๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 15:29:13



Konu Başlığı: Hepimiz sorumluyuz
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Ekim 2010, 15:29:13
Hepimiz Sorumluyuz

Müslüman’ın aksiyonu da, sabrı da, ümidi de imanından kaynaklanır. Onun inancına göre, günler ALLAH’ın (cc) elindedir ve dilediği gibi evirip çevirmektedir. O’nun (c.c.) bu tasarrufu ise, inananların liyakatlerine göre değişmektedir. Bu yüzden muvakkat sıkıntı ve zorluk zamanlarında müminlerin dinde sabır ve sebat göstermeleri gerekir.


Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “ALLAH’ın menettiği hududu koruyan ile korumayan kimsenin misali, bir gemide kur’a ile yerlerini belirleyen kimselerin misali gibidir. Buna göre, bazıları geminin üst katına, bazıları ise, geminin alt katına yerleşirler. Geminin alt katında olanlar, susadıkları zaman üst kattakilere uğrayarak, “kendi bulunduğumuz kattan bir delik açsak ve üst kattakilere zarar vermesek” derler. Bu durumda, eğer üst kattakiler, onları bu istekleriyle baş başa bırakırlarsa, hepsi birlikte batmaya mahkumdur. Eğer onlara engel olurlarsa, hem onlar hem de kendileri kurtulur.” (Buharî, Şerike, 6)

Peygamberimizin (s.a.s.) bu hadis-i şeriflerinde, toplum bir gemiye benzetilir. İnsanlar da geminin içindeki birer yolcu misalidir. Bu geminin alt katında bulunanlar, su ihtiyaçlarını gidermek bahanesiyle gemiyi delmeye yeltendiklerinde, şayet üst katta olanlar buna engel olmazlarsa, hepsi birlikte batmaya mahkûmdur. Yani, bir kötülüğe sebep olanlar kadar, imkan ve sorumluluk dairesi içinde olduğu halde onu önlemeyip işlenmesine göz yumanlar da sorumludur. Bu sebeple, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, bütün peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri olmuştur ve her Müslüman’ın hayat felsefesini oluşturur. En azından Müslümanlardan bir grubun bu görevi îfâ etmesi, dînî bir sorumluluktur. Fasit daire karşısında salih daire oluşturmaya çalışma, bu sorumluluğun gereğidir.

Toplumları kemiren ve yok eden faktörlerin hepsi, Kur’ân terminolojisinde bir yönüyle zulüm kelimesiyle ifade edilir. Ayrıca iktisadî ve insanî boyutlarıyla fesat kelimesi, insanlığın bozulmasına ve bir kaosa sürüklenmesine yol açan ahlâkî çözülme ve içtimaî tefessühle ilgilidir. Salâh ise, fesadın zıddıdır ve insan onuruna yaraşır bir hayat oluşturma ameliyesidir. Maalesef bir çok müfsit insan, yaptığı ifsadı salâh olarak göstermeye çalışmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu yerde iman ve salih amel peş peşe zikredilir. Çünkü gerek ibadetlerde, gerek helal ve haramlarda, gerekse ahlâkî ve içtimaî nitelikli amellerde hep iman esas alınır. Belki de bu sebeple, Kur’ân-ı Kerimde ısrarla ihlas ve samimiyetin önemine vurgu yapılır; ALLAH’tan sakınma, korunma ve korkma anlamlarına gelen “takva” ile, ALLAH’ın her an gördüğü ve gözettiği şuurunu ifade eden “ihsan” müminlerin vasfı olarak ön plana çıkarılır.

Bunun tam aksi bir durum olarak, kalpleri hastalıklı olanlardan ve münafıklardan da bahsedilir. Münafıkların namaza tembel tembel kalkışları anlatıldığı gibi, içtimaî nitelikli amellerdeki ihmalleri de çoğu zaman iman zaafına bağlanır. Tembel tembel namaza kalkmak bir münafık sıfatıdır. Esasen, iman ve İslâm ayrımı bu noktada yapılır.

İman deruni duyguyu, İslâm ise tezahürü ifade eder. Normalde iç ve dışın uyumlu ve ahenkli olması gerekir ve bu uyum “mümin müslim” sıfatıyla tanımlanır. Eğer kişinin ibadet kategorisinde değerlendirilen amelleri imanından kaynaklanmıyorsa, “münafık” olarak adlandırılır. Münafıkların İslâm toplumuna zararları fazla olduğu için, ahiretteki azapları da daha büyük olacaktır. Yalnız münafık sıfatının, üçüncü şahısları suçlamadan ziyade, öncelikle Müslümanların vicdan muhasebesiyle ilgili olduğu unutulmamalıdır.

Bilindiği gibi, ayet ve hadislerdeki münafık tiplemesinde hep sıfatlar ve davranışlar esas alınır. Bu sebeple, bu sıfatları her müminin kendisini devamlı sorgulayacağı davranış kriterleri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu da, kişilerin imanlarıyla doğru orantılı olacaktır. Büyük zatların kendi nifaklarından endişe etmelerini, elbette onların kılı kırk yaran dînî hassasiyetlerinde aramak gerekir. Esasen toplumu ayakta tutan da, bu hassasiyettir. Çünkü, nefis sorgulamasındaki ihmaller, topluma ve toplumla ilgili bütün sistemlere ergeç yansıyacaktır. Sonuçta, ALLAH’ın “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, ALLAH o toplumda olan hali değiştirmez” (13/11; bkz. 8/53) hükmü işleyecektir ki, buna tarih felsefesi de denebilir. Zaten, değişmez sosyal yasaları ifade eden “sünnetullah” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de benzeri vakalar için kullanılır.

Dinimizde namaz, oruç, hac ve zekat ibadet kategorisinde değerlendirildiği gibi, ALLAH yolunda gayret göstermek de ibadet kategorisinde değerlendirilir. Bu özelliğiyle her Müslüman’ın dinini hem yaşaması hem de yaşatması için çabalaması inancının gereğidir. Elbette yaşatma ideali için maddî ve manevî gayret göstermek gerekecektir. Bu da, malla ve canla olacaktır. ALLAH yolunda malla ve canla gayret gösterenler, ALLAH’ın övgüsüne mazhar olur. Bu uğurda servet ve imkan sahibi Müslümanların mazeret beyan etmeleri ise, yerilir.

Bazen müminlerden geride kalıp kadınlar gibi oturanlar, bazen de münafıklardan baygın baygın bakan ve çeşitli bahaneler ileri süren tipler anlatılır. Bu tiplerin mevsimin sıcaklığına itirazları, evimiz açık türü mazeretleri hep iman zaafına bağlanır. Bazen de Peygamberimizin (s.a.s.) seferlerinden birini, dönüşü olmayan gidiş zannettikleri durumda, “Peygamber ölecek de, siz ölmeyecek misiniz?” şeklinde hakikati görmeye çağıran ifadeler kullanılır ve “sanki ölüm insana kendi evinde bile gelmiyor mu?” ihtarı yapılır.

Ka’b b. Malik (r.a) gibiler ise, Tebük seferine katılamadığı için elli gün süreyle adeta cehennemî bir hayatı bu dünyada yaşamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de onların vicdan azapları, “olanca genişliğine rağmen dünya onlara dar gelmişti” (Tevbe, 9/119) ifadeleriyle tanımlanır.

Bu duyguyla sorumluluklarını ifa eden inananların, ahlâkî ve içtimaî davranışlarında herhangi bir olumsuzlukları olmasa bile, yine de, zaman zaman ideolojik suçlamalarla çeşitli tehditlere, hak mahrumiyetlerine, sürgünlere, hatta işkencelere maruz kaldıkları tarihî bir gerçektir. Zamanın zorba güçleri tarafından, ateş ve mancınık Hz. İbrahim (a.s) için hazırlanır. Hz. Zekeriya (a.s) şehit edilir. Oğlu Hz. Yahya (as) için testere eğelenir ve vücudu baştan ayağa biçilir. Hz. İsa (a.s) için çarmıh dikilir.

Hz. Yusuf (a.s) ise, ayrı bir destandır. Rüyasında 11 yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. Babası, rüyasını yorumlar ve endişelerini belirtir. Daha çocukluk dönemindeyken, kardeşlerinin hasediyle karşılaşır. Ölümüne ferman verirler. Fakat kuyuya atmakla yetinirler. Mısır’da kaçan bir köle olarak değersiz birkaç dirhem paha biçerler. O ise, reva görülen her şeye sabırla ve ümitle katlanır. Hatta, hapis hayatını iffetsiz yaşamaya tercih eder. ALLAH’ı anlatmaya orada da devam eder. Gerçekler anlaşılınca, aklanır. Babasının ümidi içinde saklıdır. Kardeşlerine kavuşunca, “bugün size kınama yok” (Yusuf, 12/92) ifadesini kullanır. Aynı söz bir kez de, Kainatın Efendisi (s.a.s.) tarafından Mekke fethinde tekrarlanır. Zaten, Yusuf suresi Peygamberimize (s.a.s.) hitapla başlar ve O’na hitapla sona erer.

Bu olaylara tarihî perspektiften bakıldığında, sonuç bazılarının beklentilerinin tam tersi tecelli etmiştir. Elbette diri diri yakmak için zevkle odun taşıyanlar, Hz. İbrahim’in (a.s) bütün semavî dinlerin ortak paydası olacağını düşünmemişlerdi. Haksız olarak peygamberleri öldürenler, kendilerine zillet ve meskenet vurulacağını beklememişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s) öldürülmesine bahaneler arayanlar, O’nun (a.s) küçüklüğünden itibaren ALLAH’ın korumasında olduğunu anlayamamışlardı. Çarmıhta işkenceyle asılmasına hükmedenler, Hz. İsa’nın (a.s) en çok tâbîsi olan peygamberlerden biri olacağını ummamışlardı. Başına ödül koyarak Mekke’de yaşamasına bile tahammülleri olmayanlar, ALLAH’ın (c.c.) Hz. Muhammed’i (s.a.s.) tekrar anavatanına izzetle döndüreceğine ihtimal vermemişlerdi.

Kur’ân-ı Kerim’de, dînî inancı uğruna önceki milletlerin gösterdikleri fedakarlıklar da anlatılır. Firavunun iman eden sihirbazlara karşı savurduğu tehditler (A’raf, 7/124; Tâhâ, 20/71; Şuarâ, 26/49), ashab-ı uhdud (Burûc, 85/4) ve ashabı kehf olayları (Kehf, 18/9) fikrî sukutun kaba güç gösterisine dönüşmesini sergiler. Peygamberimiz (s.a.s.) de, Habbab b. Eret’in (r.a) müşriklerden karşılaştığı eziyetleri şikayet etmesi üzerine şöyle buyurur: “Sizden önce öyleleri vardı ki, yakalanıyor, kendisi için hazırlanan çukura konuyor, sonra bir testere ile vücudu başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazılarının etleri, demir taraklarla taranıyordu. Ama bütün bunlar yine de onları dinlerinden döndüremiyordu. Yemin ederek ifade ediyorum ki, ALLAH bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir kadın devesine binecek, San’a’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek, ALLAH’tan başka hiçbir şeyden korku ve endişe duymayacaktır. Sadece, koyunu için saldıran kurt müstesna. Fakat siz acele ediyorsunuz.” (Buhari, Menakıb, 25)

Müslüman’ın aksiyonu da, sabrı da, ümidi de imanından kaynaklanır. Onun inancına göre, günler ALLAH’ın (c.c.) elindedir ve dilediği gibi evirip çevirmektedir. O’nun (c.c.) bu tasarrufu ise, inananların liyakatlerine göre değişmektedir. Bu yüzden muvakkat sıkıntı ve zorluk zamanlarında müminlerin dinde sabır ve sebat göstermeleri gerekir. Böyle davrananlar, “sadık ve takvalı olanlardır” (Bakara, 2/177). Zaten Kur’ân-ı Kerim’deki sadakat kelimesini sadece “doğru sözlü” olarak yorumlamak eksik bir anlayıştır. Dikkat çekicidir ki, dinini terk eden dönek tipleri tanımlayan irtidat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bazen sadakat, genelde vefa kelimelerinin karşıtı olarak kullanılır.

Dinî duyarsızlık karşısında ise, “ALLAH yolunda malınızı harcayın da, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın. ALLAH güzel davrananları sever” (Bakara, 2/195) uyarısı yapılır. Dine karşı vefasız milletlerin yerine, yeni bir milletin getirileceği vaat edilir. Böyle milletler koflaştıkları için, Kaf dağının arkasına atılmayı zaten hak etmişlerdir. Bunların dünyaları da ahiretleri de hüsrandır. Doğrusu, dünyevî zillet veya izzet de, uhrevî ceza veya sevap da inananların ferdî ve içtimaî amellerine bağlanır. ALLAH’ın hoşnutluğu da, bu amellerle kazanılır. Elbette kim ALLAH yolunda gayret gösterirse, kendisi için gayret gösterir. Aksi takdirde, “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de mi helak edeceksin ALLAH’ım!” (A’raf, 7/155) demenin vakti geçmiş olabilir ve ALLAH korusun batan geminin yolcuları arasında biz de olabiliriz.


Dr. Ahmet Güneş


Konu Başlığı: Ynt: Hepimiz sorumluyuz
Gönderen: Ekvan üzerinde 07 Ekim 2010, 16:44:11
İnsan olmak sorumlu olmaktır.

Resulullah buyurdular ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mesuldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mesuldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mesuldür.” İbn-u Ömer der ki: “Bunları Resulullah`tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti: “Kişi babasının malında çobandır, o da sürüsünden mesuldür.” 1
“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 33/72)
Her insan, öyle veya böyle çobandır. Güttüğü bir sürüsü, sahip olduğu bir otorite alanı, imkanları, gücü ve bunları nasıl idare edeceğine dair değer yargıları vardır. Kiminin sürüleri dağları, ovaları kaplayacak kadar çok; kimininki ise birkaç taneden ya da bir öküzle, bir sabandan ibarettir. Sahip olunanın azlığı veya çokluğu, insanı çoban olmaktan çıkarmaz. Zira insanoğlu, ne azı ne de çoğu olmamak üzere güttüğünden-güdebildiğinden sorumludur.2
Allah insanı, iyiyi ve kötüyü anlama (muhakeme), bunlardan birini tercih etme (irade) kabiliyetlerine sahip bir varlık olarak yaratmayı dilemiştir. Bu ayrıcalıklı özelliğin gereği olan bütün nitelik ve kabiliyetleri ona vermiştir. Buna bağlı olarak da, yaptığı-ettiği her şeyden sorumlu kılmıştır. İnsanoğlunu diğer varlıklardan ayıran en önemli husus da işte bu noktadır. Bütün yaratılmışlar isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğmişken insan, kendisine verilmiş olan bütün imkanları iyi veya kötüden biri doğrultusunda kullanabilir (güdebilir).
İyilik, her konuda Allah’ın dileğine uygun olandır. Allah’ın dileğine uygun hareket etmenin Kur’ani ifadesi ise yalnız Allah’a kulluktur ki, insanın yaratılış amacı da budur. Buna göre insandan beklenen, karmaşası ve çeşitliliğine rağmen hayatı asli görevi doğrultusunda tahlil etmesi ve hayatın her alanında kulluk görevine denk düşen bir tavır ortaya koymasıdır. İnsanın, yeryüzünde kendisine biçmesi gereken rol, üstlenmesi gereken sorumluluk bu olmalıdır. Tercihini kötüden yana kullanması ise zulmün nedenidir. Her şey gayet açık ve net olmasına rağmen emanete ihanet etmek, ancak cehaletinin ürünüdür.
İnsanın bir amaç için yaratıldığına, bu amacının Allah’a kulluk olduğuna dikkat çekmemizin ve insanın özellikleri ile yaratılış hedefleri arasındaki uygunluğu sorumluluk açısından dile getirmeye çalışmamızın nedeni:
- Bir yandan omuzlarımızda duran yükün ağırlığı ve ciddiyetine işaret etmek
- Diğer yandan, sorumluluklara uygun davranmanın gereğine dikkat çekmektir.
 
Sorumluluk bilinci, sahip olunan hayat görüşünün ürünüdür. İnsan nasıl bir dünya görüşüne sahipse, ona denk düşen bir sorumluluk anlayışına sahip olur. Yaratıcıyla, varlıkla, toplumla, kendisiyle olan ilişkisini de bu sorumluluk anlayışı belirler.
Dünyadan olabildiğince istifade etmek isteyen materyalist dünya görüşüne sahip biri, kendi çıkarlarının dışında her türlü bağ, vefa ve değere kayıtsız kalır. Ahlaki değerlere olan bağlılığı sosyal çevrenin baskısıyla, hak ve hukuka olan saygısı polisiye tedbirlerin etkisiyle sınırlıdır. Fırsatını yakaladıkça sınırları aşmakta bir sakınca görmez. Toplumun nereye gittiği, yarınlarının ne kadar aydınlık veya karanlık olduğu onu ilgilendirmez. İçinde yaşadığı toplumun doğru bilgiden uzak kalması, mahrum bırakılması ve zulme uğraması onun duyarlılıklarını harekete geçirmez. Eğer toplumsal bir şeyle ilgileniyorsa bu; kendi çıkarları veya çıkar ortaklıkları doğrultusunda “toplum mühendisliği” yapmaktan ibarettir.
Hayata madde ve menfaat penceresinden bakanların yanında; ahlaka ve dine sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen, sosyal konularda son derece sorumsuz bir hayat yaşayanları (mistik) da unutmamak gerekir. Sanki kendileri bir toplumun içinde yaşamıyormuş, sanki kendileri bu toplumun suçlarından hiç sorumlu tutulmayacakmış ve sanki toplumun başına gelen kendilerine hiç uğramayacakmış gibi kendi sınırlı alanlarında yaşayıp giderler.
Kısacası insan nasıl bir hayat görüşüne sahipse, sorumluluk anlayışı da ona göre şekillenir.
Hayatı Allah’a kulluktan ibaret bir süreç olarak algılayan İslam’a gelince:
Bu anlayış, karşılığını “Allah’tan başkasını ilah edinmeme” ilkesinde bulur. Hayatın her anında ve her alanında Allah’ın memnun olacağı şekilde davranmayı ifade eder. Buna paralel olarak, içinde bulunulan toplumun ve dünyanın meselelerine nasıl bir yakınlık ve uzaklık içinde bulunulacağı da bu ilkenin kapsamı içerisindedir. Bir Müslüman, temelde hiçbir şeye kayıtsız kalamaz. Çünkü yalnız Allah’a kulluk; bireysel ve toplumsal boyutta zulmü ve fesadı ortadan kaldırma, temizliği, iffeti, ahlakı ve adaleti tesis etme çabasıdır. Bunun, Müslümanlara getirdiği sorumluluk ise ne sadece ailesiyle, ne sadece içinde yaşadığı coğrafyayla ve ne de sadece aynı inancı paylaştığı insanlarla ilgilidir. Sadece ibadetle ve ahlaki konularla sınırlı olmadığı gibi, sadece hayatın belli başlı alanlarıyla da sınırlı değildir. İnsanı ilgilendiren her türlü konu, insanın yer aldığı her türlü alan ve insanın bulunduğu her yer Müslümanların ilgi alanı ve sorumluluk anlayışı içinde olmak zorundadır. Bu ilgi ve sorumluluk “insan”la da sınırlı değildir. Yaratıcıya karşı sorumluluk, diğer varlıklarla ilişkide de kayıtsızlıktan uzak olmayı gerektirir. Eşyayı ve doğayı hoyratça kullanmak ve tahrif etmek, bir çeşit zulümdür.
Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, insan ancak gücü yeten şeyden sorumludur. Allah, adaletlilerin en adaletlisidir. Hiçbir varlığa verilmiş olan görev, o varlığın yetenek ve imkanlarından daha fazla değildir. İnsana yüklenen görev de öyledir ve onun imkan ve kabiliyetleriyle doğru orantılıdır. Allah hiç kimseden dağları yerinden oynatmasını, inanmayanları zorla ikna etmesini, değişmek istemeyen toplumları değiştirmesini beklemez. Herkesin sorumluluğu Allah’ın kendisine verdiği güç ve imkanlarla alakalıdır.
Müslümanlar açısından sorumluluk
Bir Müslüman, içinde bulunduğu zaman ve mekanda üzerine düşenleri anlamaya çalıştığında, sorumluluk kavramının kendisini çok farklı konulara ve boyutlara doğru zorladığını görecektir. Çünkü sorumluluk3, bir kavram olarak ele alınmak istendiğinde birçok konunun ve boyutun irdelenmesini gerektirir. Örneğin hukuki alanda; haklar ve görevler, yetkiler ve sorumluluklar, sorumlulukların kaynakları ve bedelleri, sonuçların kimi nasıl ilgilendirdiği gibi konular, sorumluluk kavramı içerisinde değerlendirilmek durumundadır. Sosyal alanda; bireysel ve toplumsal sorumlulukların birbiriyle ilişkisi, toplumsal olanın bireysel olanı ne zaman nasıl bir yükümlülük altında bırakacağı, aileden topluma ve dünyaya doğru bir öncelik-sonralık sıralaması gibi meseleler devreye girecektir. Kavram, isteyerek ve bilerek yapılan işlerle istem dışı veya kazara yapılan şeylerin insana nasıl bir sorumluluk yüklediği yönünde farklı bir açılım gösterecektir. Bunun yanında; ekonomi, siyaset, ahlak gibi birçok alana doğru genişleyecektir.
Sorumluluk, görev olarak tanımlandığında ne anlama gelir? Yapılan bir işten doğan sonucu üstlenmek açısından bakıldığında ne anlama gelir? Bunların her birisi incelemeye, üzerine yazılar yazmaya değer konular olmakla beraber bu yazının maksadı, böylesine kavramsal bir inceleme değildir. Bu yazının maksadı, bugün Müslümanların taşıması gereken sorumluluk anlayışının bizzat kendisine dikkat çekmektir ve hilafet, kulluk ya da sorumluluk kavramlarının mevcut şartlar içinde nasıl okunması gerektiğini ya da nasıl okunması gerektiğine dair “ben ne düşünüyorum”u tartışmaktır.
Böyle bir tartışmaya, yazının başında insanın konumuyla ilgili dile getirilen temel bazı konuları hatırlayarak başlamak gerekir:
İnsan, yaptıklarına karşı bir rehindir. Allah insanı bir sorumlulukla yeryüzüne indirirken bunun bir sınav olduğunu da bildirmiştir. Ya yaratıcının gösterdiği şekilde sorumluluk yerine getirilip mükafata ulaşılacak ya da bu gerçeğe sırt dönülerek sorumsuzca bir hayat yaşanacak, sonunda da azap hak edilecektir. Bundan kaçışın hiçbir yolu yoktur. O halde yapılması gereken en doğru şey, sorumlulukların ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.
Müslümanların üzerine düşen sorumluluk nedir? Başka bir ifadeyle Müslüman olmanın gerektirdiği sorumluluk neleri içermektedir?
İbadetleri eksiksiz yerine getirmek midir sorumluluk, bunların üzerine bir o kadar daha katmak mı; fuhuş ve münkerden uzak kalabilmek için kendini toplumdan soyutlamak mı, yoksa toplumdaki kötülükleri düzeltmek adına her türlü renge bürünmek mi; zulümleri gördükçe zarara uğramamak için sessizliğe bürünmek mi, yoksa her gördüğü zulme alenen savaş açmak mı?...
Bizden önce de Allah’a karşı sorumluluğun ne olduğu anlaşılmaya çalışılmış, çeşitli şekillerde cevaplar bulunmuştur. Örneğin fıkhi yaklaşım, kulun Allah’a karşı görev ve sorumluluklarını “efal-i mükellefin”4 ile izah etmeye çalışmıştır. Helaller, haramlar, farzlar, sünnetler ve vacipler çerçevesinden sorumluluklar incelenmiştir. Yapılması gereken ibadetler, bu ibadetlerin ayrıntıları, yasaklanan şeyler ve bunların incelikleri, yapılmasıyla yapılmaması arasında önemli bir fark olmayan şeyler (mendup-müstehap, mübah, mekruh vs.) sayılıp dökülmüştür. Kendi içinde gerekliliği ve önemi inkar edilemese de, konuya bu çerçeveden yaklaşmanın sıkıntıları pek çoktur. Helalin, haramın, farzın ne olduğunu bilmek elbette gereklidir. Ancak sorumluluk olgusunu sadece belli bir çağın ihtiyaçlarına göre belirlenmiş helaller ve haramlar penceresinden görürsek, şartların ve ihtiyaçların değişmesiyle o kurallar güncelliğini yitirir, gelişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında ne yapılacağını bilemez hale geliriz.
Fıkhi yaklaşım bu tür sorunlar içerirken, sorumluluk anlayışıyla ilgili bir başka yaklaşım da; toplumda geçerli olan kötülüklere bulaşmamak, fuhuştan ve münkerden uzak durmak için dünyadan el etek çekmek şeklinde kendisini göstermiştir. Bu anlayış biçiminde sorumluluğun, ahlaki açıdan iffet ve temizlik gibi bireysel davranışlarla sınırlı olarak anlaşıldığına dikkat çekmek gerekir. Dünya malına ve imkanlarına tamah etmeyen bir bireyin, bunlardan kaynaklanan kötülüklere bulaşmayacağı ve dolayısıyla sorumluluklarını da yerine getirmiş olacağı var sayılmaktadır.
Sorumluluk anlayışlarıyla ilgili farklı bir yaklaşım da takiyye mantığında kendisini gösterir. Bu anlayış biçimine göre, ana hedefe ulaşmaya çalışırken ve onun gerektirdiği sorumlulukları yerine getirirken, ara hedeflerin gerektirdiği sorumluluklar ihmal edilebilir veya onların tersine davranılabilir. Yani kötülüğün kökünü kazımak için, belli bir güce ulaşana kadar, gerektiğinde kimlik saklanabilir ve kötülerden biri gibi hareket edilebilir
Bir farklı sorumluluk anlayışı ise grupçu-cemaatçi mantıkta kendisini gösterir. “Hayırları gerçekleştirmek için güç birliği yapmak” ilkesi çerçevesinde oluşan yapının katı statükocu (var olan durumu korumaya ve sürdürmeye çalışan) bir niteliğe bürünmesiyle ortaya çıkar. Oluşan yapı ile İslam özdeş hale getirilir. Oluşan yapının (grup-cemaat) başarısı ve sürekliliği için gösterilen gayret ve fedakarlıklar İslam’ın kendisi gibi takdim edilir. Böylece sorumluluk anlayışı da yapının sürekliliğini sağlamak ve başarı kazanması için çalışmaktan ibaret hale gelir.
Gerçek şu ki, hayat her gün biraz daha karmaşık hale geliyor. Dinamik bir yapı olan toplumu, kendi gerçeğine uygun olarak anlayıp tahlil edemedikçe doğru bir davranış tarzı belirlenemez. Bu dinamizm aynı zamanda onu bir bütün olarak algılamayı gerektirir. Biz kendimizi öyle veya böyle içinde bulunduğumuz ortamlardan yalıtmaya çalışsak da gerçek bir ayrılış hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü toplum organizması, içindeki bütün fertleri kuşatan bir yapıdır. Ayrışmayı tercih etmek, gerçekte bir ayrılış olmaktan çok belli alanlara duyarsız kalma tercihidir. Bunu, ister bizce önemli olan ibadetler gibi konulara önem verip diğerlerini göz ardı ederek veya temiz kalmak için yapalım, isterse toplumsal konulara ilgili iken belli alanları dışlayarak yapalım fark etmez.
Sorumluluk, yükümlü olma halidir. Üzerimize yüklenen sorumluluk karşılığında da hesap vardır. Kendimizi kurtarabilmemiz, sorumluluğun gereğince davranmamıza bağlıdır. İçinde bulunduğumuz her ortamda, sahip olduğumuz güç ve imkanlara uygun olarak üzerimize yüklenmiş yükler vardır. Bizi sahip olduklarımız değil, sahip olduklarımızı Allah’ın arzu ettiği şekilde kullanıyor olmamız kurtaracaktır. Yoksa beşe beş daha katarak, geceleri gündüzlere ekleyerek ibadet ediyor olsak da bunlar bizi tek başına kurtarmaya yetmez. İslam’ın bizden istediği ibadetler her şeyden önce kaçınılmaz görevlerdir. Bunların gerekliliğini, ayrıntılarını süsleyerek, önemini vurgulayıp büyüterek üzerimizdeki sorumlulukları yerine getirmiş olamayız. Fuhuş ve münkerin her türünden uzak durmak tartışılmaz bir sorumluluktur; ancak bilmeliyiz ki, fuhuş ve münkeri düzeltmeye çalışan bir çabanın içinde olmadıkça temiz ahlaka sahip olunamaz.
Allah’ın üzerimize yüklediği görevi kabul etmemiz, kendimizi hemen her olay ve herkes karşısında sorumlu hissetmemiz gerektiği anlamına gelir. Zira hilafet ve Allah’a kulluk, imar ve icadı gerçekleştirmeyi, ıslah etmek için çalışmayı gerektirir. Temelde Allah’a karşı sorumluluğu ifade eden bu durum, bizi varlığa karşı da sorumlu tutar. Onu hilafetin gerektirdiği şekilde kullanmamızı, zulmün aracı haline getirmememizi gerektirir. İsraf ve ifsat (bozgunculuk) etmemek için özen göstermemizi gerektirir.
Biz aynı zamanda kendimize karşı da sorumluluk hissine sahip olmak durumundayız. Temiz bir ahlaka sahip olmak, sorumluluğun gereğince bir donanıma sahip olmaya çalışmak, gücümüzün üstünde işlere atılarak enerji ve vakti israf etmemek bu sorumluluklardan bazılarıdır. Doğru bir inanca ve hayat görüşüne sahip olmak bunların başında gelir. İnandıklarımız ve bildiklerimizdeki yanlışlıklar, doğal olarak yanlış hareketimizin de nedenidir. İçimizde saf bir iyi niyet varken yanlışlar yapmamızın nedeni doğru zannettiğimiz yanlışlarımızdan başka ne olabilir! Hayat, zannedilen doğruların değil vahyin bildirdiği gerçeklerin üzerine bina edilmesi gerekir. Bilmeliyiz ki, iyi niyetle bir şeyler yaparken samimiyetimiz bizi tembellikten (atıl kalmış olmaktan) kurtarıp Allah’ı memnun edecek bir çaba ve gayrete doğru yönlendirebilir, ama sorumluluk konusunu ciddiye almadığımızda; farkında olmadan başkalarının yanlışlarına kapılıp, zamanımızı ve enerjimizi boşa harcama gerçeğiyle de karşı karşıya kalabiliriz.
Bunun gibi içinde yaşadığımız ortamlardan, büyüklüğüne veya küçüklüğüne bakmadan sorumluyuz. Ailemiz, okulumuz, mahallemiz, iş ortamımız, sosyal çevremiz ve içinde bulunduğumuz İslami yapılanmalara karşı sorumluyuz. İçinde yaşadığımız ülke ve içinde yaşadığımız dünya da kendimizi sorumlu hissetmemiz gereken alanlardandır.
Peki nasıl?
Bu sorumluluk, sadece onlara hakkın ne olduğunu duyurmak mıdır?
Elbette öncelikle, bildiğimiz doğruları üslubuna uygun olarak sorumluluk duyduklarımızla paylaşmak gereklidir. Hayrın yaygınlaşması için görülen yanlışlıkları düzeltmeye, iyi ve doğru olanları takdir ederek geliştirmeye ve güçlendirmeye çalışmak gerekir. Aksi takdirde mevcut yanlışlıkların bir parçası olmak durumunda kalırız. Yanlışlıkların parçası olmak, hem bu yanlışlıklara gerekli müdahaleyi yapmamaktan dolayı pasif destek olmaktan, hem de buradan doğacak sonuçların öyle veya böyle etkileyecek olmasından kaynaklanır. Düzeltme çabası sonuç itibariyle muhatabın iyiliği için çalışmaktan ibarettir. İnsanların kurtuluşunu arzulamak, onlara karşı hissedilecek sorumluluk anlayışının en önemli dayanak noktasıdır. Ortamı düzeltme çabası da bir otorite ve egemenlik arzusunun değil ortamı paylaşanların kurtuluşuna uygun imkanlar aramanın ürünüdür.
Sahip olduklarımızla ilgili olarak da sorumluluklarımız vardır. Nasıl ki sahip olduğumuz bir mülkün nihai sahibi biz değilsek; bilgi, güç, vakit, enerji, sıhhat gibi sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey için de bu geçerlidir. Nasıl ki, biriktirip çoğalttığımız mallar kendi başına hayrın yaygınlaşması veya hayırlı bir işe yaraması için tek başına yeterli değilse; bilgi, güç, vakit, enerji vs. gibi imkanlar için de aynı gerçek geçerlidir. Bir yaraya merhem olmayan, başkalarının istifadesine sunulmayan her türlü güç ve imkan, sahibine faydadan çok zarar verir. Bir yandan sahibini şımartarak yoldan çıkartır, diğer yandan da gereği yerine getirilmediği için Allah’ın lanetini sahibinin üzerine çeker. Sahip olduklarımızın bize yüklediği sorumluluk, onları hakkın gerçekleşmesi için bir araç olarak kullanmaktır. Ne sahip olduğumuz bedenimiz, ne yıllarca çalışarak elde ettiğimiz dünyalıklar nihai mülkiyetimiz altında bulunmaz.
Hiç kimse başkasının işlediği bir suçla sorumlu tutulamaz. Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun karşılığını, kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onun karşılığını bulacaktır. Ancak bu gerçek, kişinin kendisinden başka hiç kimseden sorumlu olmaması anlamına gelmez. Görülen bir yanlışa karşı gerekli uyarı ve eleştiriler gereğine uygun olarak yapılmış, sonra da gerekli bir tavır ortaya konmuşsa, elbette kişi başkasının işlediği bir kötülükle sorumlu olmaz. Ancak bir toplum içinde kötülük yapılabiliyor, zulüm ve adaletsizlik sürüp gidiyorsa; Allah’ın adı yüceltilmek yerine O’na muhalefet etmek geçer akçe durumundaysa; bütün bunlarda failler kadar duruma izleyici olanlar da sorumludur. Ve zalim bir toplumun başına gelecek olan, toplumun sadece bilfiil zalimlerinin başına gelmekle kalmaz. Onlara destek veren veya onları uyarmak gerektiğini bildiği halde sessiz kalanların başına da gelir. Başa gelecek şey, sorumluluğu yerine getirmemiş olmaktan dolayı sadece hesap gününde Allah’ın azabına maruz kalmak değil, aynı zamanda toplumun canlı bir organizma olmasının sonucu olarak yaşanan hayatta da reel sonuçlara maruz kalmaktır.
“İrailoğullarından nankörlükte ısrar edenler, Davud’un ve Meryem Oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmiştir. Bu, onların isyankarlıkları ve sürekli taşkınlık yapmaları yüzündendir. Onlar birbirlerini, yapageldikleri kötülüklerden caydırmaya çalışmıyorlardı; gerçekten bu yaptıkları ne fena şeydi” (Maide 5/78-79)
“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah’ın azabının şiddetli olduğunu bilin.” (Enfal 8/25)
“Şüphesiz şu (yukarıdakileri) sınamıştık, tıpkı malum bahçe sahiplerini sınadığımız gibi: Hani onlar ertesi sabah kesinlikle hasat yapacaklarına dair sözleşmişlerdi. Ancak Allah’ın hayata müdahil olduğu gerçeğine dair istisnai bir kayıt da düşmemiştiler. Ve onlar uykudayken Rabbinden gelen bir (bela) o (bahçeyi) bir bir yokladı. Derken, ertesi sabah o (bahçe) sırım gibi geçmiş bir küle dönmüştü. Derken sabahın köründe birbirlerine seslendiler. Hasat yapmak istiyorsanız, erkenden arazinize gidin! Derken yola koyuldular… Aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı: Bugün hiçbir yoksulun yanımıza sokulmaması gerekiyor. Sabah erkenden her şeye güçleri yetermiş havasıyla yola koyuldular. Derken bahçeyi o halde görünce (tanıyamadılar ve) ‘Biz yolumuzu şaşırmışız (galiba)’ dediler. (Akılları başlarına gelince), ‘Hayır biz mahrum edilmişiz’ dediler. İçlerinden en dengeli olanı ‘Ben size Allah yokmuş gibi hareket etmeyelim, dememiş miydim’ diye çıkıştı. Onlar ‘Varlığın kendisi adına hareket ettiği Rabbimizin şanı ne yücedir.’ dediler; ‘Meğer biz zalimlerden olup çıkmışız.’ Ardından birbirlerine yönelerek, karşılıklı özeleştiri yaptılar; ‘Yazıklar olsun bize! Gerçekten de biz, haddimizi aşmışız. Belki Rabbimiz, onun yerine bize daha iyisini verir: Artık bizim rağbetimiz Rabbimizedir.’ İşte (dünyevi) mahrumiyet böyle bir şeydir; ahiret mahrumiyeti, hiç kuşkusuz daha beterdir: keşke bilmiş olsalardı.” (Kalem 68/17-33)
Toplumun cürümlerini (kusurlarını) paylaşmıyor olmak, onlardan nefret etmek hatta sözlü olarak onlara uyarılarda bulunmuş olmak, onların zararından kişiyi kurtarmaz; bahçe sahiplerinden arkadaşlarını ikaz etmiş olan adam gibi... Bu zarar kimi zaman cürümlerin sonuçlarından etkilenmek, kimi zaman da onların uğradığı akıbete uğramakla sonuçlanır. Sessiz kalmak ise doğrudan doğruya suça ortak olmak, fesadın yaygınlaşmasına pasif destek vermektir. Toplumların uğradıkları akıbetten toplumu oluşturan bireylerin tamamı mesuldür. Bu mesuliyet, dünyada iken akıbetin maddi ve sosyal sonuçlarından etkilenmek şeklindedir. Hesap gününde ise sorumluluklarının gereği doğrultusunda “ne yaptıkları” onların durumunu belirler. Zayıf ve aciz bırakılmış olmak kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.5Zira yaptıklarımız kadar yapabilme, kazandıklarımız kadar kazanabilme, bildiklerimiz kadar öğrenebilme, anladıklarımız kadar anlayabilme kabiliyet ve imkanlarımızın da sorumluluğumuz üzerinde etkisi vardır. Daha iyisini, daha fazlasını yapabilme imkanına sahipken mevcut şartlarla yetinmek, “ne yapalım elimizden ancak bu kadarı geliyor, ne yaparsan yap durumu değiştiremezsin, dünyanın halini sen mi değiştireceksin, zayıf olduğumuz için bunları yapmaya mecbur kaldık vs.” demekten farklı değildir.
O halde;
- İçinde bulunduğumuz dünyanın halini anlamak için elimizden geleni yapmaktan
- Sorumluluğumuzun gerektirdiği donanıma sahip olmak için çalışmaktan
- Bildiklerimizi paylaşarak istifadeye sunup, doğruluk ve yanlışlığını ortaya çıkarmaktan
- Gördüğümüz yanlışları adap ve üsluba uygun olarak dile getirmekten
- Kendimize ve başkalarına karşı cesur olmaktan
- Doğruları anlamak ve kabullenmekte bağnaz davranmamaktan başka çaremiz yoktur.
 
Eğer Allah için bildiğimiz doğrular var ve bunların bireyi ve toplumu ıslah edeceğini düşünüyorsak, bunları paylaşmak kadar onların örnekliğini yapmak da bu sorumluluk alanının içindedir. Aksi takdirde toplumlarına iyiliği emrettikleri halde kendileri keyiflerince davrandıkları için, başkalarından istediklerinin de başarısızlığına neden olan ehli kitap uleması gibi oluruz. Diğer yandan, iyi bir örneklik ortaya koyamıyorsak kötü bir örneklik yapıyoruzdur. Kötü örneklik sadece kötü davranmaktan ibaret değildir. İyiyi söylerken gereğini yapmamak, söyledikleriyle eylemler arasında farklılığın olması da bir nevi kötü örnekliktir ve biz ortaya koyduğumuz örnekliklerle sorumluyuz. Çünkü örnekliğimiz, isteyerek veya istemeyerek başkalarının davranışları üzerinde bir etki meydana getirecektir.
Sorumluluk anlayışının; içinde bulunulan ortam, sahip olunan imkan ve güçler çerçevesinde anlaşılmış olması, bizi tarih önünde önemli bir noktaya sürükler. Her dönemde Müslümanlar, içinde bulundukları tarihin dönüşüm ve kırılma noktasında yer alırlar. Eğer bulundukları zamanın gereklerini iyi anlayıp doğru stratejiler belirleyebilirlerse tarihin seyri üzerinde önemli etkilerde bulunabilirler. Bu durum bizim için hassasiyetle üzerinde durmamız gereken bir konudur.
Bugün, “İslam’ın bir topluluk tarafından örneklik edilerek ifade edilmesi gerektiği” düşüncesinden hareketle oluşmuş cemaatlerin yapılanma ve ilişkilerinin tartışıldığı ve anlaşılmaya çalışıldığı; ilişkilerin nispeten asabiyetten uzak olarak değerlendirildiği bir dönemi yaşamaktayız. İçinde bulunulan şartlar ve dönemin hassasiyetleri, Müslümanlara önemli sorumluluklar yüklemektedir. Doğru adımların atılması, toplumun ve dünyanın İslam’ı daha iyi anlamasını ve dolayısıyla hayrın yaygınlaşması için yeni imkanların oluşmasını sağlayabilir.
Hangi anlayış ve kesimden olursa olsun belli bir geçmişe sahip olan Müslümanların sahip olduğu tecrübenin de, onlara yüklediği bir sorumluluk vardır. Tecrübe ettikleri şeyin onları nereye getirdiğini anlamaları önemlidir. Eğer eksiklik ve kusurlarını sağduyuyla değerlendirebilirlerse, çok önemli ve büyük gelişmelerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Aksi halde kadim (eski) yanlışlıklar tekrarlanmaya devam eder. Dönüp dönüp aynı sonlarla karşı karşıya kalınır. Umarız ki Müslümanlar tecrübelerini, kendilerini daha doğru değerlendirebilmek için bir sermaye olarak kullansınlar. Zira bundan sonrasında hayırların gerçekleşmesine ne kadar katkı sağlanabileceği; geçmişte yapılanların kıymetine ve çokluğuna değil, bundan sonrakilerin değerine bağlıdır.
Denebilir ki, bunun için anahtar; kendimizi doğru olarak anlamaya çalışmak, doğruların sahibi değil takipçisi olmaya çalışmaktır