๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 19:11:41



Konu Başlığı: Hazır ol cenge ister isen sulhu salah
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 19:11:41
Hazır Ol Cenge İster İsen Sulh-u Salah



Doğrusu, geldiğimiz durum karşısında söze nasıl ve nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü yuvarlanıp dibe varmış olan kayayı yeniden dağa tırmandırmak gibi bir güçlükle karşı karşıyayız. Müslüman halklar olarak ne Kur’an'ın öğrettiği gibi bir İslami eğitim ve hazırlık işlevimiz var, ne de pozitif bilimlerde rakip ve düşmanlarla yarışabilecek bir gücümüz var. Onun için manzarayı gözler önüne sermek ve çözüm yollarını göstermek çok zor.

Vahyin rehberliğinde, Hz. Muhammed’in dünya milletleri arasında adı sanı neredeyse anılmayan cahiliye toplumundan elli yıl sonra, o günün süper devletleri olan Pers imparatorluğunu tarihe gömecek ve Bizans imparatorluğunun başkenti olan bugünkü İstanbul'u kuşatacak bir toplum meydana getirdiğini hatırlatmama bilmem gerek var mı? Bunun imani, insani, ahlaki, fikri, iktisadi, siyasi, askeri, dünyevi, uhrevi, vd. ilkelerini Kur’an’da görmek mümkündür. Bu eşsiz zafere ve üstünlüğe götüren diğer unsurları bir tarafa bırakarak sadece maddi kuvvet hazırlamayı Müslümanlara emreden bir ayeti belirtmek yeterli olacaktır.

Yüce Allah, “düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ama Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, size asla bir haksızlık yapılmaz”(8 Enfal/60) diyor.

Ne dediği açık olmakla beraber daha da açmak için meal yazarları bunu şöyle açıklamaktadır: “Bu ayette Allah Teala düşmana karşı kuvvet hazırlamamızı emretmektedir. Bu kuvvetten maksat, savaşta düşmana üstünlük sağlayacak her çeşit vasıtadır. Kara, hava ve deniz kuvvetlerine ait bütün vasıta ve silahlar, kara ve demir yolları, ekonomik güç ve savaş tekniği gibi şeyler bu kuvvetin kapsamındadır.”(TDV Meali)

Vahyin rehberliğinde Hz. Muhammed’in yetiştirdiği müminler imani, ahlaki, insani, fikri, iktisadi, siyasi, dünyevi, uhrevi, vd. öğretilerin yanında düşmana karşı kuvvet hazırlama emrini okudular, anladılar ve gereğini yerine getirerek bu üstünlüğe ulaştılar. Onları izleyen Müslümanlar bu anlayış ve bilinçle hareket ettikleri sürece üstün ve galip oldular. Fikri ayrılıklar, siyasi çekişmeler, iktidar mücadeleleri ve bir virüs gibi bünyeyi hasta eden yabancı kültürlerin tahribatıyla bu ruhu, anlayışı, bilinci, ideali, sorumluluğu ve istikameti bozdukları yahut yitirdikleri tarihten itibaren de zayıfladılar ve onları üstün yapan niteliklerini, dinamiklerini, ideallerini, bilinçlerini, istikametlerini, rollerini ve sorumluluklarını yitirdiler. Hz. Peygamberin ““Gün gelecek, yemek çanaklarına hayvanların üşüştüğü gibi milletler üzerinize üşüşecektir, o gün az olacağımızdan mı? denilmesi üzerine, ‘hayır, aksine çoksunuz ama sel suyu üzerindeki çer çöp gibisiniz” 1 sözleriyle yaptığı sosyolojik tespitte belirttiği duruma düştüler.

Gerçekten de gün geldi ve Haçlı Seferleri ile Moğol istilalarının boy hedefi oldular. Müslümanlar yatağa düştüler ama Hz. Peygamberin kurduğu ve sağlam temellere dayandırdığı o güçlü yapı sayesinde tarih sahnesinden silinmeden yaşamaya devam ettiler. Bu sürecin nasıl başladığını ve mikrobun vücuda girip onu nasıl felç ettiğini göstermek için yüzyıllardır Kur’an gibi Müslümanların ellerinden düşmeyen Gazali’nin (öl.505/111) İhyau Ulumiddin kitabından bir örnek vermek istiyorum. İslam, ilim elde etmek için ilk emir olarak okumayı ve düşmana karşı kuvvet hazırlamayı emrederken, Gazali bunu göz ardı ederek okuma yazma olmadan, uzlet ve riyazet ile cilalanıp parlatılan kalbe Levhi Mahfuz’dan bilgileri akıtmanın yolunu Müslümanlara şöyle gösterir:

"Bil ki kalbin acayipliklerini duyular kavrayamaz. Çünkü kalbin kendisi de duyunun idraki dışındadır. Duyularla idrak edilemeyen bir şeyi anlatmak da ancak duyularla hissedilen bir örnekle anlatmakla mümkün olur. Anlayışı zayıf kişilere bunu iki örnekle anlatacağız:

a-Bir havuz düşünelim.  Bu havuza toprak yüzeyinde açılan kanallardan su gelebileceği gibi, havuzun derin kazılması ve oradan çıkan su ile dolması da mümkündür. Bu su daha berrak, daha bol ve kalıcı da olabilir.

Kalb havuz, su bilgi ve kanallar beş duyu gibidir. Doluncaya kadar kalbe bilgiler duyu kanalları ve gözlemlerle doldurulabildiği gibi, bu kanallar uzlet, halvet ve dışa kapatmakla kalbin derinliklerini temizlemeye ve üzerindeki kat kat perdeleri kaldırmaya yönelerek içinden bilgi pınarlarının fışkırmasına da yönelmek mümkündür. Bilgilerden yoksun olduğu halde kalbin içinden bilgi nasıl fışkırabilir? diye sorarsan, cevabı şudur:

Bil ki bu kalbin sırlarındandır. Muamele ilminde anlatılmasına izin yoktur. Ancak şu kadarı söylenebilir: Eşyanın hakikati Levhi Mahfuz'da, hatta mukarreb meleklerin kalplerinde yazılıdır. Nasıl ki bir mühendis binanın projesini beyaz kâğıda çizer ve bu projeye göre binayı yaparsa, yeri ve gökleri yaratan Allah da başından sonuna kadar âlemin bir nüshasını Levhi Mahfuz'a yazmış ve bu nüshaya göre varlık âlemine çıkarmıştır. Varlık âlemine sureti çıkmış olan âlemin his ve hayalde de bir sureti meydana gelmektedir. Yere ve göklere baktıktan sonra gözlerini kapatan kişi, yer ve gök yok olmuş olsa bile, onlara bakıyormuş gibi suretini kendi hayalinde görür. Onlara bakıyor ve görüyor gibi içinde onların suretini bulur. Bu suret kalbe yansır, böylece his ile hayale giren eşyanın gerçekleri kalbde ortaya çıkar. Kalbde ortaya çıkanlar hayalde meydana gelen bilgiye uygun, hayalde meydana gelenler de insanın hayal ve kalbinden çıkarak mevcut olan âleme uygundur. Mevcut olan âlem de Levhi Mahfuz'da bulunan nüshaya uygundur. Sanki âlem varlık bakımından dört derecedir: Levhi Mahfuz'daki varlık. Bu maddi varlıktan öncedir. Sonra hakiki varlık gelir. Sonra hayali varlık, yani hayaldeki suret gelir. Hayaldeki suretten sonra da fiili, yani kalbdeki suretin varlığı gelir.

Bu varlıkların bazısı ruhani, bazısı da maddidir. Ruhani olanların ruhanilik dereceleri de farklıdır. Bu lütuf ilahi hikmettendir. Çünkü göz bebeğini bütün genişliğine rağmen yer ve göklerin suretini yansıtacak şekilde yapmıştır. Göze yansıdıktan sonra oradan hayale yansır, oradan da kalbe yansır. İnsan ancak kendisine ulaşan şeyleri idrak eder. Şahsında bütün âlemin bir misalini yerleştirmeseydi, kendi zatından ayrı olan şeyden haberin olmazdı. Kalblerde ve gözlerde bu acayip şeyleri düzenleyen, sonra kendilerini ve sahip oldukları acayiplikleri bilmeyecek kadar kimi kalbleri ve gözleri kör yapan Allah bütün eksikliklerden münezzehtir.

Konumuza dönelim; kalbte âlemin hakikat ve sureti bazen duyulardan, bazen da Levhi Mahfuz'dan yansıyabilir. Tıpkı gözde güneşin suretinin bazen güneşe bakmakla, bazen da güneşi yansıtan suya bakmakla görünmesi gibi.

Kişi ile Levhi Mahfuz arasındaki perde ne kadar kalkarsa, o kadar kalpte eşyayı görür ve ilim fışkırır. Böylece duyular yolu ile almaya ihtiyacı kalmaz. Tıpkı yerin dibinden suyun fışkırması gibi. Hissedilen (duyularla algılanan) şeylere ne kadar yönelirse, Levhi Mahfuz’u okumaktan o kadar engellenmiş olur. Tıpkı nehirlere dolan suyun yerden fışkırması engellendiği gibi. Yine, güneşin suretini yansıtan suya bakan kişinin güneşin kendisine bakmamış olduğu gibi...

O halde evliya ve enbiyanın bilgileri ile ulema ve hukemanın bilgileri arasındaki fark şudur: Evliya ve enbiyanın bilgileri melekût âlemine açılan kalbin içinden gelirken, bilginlerin bilgileri madde âlemine açılan duyular kapısından gelir. Kalp dünyasının acayiplikleri ve gayb ile şahadet âlemleri arasında gidip gelmesini muamele âleminde tam kavramak mümkün değildir. Bu, iki âlemin girişi arasındaki farkı gösteren bir örnektir.

b- İkinci örnek, alimlerle evliyanın çalışması arasındaki farkı göstermektedir. Âlimler bilgilerin kendisini kalbe doldurmak için çalışırken, sufiler sadece kalplerin temizliği, arındırılması, berraklaştırılıp cilalanması için çalışırlar”2 .

Gazali'nin bilgi kazanmanın yolu olarak önerdiği yol budur. Okuyup yazmak, öğrenmek, öğretmek ve üretmek yerine, kalbi halvet ve riyazet ile parlatarak cilalama ve Levhi Mahfuz’dan bilgilerin parlak zemin üzerinde yansımasını sağlama yolu!

Hz. Peygamber zamanından Gazali'nin zamanına kadar geçen bunca alim ve müçtehid bilgilerin bu şekilde kazanılacağını ne hikmetse bilememiş, elektriğin ve doğru dürüst lambanın bile bulunmadığı asırlar boyunca karanlık hücre veya dehlizlerde halvete çekilerek gözlerini kapatıp kalblerini mücahede ve riyazet ile parlatmaya ve suyun yerin dibinden kaynayıp havuzu doldurduğu gibi Levhi Mahfuz'dan bilgilerin akması için hazırlayacağına, harf harf, kelime kelime ve cümle cümle okuyarak gözlerini kör etmiş, zihinlerini yıpratmış ve ömürlerini tüketmişlerdir. İlim tahsili için kimi yaya, kimi binek üzerinde günler ve haftalarca yol tepmişler, yıllarca gurbette yoksulluk içinde ömür tüketmişler ve gerekli bilgileri kavramak veya ezberlemek için gece gündüz çalışmışlardır. Halbuki Gazali'nin bulduğu bu metodla (!) dünyanın her şeyinden yüz çevirip karanlık bir hücreye kapanarak açlık, uykusuzluk, mücahede ve riyazetle kalplerini parlatmaya, keşif ve ilhamların radyo aktif dalgaları gibi yansımasına hazır duruma getirmeye çalışsalardı, hatta direkt Levhi Mahfuz'dan bilgiler almak için kalplerini sadece cilalayıp parlatsalardı daha iyi olmaz mıydı!? Ne dersiniz, Müslümanların bu duruma düşmesinde başka sebeplerin yanında en başta bu anlayış her şeyi izah etmiyor mu?

Gazali'nin, Haris el-Muhasibi'yi de yanına alarak, çalışmak, kazanmak ve düşmana karşı kuvvet hazırlayarak üstün olmak konusunda anlayışını göstermek için zenginlik yerine fakirliği nasıl tavsiye ettiği ve helal yoldan kazanılıp helal ve hayır yollarda sarfedilse bile mal kazanmaktan insanları nasıl sakındırdığını uzunca anlattığı, "Zenginliğin Kötülenmesi ve Fakirliğin Övülmesi" başlığı altında naklettiği şu uydurma hadisi de vermek istiyorum:

“Kıyamet günü haram mal toplamış ve haramda harcamış bir adam getirilir ve onu ateşe götürün denir. Sonra helal mal toplamış ve haramda harcamış bir adam getirilir ve onu da ateşe götürün denir. Sonra haram mal kazanmış ve helal yollarda harcamış bir adam getirilir ve ateşe götürün denir. Sonra helal mal kazanmış ve helal yollarda harcamış bir adam getirilir ve kendisine ‘Dur, olabilir ki bu malı kazanırken sana farz kıldığım şeylerden mesela namazı vaktinde kılmamak, ruku', sucud ve abdest gibi şeylerde kusur işlediğin olmuştur’ denir. Adam, ‘hayır ey Rabbim, helal kazandım ve helal yollarda harcadım, bana farz kıldığın hiçbir şeyi de terk etmedim’ der. Kendisine, ‘bu mal ile binek veya elbise gibi bir şeyle başkasına karşı böbürlenmiş olabilirsin’ denir. Adam, ‘hayır, kimseye karşı ne böbürlendim, ne de gururlandım’ der. Kendisine, ‘akraba, yetim, miskin ve yolda kalmış insanlara farz kıldığım haklarını vermemiş olabilirsin’ denir. Adam, ‘hayır ey Rabbim, helal kazandım ve helal yollarda harcadım, bana farz kıldığın şeylerin hiçbirini ihmal etmedim, gururlanıp böbürlenmedim, vermemi emrettiğin hiçbir kimsenin hakkını da vermemezlik etmedim’ der. Sayılan bu kişiler gelir ve kendisiyle muhakeme olurlar: ‘Ey Rabbimiz, ona verdin, zengin yaptın, aramızda yaşattın ve bize vermesini emrettiğin şeyleri yaptı’ derler. Onlara vermiş, farzların hepsini yerine getirmiş ve hiçbirinde eksikliği olmamışsa, kendisine ‘yeme, içme ve lezzet gibi sana verdiğim her türlü nimetin karşılığını ver’ denir ve sorgusu devam eder.”3

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber infakı ve hayırlarda yarışmayı, can ve mal ile cihadı sürekli teşvik ve emrederken, zengin Müslümanların Resulullah'a desteği her türlü takdirin üstünde iken ve bu dünyada imtihan, mal ve canlarda olurken, mal kazanmayı ve zengin olmayı cehenneme gitmenin sebebi olarak gösteren bu anlayışla toplumda mal kazanma, kalkınma, sanayi, saldıran kâfirlere karşı cihad ve daha pek çok hizmet nasıl yapılabilir? İslam’ın öngördüğü şekilde malı kazanıp yine emrettiği şekilde harcama yapılması öğütleneceği yerde, bir hırka bir lokma mantığıyla Müslümanlar acaba düşmana karşı nasıl kuvvet hazırlayacaklar? Bu anlayışa göre servetler ve mallar kâfirlerin elinde olacak, Müslümanlar da mal kazanırsam cehenneme giderim, diye ödleri patlayacak; ondan sonra deri kemik zahidler, dilenci ve yoksul miskinler, aç ve sefil fakirler, kâfirlerin kapılarında avuç açan muhtaçlar ve siyasi iradelerini bir lokma ekmek için düşmanlarına satan yığınlarla Müslümanlar acaba dünyada nasıl üstün ve egemen olacak?

Şimdi Müslümanların düşmanın vereceği işe, ekmeğe, krediye, silaha, bilime, teknolojiye, ilaca, otomobile, uçağa, tanka vd. neden muhtaç ve dilenci durumuna düştüğü, Müslümanlardan karnını doyurmak için neredeyse günaşırı batı ülkelerine kaçak yollardan ulaşmaya çalışırken yığınla insanın soluğu ya denizlerin dibinde yahut cezaevlerinde neden aldığı anlaşılıyor değil mi? 1974 Kıbrıs harekâtında verdiği silahların kullanılması üzerine ABD ve müttefiklerinin uyguladıkları ambargo yüzünden, hastalar için röntgen filminin çekilemediğini ve birçok ilacın bulunamadığını henüz unutmadık. Bin yıldır bu zihniyetin egemen olduğu Müslümanların düşmana karşı neden kuvvet hazırlamadığını ve İsrail’in vahşetini durduracak güce sahip olmak yerine, gözyaşı dökerek “yapılanlar karşısında utanıyorum” demekten başka elinden neden bir şey gelmediğini şimdi anlıyor muyuz?

Üstün oldukları ve izzetle yaşadıkları dönemlerde Müslümanların karşısında mağlup olan düşman utanıyordu, şimdi onlar utanma nedir bilmeyen düşmanın yaptıkları karşısında “utanıyoruz” demeçleri veriyorlar. Utanma bilmeyen düşmanın yaptıklarından utanç duymak vahşeti önlemeyeceğine ve Haçlıların ateşe verdikleri Endülüs’ün başkenti Gırnata’nın Gazze gibi cayır cayır yanmasını seyrederek gözyaşı döken sözde devlet başkanı Abdurrahman gibi gözyaşı döküp utanmak yerine,  bu vahşeti durdurmak için gerekli güce ve imkana sahip olamamaktan utanmak gerekmez mi?

Tarih tekerrürden ibarettir, derler. Müslüman halkların başına emperyalizmin musallat ettiği gerici Arap yönetimleri ve diğerleri gibi Endülüs’te Müslümanlar kabilecilik ve bölgecilik yaparak taht ve saltanat kavgasına düşmüş, birbirlerine karşı, hepsinin canına okumak için fırsat kollayan haçlılarla işbirliği yapmış,  ses çıkarmayan siyah, beyaz, kırmızı inekleri kurt sıra ile yediği gibi haçlılar sıra ile hepsinin canına okumuş, sonunda şehirlerinin cayır cayır yanması ve Müslümanların topluca katledilmesi karşısında en başta Abdurrahman hazretlerine(!) ve yalakalarına da tarihin utanç belgesi olarak ağlamak ve utanmak kalmıştır. Onun için çıkarlarının hizmetçisi ve bekçisi olarak Emperyalizmin Müslüman halkların başına devlet başkanı, cumhurbaşkanı, kral, sultan, emir, şeyh olarak diktiği bu Abdurrahman’lar gözyaşı döküp düşmanın yaptıklarından utanıyoruz, demeden önce, bu duruma düşmemek için Allahın emri olarak gerekli kuvveti hazırlamadıklarından dolayı ne kadar utansalar yeridir.

Bilindiği gibi on sekizinci yüzyılda başlayıp birinci dünya savaşının sonuna gelindiğinde, Batı emperyalizmi orta Anadolu’daki birkaç şehir dışında Malezya ve Endonezya’dan Tunus ve Fas’a, Yemen’den Kafkaslara ve Balkanlara kadar işgal etmediği bir tek Müslüman coğrafyası kalmamıştır. Buralarda halk gerek bağımsızlık savaşları sonunda, gerekse emperyalizmin çıkarlarına daha uygun gördüğü için barışçı yollarla çekilmesinden sonra bir şekilde bağımsızlıklarına kavuştu. Ancak her iki şekilde emperyalizm çekilirken gözü arkada kalmaması için çıkarlarını koruyacak yönetim sistemlerini oluşturarak ve onları yürütecek Mankurt yöneticileri de halkların başına getirerek çekildi. Bu mankurtlar bir yandan kendisine benzetmek için emperyalizmin kurduğu eğitim, ekonomik, politik vd. yönetim sistemlerini işletip Müslümanları batıya benzetmeye yahut onunla entegre etmeğe çalışırken, bir yandan da velinimetleri olan emperyalizmin ve kendilerinin çıkarlarını korumak için her yola başvurmaktadırlar. Endülüs’te Müslümanları haçlılara yem yapan bu mankurtların marifetlerinden (!) büyük İslam âlimi İbni Hazm şöyle yakınır:

“Ey Allah’ım! Dinimizden olan şu idarecilerin yakında terk edecekleri sarayları dikme ve servet biriktirme hırslarını sana şikâyet ediyoruz. Onların bu halleri yüzünden küfür ve şirk ehlinin dilleri çözüldü. Bu durum Allah’ın bizim için açtığı bir imtihandır. Ondan esenlik niyaz ediyoruz. Bu, şüphesiz herkes için bir fitnedir.

Bu fitnenin sebebi şudur ki şu bizim Endülüs’ümüzün de şehir ve kalelerin başlarında bulunan kişiler Allah ve Resulü ile savaş halindedir. Yeryüzünde bozgunculuğun yayılması için çaba sarf ediyorlar. Onların her birinin kendi sınırları dışında kalan Müslüman halkın üzerine saldırdığını, askerlerinin Müslüman ahalinin kökünün kazınmasıyla sonuçlanabilecek yöntemleri kullanmalarına izin verdiklerini görüyorsunuz.

İdarecilerimiz bilseler ki haça tapınmak işlerini yoluna koyacak, derhal haça taparlar. Onların Hıristiyan krallardan yardım istediklerini, onlara Müslümanların namusuyla oynama fırsatı verdiklerini ve bu sayede Müslümanların esir alınarak götürüldüklerini görüyoruz. Onlar, şehir ve kaleleri bazen Hıristiyanlara kendiliklerinden teslim ederler. Hıristiyanlar ise bu yerleri, içlerindeki İslam varlıklarının kökünü kazıyarak kiliselerle donatırlar. Allah hepsine lanet etsin. Üzerlerine kılıçlarından bir kılıç musallat etsin.”4

Evet, tıpkı adı Müslüman gruplar birbirlerine karşı Endülüs’te Gırnata’yı ateşe veren düşmanlarıyla işbirliği yaptıkları gibi bugün de bu mankurtlar kendilerinin ve emperyalizmin çıkarları için Gazze’yi ateşe veren emperyalist İsrail ve onun koruyucuları haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar. Öyle ki açlıktan, susuzluktan, soğuktan, ilaçsızlıktan ve mermilerden ölmeyip sağ kalanlara insanların yardım olarak gönderdiği suyu, ekmeği, ilacı, ambulansı ve diğer yardımları bile engelliyorlar. Binaların, camilerin, hastanelerin, ambulansların, iş yerlerinin, erzak depolarının, yakıt tanklarının, elektrik santrallerinin yıkılıp yakılması, insanların kitleler halinde katledilip yakılması karşısında müdahale ederek durdurmak yerine, ateşkes için düzenlenen sözde toplantılara katılmaya yahut eşlerini göndermeye bile tenezzül etmiyorlar. Bu durum da gerçek özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuşmak için Müslüman halkların bir yandan başlarına musallat olan bu mankurtlarla, diğer yandan global emperyalizmle mücadele etmek durumunda olduklarını, yani kurtuluş için iki bariyerle karşı karşıya bulunduklarını göstermektedir.

Onun için Müslüman halklar din eğitim ve öğretiminin yanında eğitim, bilim, iletişim, sanayi, teknoloji, askeri, iktisadi, siyasi, vd. alanlarında düşmana karşı koyacak güce sahip olmak için gece gündüz çalışmaları ve hazırlık yapmaları gerekir. Düşman’a karşı koyabilmek için Sayın Hayrettin Karaman ‘ın yöneticileri yola getirmek için halkların çalışması, düşmanla finansman, yatırım, ithalat ve ihracat, askeri ortaklık gibi ortaklıklara son verilmesi önerilerinin5 yanında düşman saldırılarına karşı koymak için Müslüman ülkelerin ortak bir askeri güç oluşturmasını da acilen düşünmeleri gerekir. Bu işler bütün dini ibadetler gibi ibadet olup “Onlara karşı kuvvet hazırlayın” emrinin gereğidir. Çünkü küfrün belini kırmak, İslam’ın ve Müslümanların varlığını korumak buna bağlıdır. Onun için atalar; “Hazır ol cenge ister isen sulh-u salah” demişlerdir.


 

1 Ebu Davud, melahim, 5, İbn-i Hanbel, 5/278

2 İhya, 3/19-21, el-Halebi, Kahire, 1939.

3 İhya, 3/263,

4 Prof. Dr. Mehmet Özdemir, Endülüs, (İslam’a Giriş içinde), 479–480. DİBY. Ankara 2008

5 Hayrettin Karaman, Filistin Meselesi Nasıl Çözülür? Yeni Şafak, 11 Ocak 2009



Prof. Dr. İbrahim Sarmış