๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Halis_52 üzerinde 09 Ağustos 2010, 15:44:53



Konu Başlığı: Herkes Mutlu Olabilir
Gönderen: Halis_52 üzerinde 09 Ağustos 2010, 15:44:53


HERKES MUTLU OLABİLİR
 

            Herkes mutluluktan söz edip durur. Sık sık duyarız: “O kadar mutluyum ki...” , “Bundan daha iyi mutluluk olmaz!” , “Sınıfımız geçtim, sevincimden uçuyorum.” , “Sıkıntılar hep beni mi buluyor! Hiç mutlu olamayacak mıyım hayatta?” , Bir türlü mutlu olamıyorum.” , “Yaşamaktansa ölmek daha iyi...” Mutluluk ve mutsuzluğun ifadesi olan bu ve buna benzer sözler, mutluluk için çırpınmanın işaretleri.

            Mutluluk, sevinçli olmadır. Gönlün huzur ve neşeyle dolmasıdır. Ruhun doyuma ulaşmasıdır.

            Mutluluk, parada,pulda, makamda, mevkide, evde, arabada, bağda, bahçede, yakın veya uzakta mı?

            Goethe, “Eğer su kaynağı senin kendi ruhundan fışkırmazsa susuzluğunu dindiremezsin,” der. Bunun gibi, mutluluk da insanın içinden fışkırmalı. Mutluluk orada burada, şunda, dışımızda değil; içimizde, kendimizdedir.

 

            Gustav Droysen’in dediği gibi, insan çoğu kere burnunun üstündeki gözlüğü arayan dalgınlar gibi mutluluk arar. Oysa insan eşeğin üzüntüdeyken eşek arayan Nasreddin Hocanın durumuna düşmemeli. Işıkta kaybettiği iğneyi karanlıkta arama tuhaflığını işlememeli.

            Mutluluk elimizdedir. Dünyasını karartanda, aydınlatan da insanın kendisidir.

            Mutluluk her şeyden önce düşünce meselesidir. İnsan düşünce ve anlayışıyla mutluluk ortamını kurabilir. O kadar ki  en küçük başarılarından bile mutlu olmanın yolunu bulabilir.

            Para, mal, mülk mutluluk vesilelerinden ancak biri olabilir. Fakat yegane mutluluk kaynağı değildirler. “Parayla saadet olmaz,” sözü bu gerçeği ifade eder. Alabildiğine maddi imkanlara sahip olan birçok kişinin mutlu olamayışı bunun en güzel ispatıdır.

            Heraklites, “Mutluluk maddi sevinçlerden ibaret olsaydı, çayıra kavuşan öküzleri mutlu saymamız gerekirdi,” derken mutluluğu maddede aramanın yanlışlığını dile getirir.

            Mutluluk gönül meselesidir. Gönlü zengin olan mutludur. Varlıkta da mutludur, darlıkta da. Peygamberimiz “Asıl zenginlik gönül zenginliğidir,”buyurmuştur. İşte insanı mutlu eden asıl zenginlik budur.

            İyi not alan öğrenci, para kazanan tüccar, bol ürün elde eden çiftçi mutludur. Ama bunlar geçici mutluluklardır. Halbuki mutluluk devamlı olmalı, sonsuza kadar dayanmalı.

            Bizi sonsuza kadar mutlu edecek bazı esasları sayalım:

 

İNANCIMIZI KAYBETMEYELİM
 

İman hayat iksiridir. Hayat onunla canlanır ve renklenir. Dünya onunla aydınlanır. İnsan onunla güçlenir.

İnanç mutluluk kaynağıdır. Hem de mutluluğun temelidir.

İmanla zindanlar saray, çöller vaha olur.

Mevlana, “ALLAH ile olunca ölümde hoştur, ömür de hoştur,” der “Narın da (ateş) hoş, nurunda hoş,”diyen Yunus Emre iman gözlüğüyle gördüklerini söylemiştir.

Her şey inanan insanın eli altındadır. O, yeryüzünü bir saray, güneşi bir avize, ay’ı bir takvim, baharı da bir halı, kendisini de o sarayın efendisi olarak görür. “Yeryüzü benim bahçemdir.” Diyebilir.

            “ALLAH’ı bulan her şeyi bulur. Onu bulamayan ise hiçbir şeyi bulamaz. Bulsa da başına bela bulur” diyen Hikem-i Ataiyye bu gerçeği ne güzel dile getirmiştir.

            Rauf Denktaş, başarının ve saadetin kazanılmasında inançlı olmanın önemini şöyle dile getirir:

            “Pusulasız gemi er geç karaya oturacaktır. İnsanoğlunun pusulası ilimdir, dindar ve imandır. Dinsiz ve imansız kişi pusulasız gemiye benzer; er geç karaya oturacak, başını taşlara çarpacaktır.”

            İnançsızın geçmişi karanlık, geleceği karanlık, bugünü karanlıktır. Geçmişin ızdıraplarıyla yanar, kavrulur. Geleceğinden endişe içindedir. Bugünü ise ıztıraplarla doludur.

            İnançsızın gözünde mazi, sevdiklerini yutmuş bir mezarlık; gelecek, kendisini ve bütün dostlarını asacak idam sehpasıdır.

            İnançsızın gözünde her şey başıboş, her şey zavallı, her şey yaslıdır. Kendisi de onların üzüntülerini yüklenen bahtsız!

            İnançsızın gözünde dünya bütün lezzet, zevk ve tantanasına rağmen ıztırap küpüdür. Öyle ya, darağacına asılmak için bekleyen bir insanın hayattan lezzet alması düşünülebilir mi? Darağacını altınla, yakutla, zebercetle, en kıymetli taş ve zinet eşyalarıyla süsleseniz; sonra da idamlığın önüne en nefis yemeklerle donatılmış bir sofra kursanız ve ona, “Gerçi bir müddet sonra asılacaksınız, ama siz yine de yemenize içmenize bakın!” deseniz; bu onu kızdırmaktan başka bir işe yaramaz. Onun zevk ve lezzet almasını sağlayabilir misiniz? :Korku ve endişesini yok edebilir misiniz?

            ALLAH’a ve ahirete inanmayan insanın gözünde dünyanın bu tablodan farkı yoktur. Ölüm her şeyi yok edip tüketecekse, hayatın ne manası kalabilir.?

            Demek, hayat imanla mana kazanıyor.

            Gençlik bu imanla hayata bağlanır, ümitle yaşar, huzur ve saadet zembereği haline gelir.

            Bir çekirdek ALLAH’a dayanmakla koca bir ağaç olur. Karınca Ona bağlanmakla kocaman Firavun’a karşı çıkar. Sinek o imanla Nemrud’a kafa tutar. Gençlik de imandan aldığı nur, şuur ve kuvvetle dünyanın dağlar gibi engellerine karşı dayanır., hayat yolunda metanetle ilerler.

            Yine o inançla gençlik felaket ve ıztıraplara karşı tükenmez bir teselli kaynağı bulur. Gayesizlik, çaresizlik, başıboşluk, havailik, gevşeklik ve uyuşukluktan kurtulur.

            Gençlik imanın verdiği sorumlulukla çalışkan, hamleci, ideal sahibi; vatana, millete ve insanlığa yararlı hale gelir.

            Kalbinizi ALLAH’a imanla, Onun sonsuz sevgisiyle doldurunuz. Size insanlığı ve sevdiğiniz her şeyi Vereni, sevgiye en çok layık Olanı sevmek ise Ona karşı gelmemekle, emirlerine sarılmakla olur.

            En birinci meselemiz imanımızı korumak, güçlendirmek, taklitten tahkike ulaştırmak olmalı. Bunu sağlayacak kaynaklara dört elle sarılmalıyız. Dünya ve ahiret mutluluğumuz buna bağlıdır.

            En büyük kayıp ise imanı yitirmektir. Kaybedilen bu cevherin yerini hiçbir şey dolduramaz. Dünya da,  ahiret de zindana döner.

 

BAŞKALARININ MUTLULUĞU İÇİN ÇIRPINALIM
            Diderot, “Başkalarına mutluluk sağlayabilen adam mutludur.” Der. Siz de öyle yapmaz mısınız? Bir kimsenin boğulduğunu görseniz koşmaz mısınız? Yanmakta olan birini kurtarmak istemez misiniz? Haksız yere öldürülen bir masum için çırpınmaz mısınız? Maksadınıza ulaşınca da en büyük mutluluğu duymaz mısınız?

            Peki, bir insanın dünyası bir yana, ebedi hayatı mahvolsa yüreğiniz sızlamaz, elinizden gelse kurtarmak için çırpınmaz mıydınız?

            İmansızlık sadece dünyayı değil, sonsuz hayatı da karartır. Bu ebedi kaybın yerini hiçbir şey dolduramaz.

            Bu korkunç felaket ve yangın karşısında vicdanı olan herkes titrer, söndürmek için koşmaya başlar.

“Teessür(üzüntü) ve ızdırap karşısında kalpden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması lazım gelir.” Diyen Zübeyir GÜNDÜZALP, imansızlığın doğurduğu fecaatı ifade eder. Türk gençliğinin bu fecaat içerisine yuvarlanma tehlikesiyle yüz yüze olduğunu gören ve islamın  derdinden başka hiçbir derdi olmayan Bediüzzaman Hazretleri de,

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş, yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum....

“Ben cemiyetin imanını kurtarma yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de... Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, 25 milyon (şimdi 51 milyon) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’ an ’ımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanı selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur,” diyor, önündeki engellere aldırmadan koşuyor, koşuyordu.

İnsanlığa iman yönünde hizmet etmek kadar büyük bir hizmet ve mutluluk düşünülemez. Mükafatının yerini de hiçbir şey tutamaz. ALLAH Resulü, “Senin vasıtanla bir kimsenin imana kavuşması, dünya ve dünya içindeki şeylere sahip olmadan daha hayırlıdır,”buyurmuştur.  

            Asrın en müthiş hastalığı olan imansızlık karşısında imanları kurtarma harekatına katılmaktan başka yol yok! Mutluluğunu başkalarının mutluluğunda arayan insanlar için en büyük ve ideal hizmet yolu budur.

 

YÜKSEK İDEALLERİN ADAMI OLALIM
 

            Maneviyat dünyasının önde gelen isimlerinden Cüneyd-i Bağdadi’yi büyükler kervanına katan sırrı biliyor muydunuz? Sıradan bir insandı Cüneyd-i Bağdadi. İsmi cismi duyulmamıştı. Bir gün yolda karşılaştığı bir olay onun ruh dünyasını değiştirdi:

            Bir kedi duvarın dibinde sinmiş vaziyette beklemekte. Alabildiğine sesiz ve hassas...

            İşte bu hadiseydi Cüneyd-i değiştiren, mesafe aldıran, Belki” Bunda ne var?” diyeceksiniz! Hiç karşılaşmadığımız bir hadise değil ki!

            Önemli olan olay değil, olayın sebep olduğu değişiklikti. Cüneyd şöyle düşünmüştü:

            “Kedi nihayet bir hayvan! Avı ise bir fare. Gayesine hedefine ulaşabilmek için nasıl da titizlikle bekliyor. Ben ise en üstün bir yaratığım. Benim gayem, idealim, hedefim ise daha yüce olmalı ve o yüce gayeme bütün varlığımla yönelmeliyim.

            İşte bu düşünceden sonradır ki, cüneyd kendisini hak yoluna adamış, o yolun kara sevdalısı olmuş, aşılmazları aşmıştı.

            Üstün bir yaratılışta olan insanın elbet ideali de yüce olacak E.Hölnl, “yüksel idealleri olmayan insanlık, basit bir çaba içindeki karınca topluluğundan farklı değildir.,”der.

            Yüce İdealler için yaşayan insanların her saniyeleri de değerlidir. Davalarında “fani” olurlar. Geceleri gündüzleri o yüce davanın düşüncesiyle dolar. Şahsi menfaatlerinden çok insanlığın menfaatlerini düşünürler. Toplumları milletleri için yaşarlar.

            Böyle insanlar bütün milleti kucaklarlar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kimin himmeti (gayreti) milleti içinse o tek başına bir millettir.”

            Milletin yükselmesi, vatanın yücelmesi uğrunda canlarını vermekten çekinmezler. “Ben ölsem bile milletim sağdır,” derler.

            Kendilerini yok, milletleri vardır. B.Auerbach’ın da belirttiği gibi, onlar büyük düşüncelerin sahibidirler ve bu düşünceleri uğruna kendilerini bile unutmuşlardır.

            Milletin için yaşayan, milletinin refahı, mutluluğu için çırpınan insanlardan meydana gelen toplumlar topla tüfekle sindirilemezler; onları hiçbir güç yıkamaz.

            Gaye nefisten öte, her şey den yüce...

            Vatana, millete hizmet çalışmakla olur, gayretle olur, azimle olur.

            Aynı ALLAH’a aynı Peygambere, aynı kitaba, aynı bayrağa, aynı toprağa sahip olan bu vatanın çocukları, kardeşlik, birlik ve beraberlik içerisinde oldukları müddetçe, en güçlü orduların karşısında duramaz.

            Akif’in dediği gibi,

            “Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

            Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

            Değil mi sinede birdir vuran yürek... yılmaz!

            Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!’’

            Gayeye gayretle ulaşır. Bunun zevki başka bir şeyde bulunmaz.

            İdealsiz insan hayattan zevk de alamaz. Böyle insanlarla yaşamak da güçtür.

            Yüksek idealler uğruna didinip mücadele verenler milletin iftihar vesileleridir.

            İdeal yoluna adanan her şey kıymetlidir. Küçük büyük her şey değerlidir. Bunun dışındakiler küçüktür, değersizdir. La Rochefoucauld, “Yapılan iş ne kadar parlak olursa olsun, yüksek bir gayenin sonucu değilse büyük sayılmamalıdır,” der.

            Milletin inancına, ahlakına, maddeten ve manen yükselişine hizmet edenler doğru yoldadırlar.

 
HAK İÇİN YAŞAYALIM
 

            Hak her şeyden yüce, her şeyden üstün, her şeyden büyük. “Hakkın hatırı alidir(yücedir). Hiçbir hatıra feda edilemez.”

            Hak yüce ALLAH’ımızın bir ismidir. Gerçek ve doğru olan, değişmeyen her hak Ona dayanır. Her hakkın hakiki sahibi Odur.

            İnsan hep Hak için yaşamalı, Hak için .......... Onun yolunda olmalı.

            İnsan böylece değer kazanır bu suretle yükselir.

            Hak için yaşamak demek, ALLAH’ın rızasını düşünmek demektir. Onun rızasıyla insanlar da razı olur. O sevince insanlar da sever; onlara da sevdirir.

            Her yaptığımız harekette  düşüncemiz şu olmalı:

            “Acaba bu hareketimden ALLAH razı olur mu?

            İnsan yaptığını şunun bunun için değil, ALLAH için yapmalıdır. ALLAH için yapılmayan, çıkar gözetilen iyiliklerin bile kıymeti yoktur.

            ALLAH’ın sevdiği davranış, sadece kendi rızası için yapılan davranıştır.

            İnsan çalışır, yer içer, yatar kalkar, iyilik yapar, yoksulların elinden tutar.

            Acaba kimin için?

            Nefsi içinse, gösteriş için yapıyorsa bunun değeri yoktur. ALLAH için ise küçük de olsa büyüktür, değerlidir. Öyleyse, “ALLAH namına vermeli, ALLAH namına almalı, ALLAH namına başlamalı, ALLAH namına işlemeli.”

            Hak için çalışma insanı başarıya götürür, sıkıntılardan kurtarır, mutlu eder.

            Her şeyin dizgini elinde ve her şeye gücü yeten bir yaratıcıya dayanarak yapılan iş büyüktür. O yolda her şey değerlidir.

            Resulullah(a.s.m.) hak için çırpınmıştı. Hz.Musa’nın (a.s.) mücadelesinde o vardı.Hz.İbrahim(a.s.) o sayede ateşten kurtulmuştu.

            Zaferden zafere koşan Celaleddin Harzemşah’a sormuşlar:

            Yine muzzaffer olacaksın, yine galip geleceksin. Bu gayret niye?...

            “Ben” demiş, “yaptığımı sadece Hak için yaparım. Onun rızasından başka bir şey düşünmem. Üzerime düşeni yapar, gerisine karışmam. Muzaffer edip etmemek Ona aittir.”

            Bu sırdan dolayıdır ki, Celaleddin Harzemşah girdiği bütün savaşlarda muzaffer olmuş.

            Evet, Hak için yaşamak, sadece ve sadece Onun rızasını düşünmek, başarının anahtarıdır. Başarının olduğu kadar, huzurun ve mutluluğun da birinci şartıdır.

            Çünkü en büyük, Cenab-ı Haktır. Onun yolunda didinmek kadar büyük bir şey olamaz. Bu yüce gaye uğruna atılan adımdan başka insanı mutluluğa götüren ne olabilir?

            “Ben kimin yolundayım? Yaptığımı niçin yapıyorum?” sorusuna vereceğimiz “Hakkın rızası için,” cevabından daha büyük bahtiyarlık düşünülemez.

            Hak yolunda olmak, gerçeklerin peşinde koşmayı da gerektirir.

            Bunun içindir ki konuştuğumuz daima gerçek olsun. Yaptığımız gerçek olsun. Gerçek yolunda kalalım ve gerçekçi olalım.

            Hayal gerçeğe hizmet ettiği müddetçe değerlidir. Hayalsiz dünya karardığı gibi, gerçeksiz dünya büs bütün yok olur.

            “Hayallerinizi yitirdiğiniz an, hayatınız sona erdi demektir,” de Mark Twain. Hayalin gerçekle ne ilgisi var, diyeceksiniz. Allen’in de şu sözleri var:

            “Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük bir çınar bir tohumda, en büyük bir kuş bir yumurtada gizliydi.”

            Gerçekler önce hayal dünyasında yer bulur, sonra hayattaki yerlerini alırlar.

            Ama asıl olan gerçektir. Gerçeği yakalayabilmek, onun yolunda olabilmektir.

            İnsan gerçekçi olduğu müddetçe başarı olur.

            Gerçek her zaman kolay elde edilmez.

            Gerçek her zaman bal gibi tatlı da olmaz. Bazen acı ilaçtır. Katlanabilenler için ise şifadır.

            Yaşadığımız, gördüğümüz, işittiğimiz, konuştuğumuz hep gerçek olsun.

            Gerçek bir olur. Herkese göre gerçek olmaz. Hz. Ali, “Gerçeği insanların ölçüleriyle değil, insanları gerçeğin ölçüsüyle tanı,” derken gerçeğe ayak uydurmamızı dile getirir.

            Acaba ne ölçüde gerçekçiyiz?

 

FAZİLET ÖRNEĞİ OLALIM
 

            İnsanlık tarihinde öyleleri vardır ki baştan aşağı fazilet örneğidirler. Pırıl pırıl bir hayat sürmüş; yaşadıkları çağın insanlarına olduğu kadar, çağlar sonrasına da ışık tutmuşlardır. Başta Peygamberler olmak üzere, Gazali’ler, Rabbani’ler Yunus’lar, Mevlana’lar, Bediüzzaman’lar hep bu sınıftandır.

            Fazilet, ilimden, irfanda, ahlakta, iyilikte, değerde, hünerde, meziyette, olgunlukta ve faydalı olmada en üst seviyede olma demektir.

            Hz.Ali “İnsanlarla öylesine geçin ki, ölümünde düşmanların bile ağlasınlar,” der. Mark Twain de, “Öylesine yaşamalısın ki, öldüğün zaman tabutçu bile matem tutsun!”demekten kendisini alamaz.

            Fazilet örneği insanlar hep böyledir. Onları düşmanları bile takdir etmekten kendilerini alamamış, ölümlerine ağlamışlardır.

            Fazilet yücedir, eşsizdir. Hiçbir şey fazilet kadar yüce olamaz. Sevilmeye en layık olan da odur.

            Peygamberimiz öyle yaşardı ki, dostu düşmanı onu hayranlıkla seyreder; dost takdir ederken, düşman da dost olurdu. Ona kin ve düşmanlık duygusuyla dop dolu olanlar bile bu eşsiz fazilet örneği karşısında bir bir dize gelmişlerdi.

            Kim herkesin sevdiği, hoşlandığı, aradığı, memnun olduğu bir insan olmak istemez? Yüzü görülmek istenmeyen, sevimsiz bir tip olmak kadar kötü ne vardır?

            Pırlanta gibi olun ki, herkes kıymetinizi bilsin.

            Kendi kendimize daima soralım:

            “Nasıl biriyim? Sevimli mi, sevimsiz mi? Annem, babam, ailem, arkadaşlarım, öğretmenlerim ve birlikte çalıştığım insanlar beni nasıl karşılıyorlar? Tenkit edilen yanlarım neler?”

            Bu sorulara vereceğimiz cevap, hayatımızı şekillendirecektir. Müspet davranışlarımızı daha da geliştirmek, yanlış hareketlerimizi de düzeltmek fırsatını böylece bulacağız.

             Epictetus. “İyi olmanızı istiyorsanız, önce iyi olmadığınıza inanınız,” der. Çünkü bu anlayış davranışlarımızı düzeltme, iyiye yönelme ve fazilet olmada bize yardımcı olacaktır. İyiliğine ve olgunluğuna inanan insanın düzeltebileceği neyi olabilir? Dolayısıyla, onun yükselmesi de söz konusu değildir.?

İnsanın kendi hatasını görmesi kadar büyük fazilet yoktur. İnsan vicdanın sesini dinleyebildiği ölçüde faziletlidir.

            Konfüçyüs’ün dilinde, “En büyük fazilet insanın iyiliğe doğru çaba göstermesi ve vicdanının sesini dinlemesidir,” şeklinde ifadesini bulan bu gerçek, fazilet yarışının da bir simgesidir.

            Fazilet dini duyguların güçlülüğünden kaynaklanır. Dine bağlılıkta titizlik göstermek, faziletli olmaya aday olmak demektir. “Dinime bağlı olmasaydım gençliğimdeyken kötülük işlemekten beni kimse alıkoyamazdı.” Diyen Mehmet Akif, bir beyitinde şöyle de:

            “Çünkü milletlerin ikbali için evladım”

            Marifet, bir de fazilet; iki kudret lazım.”

            Fazilet kadar değerli bir sermaya düşünülemez. Kur’an’ın “güzel ahlak üzerinde olduğunu” belirttiği yüce Peygamber. Faziletin içerisinde toplandığı güzel ahlakı öğütlüyor; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim,” buyuruyor. O, yeryüzünde adeta melekler gibi dolaşan bir insanlık tablosu ortaya çıkardı. En zor anlarda bile birbirlerini düşünen, hak ve hakikat için yaşayan fazilet abideleri yetiştirdi.

            Doğrudur, denilebilen insanlar faziletli insanlardır. Faziletli insan gençken de, ihtiyarken de, öldükten sonra da başlar üstündedir.

            Paranın, pulun, malın, mülkün insanların gözünde değerli olduğunu kimse inkar edemez. Fazilet hepsinin de üstünde bir mevkiye sahiptir. Üstelik faziletli insanın elinde para da, pul da, mal da, mülk de çok daha değerlidir; vatanın, milletin, insanlığın hizmetindedir.

            Fazilet iman ağacının meyvesidir. İman ne kadar güçlüyse insan o nispette faziletlidir.

            “Din nedir?” sorusuna, “Güzel ahlaktır,” cevabını veren ALLAH Resulü bizlere fazilet ufuklarını gösterir.

            Fazilet ufuklarını gösterir.

            Ne var ki, fazilet kolay elde edilemez. Doğuştan da getirilmez. İnsan gayretle, çabayla onu elde eder. İyiye yönelme azmi ve gayreti içerisinde olursak, yanlış, kusurlu, hatalı davranışlarımızı düzeltme yoluna girersek, biz de faziletli olabiliriz. Hayvanların bile eğitildiği günümüzde, insanın kendisini başıboşluğun akıntısına bırakmasının mazereti olamaz. Ahlaki olgunluğa ulaştırıcı görüş ve düşüncelerle dolmalı, fazilet örneği insanların hayatlarını okumalı ve onlar gibi olmaya özenmeliyiz.

 

DOĞRULUKTAN AYRILMAYALIM
 

İnsan hayatı doğrulukla yeşerir, güzel meyveler verir.

Doğruluk hayat düğümüzdür.

Güzel huyların kaynağı doğruluktur.

İnsanlık doğrulukla hayat bulur.

Gösteriş, dalkavukluk, iki yüzlük, münafıklık ve nihayet inkarcılık büyük bir yalancılıktır.

Gösteriş yalancılıktır. Dalkavukluk alçakça bir yalancılıktır.

İki yüzlülük, münafıklık ise en büyük ve en zararlı yalancılıktır. Her şeyin doğruluk üzerine kurulduğu kainatta yalana yer yoktur. Yalan temelleri doğruluk üzerine atılan dinde de yer bulamaz.

            İnkar ise her çeşidiyle yalancılıktır. Kainatta inkarcılıktan daha büyük yalancılık yoktur. Kainatın bütün zerratıyla haykırdığı sayısız birlik delillerini inkar etmek kadar büyük yalancılık olabilir mi? Eskiden doğruluk denilince müslüman hatıra gelirdi. Doğrulukla yalan arasında doğuyla batı kadar mesafe vardı. Müslümanın hayatında yalan barınamazdı. Bütün söz ve hareketleri doğruluk üzerine kurulmuştu. Yüzünden doğruluk okunurdu. Bu ruhu doğruluk peygamberinden  almıştı.

            Resulullahın bu  doğruludur ki, daha peygamber olmadan bile “ güvenilir insan” manasında “ el Emin” diye çağrılmasına sebep olmuştu. Onun doğruluğunu görenler bir bir gelip İslam halkasına girmişlerdi. Büyük bir Yahudi bilgini olan Abdullah bin Selam daha yüzüne bakar bakmaz , “Vallahi bu yüzde hile olmaz, yalan olamaz!” deyip kelime-i şehadet getirmişti.

            Doğruluğa hayatını adayanlar, doğruluk için canlarını verenler, hep onun gösterdiği yoldan gittiler.

 

            İnsan kendi kendisine sormalı: “Acaba ben doğru yolda mıyım* Sözlerim, davranışlarım doğru mu?” Doğru yoldaysa, doğruluğu prensip edinmişse hiçbir şeyden çekinmemeli. Şairin, “doğru yolda tek başına da olsa ilerleyeceksin!” dediği gibi, kimsenin tenkidinden, yadırgamasından, kınamasından çekinmeden alnı açık, başı dik olarak yürümeli. Hücumlardan, engellerden korkmamalı, yılmamalı. Meyveli ağacın taşlanacağı bir gerçek. Kimse meyvesiz ağaca taş atmaz.

            Olsun o taşlar bize gül gibi gelir. Çünkü ALLAH, “Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe sapığın sapıklığı size zarar vermez,” buyurmuştur.

            Hz. Musa(a.s) Firuvun’a doğru yolu gösterdiği için baskılara uğramamış mıydı? Hz. İbrahim(a.s) bunun için ateşe atılmamış mıydı? Hz. İsa(a.s) bunun için öldürülmek istenmemiş miydi? Peygamberimizin ayakları bunun için kanlar içerisinde kalmamışmıydı?

            Ama neticede zafer doğru yolda olanların olmuştu. Doğru yoldaysanız üzülmeyin, telaşlanmayın.”ALLAH bizimle beraberdir.”

            Ya yanlış yoldaysak? Kimseyi değil, sadece kendimizi aldatmış oluruz. Değerden düşer, kötü nam kazanır, itimadı kaybederiz. Başkalarına değil, kendimize zarar vermiş oluruz.

            Söz davranışın dilidir. Doğruluğun bir parçasıdır. Davranışlarımız kadar  sözlerimiz de önemli. Peygamberimiz, “Ya hayrı söyle veya sus!” buyurur. Ayrıca sözü borç gibi kabul eder, sözde durmanın önemi üzerinde durur.        

Sözde durmak doğruluğun esasıdır. Ve imanın meyvesidir. Sözde durmamak ise münafıklığın işaretleri arasında sayılmıştır.

 

            “Her dediğin doğru olsun. Ama her doğruyu her yerde demek doğru değildir.” Diyen Bediüzzaman yeri gelince susmanın önemini anlatır. Bazen doğruyu konuşmanın ters tepki yapabileceğine dikkat çeker. Harpte düşmana karşı doğruyu, gerçeği söylüyorum diye pot kırmaya, zarar vermeye, üzmeye, incitmeye hakkımız yok. Söylenmesi gerekiyorsa usulünce söylenmeli.

 

DÜŞÜNEREK YAŞAYALIM
 

            “ Düşünüyorum, o halde varım.” Diyen Descartes, düşüncesizce yaşanan hayatı yoklukla eş tutar. A.W. Hare de düşünceyi rüzgara benzetir: “İnsan bir kayık, bilgi yelken, düşünce de onu yürüten rüzgardır.” Düşünerek hareket edenler doğruyu kolay bulurlar. Onların yanılma ihtimali azdır. Pişmanlık duymazlar.

            Düşünce ışıktır.

            Düşünce harekettir.

            Düşünce Rehberdir.

            Düşünce mutluluk davetçisidir.

            Düşünce gözün görmesi, kulağın işitmesi, dilin konuşması ve tad alması kadar tabidir, fıtridir. Onu dizginlemek veya hapsetmek mümkün değildir. Ellere kelepçe, ayaklara pranga vurulabilir, ama düşünceler hiçbir zaman kelepçelenemez, prangalanamaz. Düşünceyi yok etmek mümkün değildir.

            Önemli olan, düşünmeyi bilmektir. Düşünerek yaşamak, söz ve hareketleri onun çerçevesinde yürütebilmek başarının da anahtarıdır.

            Düşünceden çok duygularının boyunduruğuna girme eğilimindeki gençler, düşüncelerini duygularına hakim kılabilirlerse başarılı olurlar. Düşünerek hareket eden genç, düşüncesizce yaşayan yaşlıdan çok üstündür.

            Düşünceyi hayalle karıştırılmamalı. Hayaller düşüncemize yardımcı olabilir., ama her hayal gerçek değildir. Faydalı olan düşünceler hemen uygulamaya konulmalı. Hayaller dünyasında apartmanlar kurmaktansa gerçekler dünyasında kulübe yapmak daha iyidir.

            İyi bir düşünce sağlıklı olmanın ifadesidir. Boşuna, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” dememişler. Ruh ve beden sağlığının, sağlıklı düşünmedeki rolü inkar edilemez.

            İnsan düşünebildiği, iyi düşüncelerle yaşayabildiği ölçüde değer kazanır. İnsan neyse, düşüncesi de odur. Düşünce kişinin aynasıdır. Dil de ona tercümanlık eder:

            İnsan geçmişini, geleceğini ve yaşadığı dakikayı düşünüp değerlendirmesini yapabildiği ölçüde geleceğe güvenle bakabilir. Geçmişinden ders alamayıp, bulunduğu anı gerektiği gibi değerlendiremeyenlerin, gelecekle ilgili planları, projeleri olmaz. Geçmişten ibret alabilenler geleceğe hazır olurlar. Ancak yaşadıklarını saniyelerin hesabını verebilecek olanlar, istikbale ümitle bakabilirler. “Ne olacağım?” ın cevabını, bugünü hakkıyla değerlendirebilenler verir.

            Düşüncenin insan hayatındaki önemindendir ki,Kur-an bir çok ayetinde, “Düşünmezler mi?”; “Akıl etmezler mi?;” “Bunda düşünen akıl sahipleri için ibretler vardır.” Gibi beyanlarıyla düşünceyi gündeme getirir, düşünmeye teşvik eder.

 

            Muhakeme düşüncesiyle olur. Muhakemesiz hayatın ise hayvanca yaşamaktan farkı yoktur. Dünya okulunda eğitim gören insanın ilk cevabını bulması gereken sorular arasında, “Ben neyim?”nereden gelip nereye gidiyorum? Vazifem nedir?” sualleri yer alır. İnsan bunlara düşüncesiyle cevap arar. Sınırlı düşüncesi onu bunların cevabını bulabileceği rehbere götürü. O rehber dindir, peygamberdir, kitaptır.

            Ruhlar aleminden gelip ebedi bir hayata gideceğini oradan öğrenir. Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise bir yolcudur., vazifeli bir memurdur. Vazifesi de her şeyden önce sahibini tanımak, onun emirleri doğrultusunda hareket etmektir.

            İşte insan hayatı, düşünce sistemini bu gerçekler çerçevesinde kurabildiği ölçüde mana kazanır. Başıboşluktan, hadiseler seli önünde yuvarlanıp gitmekten kurtulur. İnsan düşünerek hareket ettiği ve sözü edilen ölçülere uyduğu nispette niyetine ulaşır. Aksi halde, iyilik zannıyla kötülük de yapabilir.

 

            İşlerimizi yapmadan önce iyice düşünmeliyiz. Yerine göre, bilenlerle istişare etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, herkesten daha akıllı olan ALLAH’ın Peygamberi her zaman istişare ederdi. Sonra da karar verip emin adımlarla neticeye varmalı.

            Bir çalışmaya oturmadan önce, neyi, nasıl ve hangi yollarla yapacağımızı, bunun için neler gerektiğini çok iyi düşünmeli ve ona göre hareket etmeliyiz.

            Her gece yatmadan önce, geçirdiğimiz günün muhasebesini yapmalıyız. “Neler yaptık? Ne derece başarılı olduk? Karda mıyız, zararda mı? Başkalarına ne derece faydalı olabildik?” Başarılarımız için şükretmeli, başarısızlıklarımızın sebebini araştırıp aynı hataya düşmemek için gayret göstermeliyiz.

            Sabahleyin kalkar kalkmaz da neler yapacağımızı planlamalı, en kestirme yollardan maksada nasıl ulaşacağımızı hesaplamalı ve bu plan içerisinde işlerimizi yürütmeliyiz. Sözlerimizde de düşüncenin yeri büyüktür. Düşüncesizce söylenmiş sözleri görünce bunun önemini daha iyi kavrarız.

            “Bin düşün, bir söyle” demişler.

            Söz, insanın iç dünyasının konuşmalarıdır. İnsan sözleriyle değer kazanır. Söz oka benzer. Ağızdan bir defa çıktı mı geri döndürmek mümkün olmaz. Söz bir çok insanı ölünden kurtardığı gibi, ölümlerine de sebep olabilir. Söz yarası kılıç yarasından daha tesirlidir. Zararlı, ürkütücü ve kaçırıcı olur. Sonu pişmanlıkla neticelenir.

            Onun içindir ki, insan konuşmadan önce çok düşünmeli, sonra konuşmalı. Yoksa susmayı tercih etmeli. Çok konuşan  çok hata yapar.

            Söz vermeden önce de iyi düşünmeli. Yapabileceksek söz vermeliyiz. Yoksa  mahcup olur, yalancı çıkarız.

 

            Bir tenkit ve ithamla karşılaştığımızda da hemen mukabeleye geçmemeliyiz. Düşünmeli, yapılan tenkit ve ithamlar haklı ise kendimizi düzeltmeli, haksızsa ileride  böyle bir eleştiri ve suçlama yapılabilir düşüncesiyle dikkatli davranmalıyız. Tenkitlere açık olmayan insanlar  noksan kalır. Tekamül edemezler.

 

            Olayların sebep ve sonuçlarını düşünüp muhakeme yürütebilmeli, olup bitenlerden ders almayı bilmeliyiz. Tabiattaki  düzen bize bir çok gerçekleri  haykırır.. Güneşin doğup batışı, mevsimlerin gelişi, gece ve gündüzün birbirini takip edişi, kuşların uçuşu, yağmurun yağışı, bitkiler ve hayvanlar ibretlerle dolu manzaralar sergilerler. Onlarda ki manayı ve gerçeği yakalayabilmek ancak düşünceyle mümkündür. Düşüncenin kullanıldığı en verimli alanlardan biri budur. Hadiste zikredilen “ bir saat düşüncenin 60 sene nafile  ibadetten (farz ve vacibin dışında yapılan ibadet) hayırlı oluşu,” düşüncesinin böyle kullanılışında olsa gerek.

 

HALİMİZE ŞÜKRETMESİNİ BİLELİM
 

            Şükür halden memnunluktur. Kanaat, tutumluluk, halden memnun olma ve hırstan, israftan, hürmetsizlikten kaçınma, şükrün ifadesidir. Helal-haram tanımayanlar şükürsüzdürler. Şükreden insanlar mutludurlar. Şükre iten sebepler çok, şükürsüzlüğe sebep olan bahaneler ise gerçekte yoktur. Şükürsüzlüğe götüren her hareket insanı mutsuz eder. Şükrü ölçü edinenler için ise mutsuzluğa hiçbir sebep yoktur.

            Epiktetos, “Mutlulukla istek bir arada olmaz,” der. Çünkü insanın sonsuz arzuları vardır. İhtiyacı bitmez, tükenmez. Onun yaradılışında öylesine bir hırs vardır ki, dünyayı verseler doymaz. Bu yaradılıştaki bir insan eğer mutluluğunu bu arzularına ulaşmada arıyorsa, mutlu olması imkansız olur. Çünkü onları elde edebilecek ne gücü vardır, ne de sermayesi.

            Eğer insan elde ettiği ve elinde olan her şeyde mutluluğu bulabiliyorsa, onu en ufacık şeyler bile mutlu eder. Demek ki, mutluluk kafa işi, gönül işi, inanç işi. İnsan çalışıp çabaladıktan sonra eline geçene kanaat edebiliyorsa mutludur.

 

            Hırs göstermiyorsa mutludur. Daha kötü şartları düşünüp haline şükrediyorsa mutludur. İnsanı mutsuz eden, elindekilere şükretmeyip daha çok şeyler istemesidir. İstekler bitmeyeceğine göre, yine mutlu olamayacaktır. Halbuki sahip olduklarımızı düşünebilsek, bunlar bizi fazlasıyla mutlu etmeye yetecektir.

            Nasıl mı?

            Sahip olduğumuz nimetleri bir bir gözümüzün önüne getirelim. El, ayak, göz, kulak, dil, akıl, kalp, hayal...

            Bunlar bizi mutlu etmeye yetmez mi?

            Bize,

            “Al, sana bir milyar lira, ellerini ver!” deseler verir miydik?

            “Dili için iki milyar lira” kim verirdi?

            “Beş milyar lira gözleriniz için.” Her halde vermeyiz.

            “Her halde az buldunuz; alın, size yüz milyar lira; aklınızı veriniz.”

            “Hayır, hayır, vermem!”

            Milyarlarca lira ile değiştirmeyeceğimiz bu kıymetli nimetlere beş kuruş verip de sahip olmadık.  

             Teneffüs ettiğimiz hava, ısı ve ışığından faydalandığımız güneş, bizi bir elbise gibi saran atmosfer için bizden para istenseydi, bütün sermayemizi de versek, hayatımızı devam ettirebilir miydik?

            Sadece sağlığımız dünyalara bedel.

            Son derece kıymetli bunca nimetlerle donatıldığımızı düşünüp mutlu olmamız gerekmez mi?

            Eti biz yeriz, kemiğini köpek.

            Karpuzun içi bizim kabuğu hayvanların.

            Hayvanlar ot yer; biz sütlerini içer, etlerini yeriz.

            Bütün bunlara rağmen hayvanlar hayatlarından memnun, bizse değiliz.

            Kimin mutlu olması lazım; hayvanların mı, bizim mi? Gerçeğe bakılırsa, en mutlu yaratığın insan olması gerekir. Çünkü en üstün yaratık o. Halbuki biz, Schopenhauer’in dediği gibi elimizde olan şeyleri çok seyrek, eksik olanları ise her zaman düşündüğümüz için mutluluk kapılarını kendimize kapıyoruz. Gözümüz hep yukarılarda. Oysa aşağıdakileri görebilsek hep mutlu olacağız.

            Sağlamsak, sakat olanlara bakalım.

            Sakatsak, daha kötü durumda bulunanlara, yatalaklara, kötürümlere, delilere bakalım. Evimiz barkımız, bağımız, bahçemiz varsa, olmayanlara bakalım. Evimiz, barkımız, bağımız, bahçemiz varsa, olmayanlara bakalım.

            Sıcak çorba içebiliyor, karnımızı doyurabilecek ekmek bulabiliyorsak, bunları bulamayanlara bakalım. Herhalde bunlar bizi mutlu etmeye yetecektir.

            Bu konu da Rauf Denktaş da şöyle diyor: “Kendinizi mutsuz, bahtsız addettiğiniz an elinize bir kağıt alınız ve ALLAH’a şükretmenizi gerektirecek mutluluklarınızı sıralayınız.

            “Listenize bir bakınız ve derhal neşeleniniz. Yeni ayakkabısı olmadığı için üzülen bir kişinin, ayaksız, fakat yine de mutlu bir kişiyi gördüğünde duyacağı utancı düşününüz.

            “ALLAH’a şükür mutluluğun anahtarıdır. Kötülükleri sayacağınıza iyilikleri, güzellikleri sayınız ve mutlu olmanız için mevcut nedenlerin karşısında size üzüntü veren tek nedeni ortada kaldırınız.”

            Peygamberimiz de herkes için hayat boyu lazım olacak bu mutluluk ölçüsünü şöyle koymuş:

“Dünya işlerinde kendinizden aşağıda, ahiret işlerinde de kendinizden yukarıda olanlara bakınız.” İncir kabuğunu doldurmayan basit meselelerden dolayı canınız sıkılmasın. Küçük meselelerden dolayı canınız sıkılmasın. Küçük meselelerde bile mutluluğu tatmayı bilelim.

            Şikayetçiliği alışkanlık edinmeyelim.

            Kıskançlık ve çekemezliğe düşmeyelim.

            Daima iyi şeylere imrenelim.

            Geçen geçmiştir. Ah vah etmeyelim. Gelecek henüz gelmemiştir, onun için de endişelenmeyelim. Ömrümüzü bulunduğumuz an bilip, o anın zevkini tadalım, o anı en iyi şekilde değerlendirelim.

            Şüphe, korku, endişe, evham ve telaşa hayatımızda yer vermeyelim.

            

İYİMSER OLALIM
 

            Yarısına kadar su dolu bir bardağı iki kişiye göstermişler. Verdikleri cevaplardan, birinin iyimserliğine, diğerinin de kötümserliğine hükmetmişler.

            İyimser, bardağın iyi tarafını görmüş; “Yarısına kadar suyla dolu,” demiş.

            Kötümser ise boş tarafına bakmış ve “Yarısına kadar boş” cevabını vermiş.

            Her iki cevap da doğru olmasına doğru, ama bir bakış, bir görüş açısını ortaya koyma açısından önemli. Bu bakımdan, iyimserliği mutluluğun şartlarından birisi olarak görmek lazım.

            Herkes kainatı kendi aynasında görürmüş. Aynası düzgün olan düz, eğri olan eğri, renkli olan renkli seyreder. İnsanın kalp aynası nasılsa olaylar da o renge bürünür. Sevinçli bir insan her şeyi sevinçli, üzüntülü bir insanda her şeyi üzüntülü görür. İyi insanın da kainatı iyi ve sevimli görmesi kadar tabii bir şey olamaz. Ona göre, her şey manalı, her şey görevli, her şey cana yakın, her şey dost. Bütün varlıklar bayram havası içinde, sevinç çığlıkları atıyor. O da onların sevincine ortak olur. Bir de iç dünyası kap karanlık olan bir insanın kainata bakışını görün. Onun için her şey  yabancı, her şey düşman, her şey soğuk ve donuk, her şey başıboş ve başıbozuk, sahipsiz ve hamisi. Karamsarlık ve kötümserliğinde adeta kendisine ortak arar. Kendi perişanlığı gibi her şeyi de perişan zanneder.

            İnsan inancını sağlamlaştırmak ve arttırmakla iyimserlik burcuna ulaşır, kötümserlik ve karamsarlığın sıkıntılarından kurtulur. Hayatta herkes için lüzumlu ve faydalı olan bir düstur var. Bediüzzaman şöyle der:

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

            Havarileriyle birlikte yolda giderlerken bir hayvan ölüsüne rastlayan Hz.İsa (a.s) havarilerinin “Ne kadar pis!” diye burunlarını tıkayıp kaçtıklarını görünce, “Ne kadar beyaz ve güzel dişleri var,”demiş dikkatlerini leşin iyi yanına çekmiş.

            Cemiyet hayatının da iyi ve kötü yönleri vardır. İyisine bakıp kötüsünü atan insan mutlu olur. Her olayda böyledir. En kötü görülen olayların bile iyi tarafları vardır. Belalar, felaketler, musibetler de böyledir. Ders almasını bilenler için ibretlerle doludur. Hayatın bu korkunç hadiseleri gök gürlemesine benzer. Görünen yüzüyle dehşet saçar. Ama o gürültünün arkasından rahmet damlaları akar.

            İyimser olmak kötüyü iyi görmek değil, olayları iyi yorumlama demektir. Mesela, zayıf alan bir öğrencinin bu hareketini elbette sevimli kabul edemeyiz. Ama tembelliğin acı sonucunu görmesi, çalışmaya kamçı olması bakımından iyimser gözle bakılabilir. Hadiseden ders alan öğrenci ikinci bir imtihanda zayıfını kurtarır.

            İyimserliği kendinize alışkanlık edininiz. Olayları bu gözle değerlendiriniz. “Dünyayı pembe gören de, belki kara gören kadar yanılmıştır. Ama, ondan daha mutlu yaşar,” diyen H.Newman bu güzel sözüyle iyimserliğin mutluluğumuzdaki rolünü anlatmaya çalışmış.

            Burada 1907’de Nobel Edebiyat Armağanı alan Rudyard Kipling’in iyimserliği yansıtan ve “Eğer...” diye başlayan 18 maddelik şaheserini aynen alıyoruz.

            “Eğer bütün etrafındakiler şaşırıp kabahati sana attıkları zaman, sen aklını ve soğukkanlılığını muhafaza edebilirsen;

            “Eğer sana kimse inanmazken bile, sen kendine güvenir ve onların inanmadıklarını bile hoş görebilirsen;

            “ Eğer bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan; yahut iftiraya uğrar da, sen iftira ile mukabelede bulunmazsan, ve yine de fazla iyi görünmeye çalışmaz ve şikayet edip konuşmazsa;

            “Eğer hayal edebilir ve gayelerini yalnız düşüncede bırakmamaya çalışırsan;

            “Eğer felaketle saadeti bir tutabilir, bu iki hilekarı aynı şekilde karşılayabilirsen;

            “Eğer gerçek olan sözlerin, ahmakları aldatmak için alçaklar tarafından değiştirildiğini duyar da katlanabilirse; yahut, bütün ömrünü uğruna harcadığın şeylerin yıkıldığını görür de hemen koşup yorgun argın ellerinle onu tekrar yapabilirsen;

            “Eğer bütün varını bir yığın yapıp da gereğinde onu tek bir gaye uğruna kurban edebilir ve zararın hakkında hiçbir söz etmeden tekrar ve yeniden başlayabilirsen;

            “Eğer dermanı çoktan tükenmiş olan kalp ve sinirlerine bir emirle yeniden güç  verebilirsen; ve sana “Mukavemet et” diyen iradenden başka hiçbir şeyin kalmadığı zaman ayakta kalabilirsen;

            Eğer, ayak takımı ile görüşebilir ve yine de faziletini koruyabilirsen; yahut krallarla dolaştığın halde, gururlanıp benliğinden kaybetmezsen;

            Eğer, ne düşmanlarının ve ne de seven dostlarının sözü seni incitmezse;

            “Eğer her şeye önem verir, fakat kimseye olduğundan fazla değer vermezsen;

            Eğer, her dakikanın 60 saniyesini değerince kullanabilirsen;

            “İşte o zaman dünya da, içindeki her şey de senin olur, ve hatta daha da fazlası, adam olursun oğlum!”

 

 

CESUR OLALIM
            

Hayat yolu zikzaklıdır, inişli ve çıkışlıdır. Uzundur, çetindir, engebelidir. Düşmanları çoktur. Cesaretlerini kaybedenler bu yolun ağır yükü altında ezilir,emaneti son ana kadar rahatça götüremezler.

            Cesaret, gözü budaktan esirgememek demektir. Zorluklar, sıkıntılar, ıztıraplar cesaretle göğüslenir. Cesaretlerini kaybedenlerin dayanabilecekleri nokta kalmaz. Büyük edebiyatçı Goethe,”Malını kaybeden sadece bir şeyini kaybetmiştir. Şerefini kaybeden her şeyini kaybetmiştir,”der.

            Hayat cesaretle omuzlanır. Cesaretini kaybeden insan peşin peşin mağlubiyeti hak etmiştir. Mücadele verebileceği  bir şey yoktur.

            Cesaret zaferdir. Cesaretin yenemeyeceği kuvvet yoktur. Cesaret başarıdır, ümittir.

            Cesur insanlar ölümden bile korkmazlar. Onu da gülerek karşılarlar.

            Cesaret imanın meyvesidir. Bütün güzel huylar gibi o da imandan kaynaklanır.

 

İYİLİK İÇİN ÇIRPINALIM
 

            Bir zaman zenginin birisi onulmaz bir hastalığa tutulmuş. Bedeninde hiçbir rahatsızlık olmadığı halde, kalbini bir sıkıntı sarmış. Ne yaptıysa kurtulamamış doktorlarda çare bulamamışlar.

            Derken, yediği içtiği boğazından geçmemiş, iğne iplik olmuş. Sonunda uğradığı bir maneviyat adamı onu bu sıkıntılardan kurtarmış. Reçete şuymuş:

            “İyilik yapın”

            Meğer ki, adam cimriymiş. Maneviyat adamı da bu manevi hastalığını bildiği için ona bu tavsiyede bulunmuş. Gerçekten, adam bir müddet sonra sıkıntıdan kurtulmuş. Başlangıçta vermekte biraz güçlük çekmiş, ama sonradan alışmış. İyilik yaptığı yoksulların yüzlerindeki sevinci görünce gönlünü bir mutluluk sarmış. İyilik yaptıkça yapmış ve tamamen sıkıntıdan kurtulmuş.

            Maneviyat adamı bunun sebebini şöyle açıklamış:

            “ALLAH her iyilik içine bir lezzet koymuştur. Cimrilikte ise manevi bir huzursuzluk vardır. İyiliğin lezzeti, ateşi söndüren  su gibi huzursuzluk vardır. İyiliğin lezzeti, ateşi söndüren su gibi  cimriliğin sıkıntısını yok eder.

            Bu lezzet istinasız bütün iyilikler için geçerlidir. Maddi ve manevi bütün iyiliklerde bu manevi zevk gizlidir. İnsan bu zevke erince hep iyilik için koşar. Kur’an da bizleri iyilik yarışına çağırır, “İyilikte yarışanlar yarışsınlar!” buyurur.

            Bu yarışın en güzelini ilk Müslümanlar vermişlerdir. Hz.Ömer yoksulları araştırırken kenar bir semtte yaşlı birini bulmuş. Düşkün ihtiyarın ihtiyaçlarını karşılamaya başlamış. Bir de ne görsün, her gittiğinde ihtiyaçları karşılamaya başlamış mı? Şaşırmış “Kim bu hayır sahibi ki, benden önce davranıyor?” Sonunda öğrenmiş ki, Hz.Ebu Bekir’miş.    

             İnsan menfaatlerini aşabildiği, başkalarının yardımına koşabildiği ölçüde insanlıkta yükselir. Menfaatinden başka bir şey düşünmeyen insanlar küçüktürler. Menfaatlerini ayakları altına alabilenler ise büyüktürler. Cenap Şehabettin, “Menfaatler sandalyeye benzer. Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan seni yükseltir,” der.

            Menfaat insanı her kılığa sokar, her dilden konuşturur.

            Gösteriş ve iki yüzlülüğün kuklası yapar.

            Zenginlik menfaat için değil, iyilik için çırpınmaktır. Peygamberimiz, “Bir kimsenin gerçek zenginliği, dünyada yaptığı iyiliklerdir.” Ve, “Asıl sermayen ahirete gönderdiklerindir.” Buyurmuştur.

            “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” diyen Bediüzzaman da, gerçek sermaye edinmenin önemini belirtir.

            İnsan gerçek sermayesini arttırmada o derece gayretli olmalı ki, iyilik duygusu kan ve damarlarına kadar işlesin. O seviyeye gelmeli ki, kötülüğe bile iyilikle karşılıkta bulunabilsin. Hz. Peygamber öyleydi. Kendisine bin bir türlü kötülüğü reva görenleri bile affetmişti.

            Kur’an-ı Kerim, kötülüğü en iyi şekilde karşılamayı emreder. Düşmanlıklar bu suretle yok olur. Zaten Kur’an da bu emir verildikten sonra, “bir de bakarsın ki, seninle aranızda düşmanlık olan o kişi senin yakın bir dostun oluvermiştir.” Buyurulur.

            Bu hakikat Hz.İsa’nın dilinde şöyle formülleşir:

            “Kötülüğü kötülükle değil, iyilikle yen.”

            Hz.Ali de iyi insanla kötü insanın farkını belirtirken bu gerçeği dile getirir:

            “İnsanların en iyisi, kötülüğe karşı iyilik yapabilen, en kötüsü de iyiliği kötülükle karşılayandır.”

            Bu iş belki zor. Kıymetli oluşu da bundan ya! Ne demişler: “Kötülüğe kötülük her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin karı.”

 

SEVGİ, SAYGI VE ŞEFKATLE DOP DOLU OLALIM
 

            Sevgi. Kainatın mayası. Varlığa sebep.

            Sevgi ışık. Sevgi canlılık

            Kainat sevgiyle ayakta duruyor.

            Bir çiçek, bir kelebek, bir kuzu, bir çocuk, bir meyve, bir dağ, bir deniz ne kadar güzel yaratılmış. Hepsi de sevimli.

            Kainatı seviyoruz, tabiatı seviyoruz.

            Dünyayı, insanları, annemizi, babamızı, arkadaşımızı, kardeşimizi... seviyoruz.

            Ama unutulmaması gereken bir nokta var: Her şeyden önce sevme duygusunu Vereni sevmek! Çünkü herkesten çok sevgiye layık olan Odur. Önce Onu sevmek sonra da sevdiklerimizi Onun adına sevmek. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü.”

            Sevgi kalbin gıdası. Mutluluk kaynağı.

            Kalp ne nispette Yaratıcısına sevgiyle dop dolu olur, başkalarını Onun adına severse, insan o nispette mutlu olur.

            ALLAH’a sonsuz sevgi besleyelim. Onun adına insanları sevelim. Onlara sevgi ve saygıyla davranalım. Bu insanlığın da gereğidir. Peygamberimiz, “Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir,” buyurmuştur. İnananları, sevgi karşılıklı bağışlama ve şefkatte bir vücuda benzetmiş, vücudun bir yerindeki rahatsızlıktan dolayı bütün vücudun  rahatsız olacağını belirtmiştir.

            O sevgiyle insan, daima insanların yardımına koşar.

            O sevgiyle canlı cansız bütün yaratıkları sever.

            O sevgiyle güçlükler yenilir, İşlerin üstesinden gelinir.

            O sevgiyle insan hayata bağlanır.

            Yerinde kullanılan sevgi insanı başarıya ulaştırır.

            Nerede bulunursak bulunulalım; sevgiyle yaşayalım, sevgiyle davranalım, sevelim sevilelim.

            Şefkat de sevgi kadar önemli. Hz. Ömer, çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeyen bir vali adayını vali yapmaktan vaz geçmiştir. İnsan sevmeli, saymalı, acımalı ve şefkat duymalı.

            Şefkat sözden daha tesirlidir. Çoğu zaman sözün başaramadığını başarır. “Şefkat, öyle bir dildir ki, sağırda işitebilir, kör de okuyabilir,” der. Gönül almanın, tesirli olmanın yolu şefkatli olmaktan geçer.

            Şefkat asileri bile yola getirir. Büyüklerin şefkati nicelerini bataklıktan kurtarmıştır. Dale Carnegie ne güzel ifade etmiştir:

            “Zekanın karşısında insan eğilir. İyi davranış ve şefkat karşısında ise diz çöker.”

            Gönüllerde taht kurmak istiyorsak her zaman şefkatle davranmalıyız.

            

ÖNCE KENDİMİZİ DÜZELTMEYE ÇALIŞMAYA
 

            İmam-ı Azam’ın bal hikayesi meşhurdur. Adamın biri gelip oğlundan dert yanmış. “aman hocam, ne olur, şu çocuğa bir şeyler söyleyin de bal yemeyi terk etsin! Bu gidişle kendisi de hasta olacak, bizi de iflas ettirecek.”

            İmam-ı azam “40 gün gün sonra gelin,” demiş. Gelmişler: “Evladım bundan sonra bal yemeyeceksin, oldu mu?” demiş İmam-ı Azam.

            Çocuk da,

            “Olur amca!” cevabını vermiş ve gerçekten de ondan sonra bal yememiş. Çocuğun babası hem şaşırmış, hem de sevinmiş. İmam-ı Azam’a gelip,

            “Hocam, sözünüz bu kadar tesirliydi de, niye bizi 40 gün beklettiniz?”

            “İlk geldiğinizde ben de bal yiyordum. Yaptığım bir şeyi yapma demenin tesiri olmayacaktı. 40 gün bal yemedim. Ondan sonra çocuğa “Bal yeme. Sebebi bu olsa gerek.”

            Bu hikaye, bize başkalarına tesir edebilmek için önce kendimizi düzeltmemiz gerektiğini anlatır. Kendisini düzeltmeyen başkalarını düzeltemez. İşte kendimizden başlamalıyız.

            Öyle kusurlarımız, öyle hatalarımız vardır ki, Başkaları bizi bizim kadar tanımadığı veya çoğu kere muhatap olmadıkları için pek bilmezler.

            “İnsanın kendisini bilmesi kadar büyüklük olmaz,” demişler. Yinebu güzel sözlerden birisi de şu:

            “Kendisini bilip haddini aşmayana ne mutlu!”

            Cenap-ı Hakkın Hz. İsa’ya emirlerinden birisi şuydu:

            “Ey İsa! İnsanlara anlatmadan önce kendine anlat!”

            Kur’an da, kendi yapmadığı halde insanlara öğüt verenleri kınar, “Yapmadığımız şeyi niçin söylersiniz?” buyurur.

            “Lisan-ı hal lisan-ı kalb den daha tesirlidir.” Demişler. Yani, dilinle söylemektense halinle ve davranışlarınla göstersen daha tesirli olursun. Söz, davranışın doğrulayıcısı olmalı.

            Kendimizi düzeltmek, hal ve hareketlerimizi kontrol etmek, sadece başkalarına tesirli tesirli olabilmek için değil, kendi tekamülümüz için de gereklidir.

            Olgunlaşmak, yükselmek istiyorsak, kendimize eğilmeliyiz. İnsan hangi konuya daha çok eğilirse o noktada daha başarılı olur. Çoğu zaman biz kendimizi unutur, başkalarıyla uğraşırız. Eğer kendi noksan, kusur ve hatalarımızla ilgilenip onları düzeltme çabası içine girseydik, başkalarının kusurlarıyla uğraşmaya vakit bulamazdık.

            Düşman evimizin içine girseydi, ondan kurtulmak için her türlü çareye başvururduk. İçimizde nefis gibi büyük bir düşmanımız var. Dış düşmanların yapamayacağı kadar büyük darbeleri bize indirmeye çalışıyor. İçimizdeki bu düşmanı yola getirmek, tehlikelere sürüklenmesinden kurtulmak söz konusu olunca, elbette ilk önce kendimize bakacağız.

            Nefis daima kötülüğü ister. Yusuf Peygamber (a.s) bile onun kötülüğünden ALLAH’a sığınmış, Onun merhametini dilemiştir.

            İnsan nefsini sever. Ama bu sevgisi hiçbir zaman kötülüklerine göz yumma, onları hoş görme şeklinde belirlememelidir. Çocuğunu seven bir baba, nasıl onun her arzusunu yerine getirmiyor, sakıncalı isteklerini göz ardı ediyorsa, nefsin akıl ve dine ters düşen isteklerine de” Evet” denilmemelidir.

            Hayvanların bile eğitilip insanlar gibi işler yaptırıldığı günümüzde nefsin düzeltmeye, kendisini eğitmeye yönelmeyen insan ne kadar gaflettedir. İnsanlar atlarını, köpeklerini eğittikleri, bedenleriyle meşgul oldukları kadar nefislerinin terbiyesiyle ilgilenseler, dünyamızda hiçbir problem kalmazdı.

            Sınır altına alınmamış duygularımız irademizle biz yönlendireceğiz. Onları başıboş bırakamayız. Yoksa başımıza bela olurlar. Duygularımız bize değil, biz duygularımıza hakim olmalıyız.

            Başkalarını edepsizlik, terbiyesizlik, nezaketsizlik ve kabalıkla suçlayanlar, acaba nefislerinin de en az onlar kadar bunlardan korunmaya muhtaç olduğunu düşünüyorlar mı?

            Kendi kusurlarımız başkalarıyla uğraşmaya fırsat bırakmamalı. Gerçekten düzeltmemiz gereken bir kusur varsa, onu da sert bir şekilde değil, tatlılıkla, incitmeden düzeltmeye çalışmalıyız.

            Küçük kusurlarımızı büyük, başkalarının büyük kusurlarını ise küçük görmeye alışmalıyız. Başkalarını affetmeli, ama kendimizi asla affetmemeliyiz.

            Hatasız kul olmaz. Önemli olan, hatayı kabul edip düzeltmek, onda ısrar etmemektir. Hatayı  kabul edip düzeltmek, onda ısrar etmemektir. Hatayı kabul etmek fazilettir. Hatalarını göremeyen veya görmemekte direnenler daima noksan kalır, olgunlaşma imkanı bulamazlar.

            Hata, kusur ve noksanlarını düzeltme yoluna girmeyenler, yırtık elbiseyle dolaşan insanlara benzerler.

            Kusur arayıcı olmayalım. Nefsimiz bizi aldatırda, kendimizi kusursuz, başkalarını kusurlu görüp beğenmemeye başlarız. Arkadaşlarımızın ve diğer insanların kusurlarından çok iyilikleri bulunduğunu düşünüp o iyilikler hürmetine onlara saygı duyalım.

            Tenkitlerimizde kırıcı olmayalım. İnsafsız tenkit ve suçlamalara girmeyelim. Büyüklerin örnek hayatından ders alalım.

            Hatayı yüze vurmayalım. Başkalarına da anlatmayalım. Düzeltmemiz gerekliyse kalabalıkta değil, sessizce ve gücendirmeden usulünce anlatalım.

            Akıll


Konu Başlığı: Ynt: Herkes Mutlu Olabilir
Gönderen: Pelinay üzerinde 25 Ağustos 2016, 12:26:01
Allah razi olsun..mutlu olmanin yollari neden olamadigimiz hatalarimiz cok guzel aciklanmia.Rabbim tesirli kilsin inslalah..


Konu Başlığı: Ynt: Herkes Mutlu Olabilir
Gönderen: Ceren üzerinde 25 Ağustos 2016, 15:00:48
Aleykümselam.Allahın rızası dairesinde yaşayan ve Allahın verdiklerine şükür edip onunla yetinmeyi bilen ve mutluluğu küçük şeyler ile yakalayıp mutlu olan kullardan olalım inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Herkes Mutlu Olabilir
Gönderen: Mehmed. üzerinde 29 Ağustos 2019, 18:50:43
Ve Aleykümüsselam Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Herkes Mutlu Olabilir
Gönderen: Sevgi. üzerinde 30 Ağustos 2019, 02:06:32
Rabbim bizleri herzaman rızasına uygun şekilde yaşıyan ve şükredip mutlu huzurlu olanlardan eylesin inşaAllah