatnamesinde der ki:
“Ne ilginçtir ki Müslümanlarla Haçlılar arasında savaş tüm şiddetiyle devam ederken bile Hıristiyan ve Müslüman dostlar birbirlerini ziyarete de¬vam ediyorlardı” (Daha fazla örnek için bk. “İslâm Medeniyetinden Altın Tablolar, Prof. Dr. Mustafa Sibaî, Trc. Prof. Said Şimşek, Uysal Kitabevi, s. 76-88).

 



Prof. Dr. Abdûlaziz HATİP