๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2010, 15:01:13



Konu Başlığı: Hayatım Başucumda
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2010, 15:01:13
Hayatım Başucumda

Ruh üretmek istiyor, nefs tüketmek. Ebedi hayatım için saklamak istediklerimi, katakullici tezgâhtar gibi harcatıveriyor. Elin kârda gönlün yârda diyor. Yâre götürecek hediyeme bile göz koymuş anlaşılan. Akıl ise ikisini uzlaştırayım derken az daha aklından olacak!  Sevdam omzumda yola koyuluyorum, yoluma engeller çıkıyor, inat bu ya, dönmüyorum.

Bu gece benim için çok özel olacak. Böyle bir gece yaşayabilmeyi uzun zamandır düşlüyordum. Yapmak istediğim şey, kendimden kurtulabilmek. Hep başkalarından şikayetçiydim. Beni onların bunalttıklarını zannediyordum. Anlıyorum ki kusur onlarda değil.

Diğer kişiler sadece olup bitenin vesileleri ve benim kendimi hoş tutmak için mazeretlerim. Bu gece ben hayatımın içinden çıkıp ona uzaktan bakacağım. Bunu yapabilirsem ancak o zaman ben kimim, şimdiye dek ne yaptım, ne yapmaktayım, görebileceğim. İşte uzun zamandır yapabilir miyim diye düşlediğim an. İşte şu an hayatım başucumda.

Kimler kimler ve neler neler? Hepiniz, her şey şimdi uzaktasınız. Nasıl oldu da ben sizin kalabalığınızdan kurtulabildim bilemiyorum. Az daha beklesem ölecekmişim!

Güzel ve anlamlı bir hayat yaşadığımı sanıyordum. Oysa gerçeğim rüya imiş, hayalim gerçek. Yaşadıklarımdan elime geçen nektara bakıyorum; sadece bu mu? En güzel kırk-elli yılımda verdiğim emeklerden elimde kalanları azımsıyorum. Yazık! Gözü dönmüş gibi koşmacasına harcamışım altın çağımı.     

İşte şimdi böyle, geçmişin dehlizlerinde dolanıyorum. Bu iç hesaplaşmamdan korkuyorum. Ya nefsim galip çıkarsa! Benden sürekli bir şeyler isteyerek ruhuma sıkıntı veren oydu. Ara sıra bir kenara çekildiği olsa da, beni hep teyakkuz halinde, mücadele içinde tutuyor. Aklım izahta yetersiz kalıyor, hislerim yanıltıyor. Danışıyorum, net cevap alamıyorum.

Asıl hesaplaşmamam gerekeni arıyorum. Hayli dönüp durduktan sonra kendimi kandırışlarımla karşılaşıyorum. Kendime attığım çalımlar, ipe sapa gelmez nice şeyleri mukaddes cila ile kendime pazarlayışım.

Bir çetin hesap

Üç-dört yıl önce, eğik kalemim doğrulup, halk için Hak olanı yazma yolunda emeklerken, filanca şehirde bir seminere davet edildim. Dağarcığımdaki nektardan zerre kadar da olsa bal yapabilme hünerini başarmaktı niyetim. Bir memnun oldum, kendi kendime bir kuruldum, sormayın gitsin. Aramızda özel bir kardeşlik bağı olan yepyeni insanlarla tanışacağım. Yanlış mı ifade ettim acaba? Düzeltelim: “Bu vesile ile o diyarda iyice tanınacaksın!” dedi nefs. Akıl dedi ki “Sen bakma ona. Yine oltaya yemi taktı her zamanki gibi avlamaya çalışıyor.”

Bilgilerimi, deneyimlerimi ve yüreğimi paylaşacağım onlarla. Güzel güzel sohbet edeceğiz. Ne kadar uzaktan yola çıkacağım, ne uzun yollar gideceğim onlar için. Yok aslında onlar için demese miydim: Allah rızası için.

Kim bilir, konuşmalarımı ne kadar beğenecekler. Sorular soracaklar, sorunlarını anlatacaklar, verdiğim cevaplardan ne çok yararlanacaklar. Attığım adımlara hürmet ve teşekkür edecekler. Yollarına kurban olurum, onların adapları böyle diyor. Muhabbetle kucaklaşıp kısa sürede öyle hemhal olacağız ki ayrılırken üzülecekler. Yok canım, bu işte bir yanlışlık olmalı. Ben onları üzmek için gitmiyorum ki! Abuk-sabuk hayaller işte.

Sonra giderken ne giysem, orada ne giysem, konuşmam sırasında kürsüde ne giysem? Hanımların hayatının önemli bir kısmı ne giyeceğini düşünmekle geçiyor. Ne önemi var olur mu? Giyimimi benden ziyade onlar görecekler. Dilimden de halimden de tam puan alma sevdasındayım. Henüz bir yazar nasıl giyinir onu da pek bilmiyorum. Peh! Benim yazarlığım da kırkından sonra saz çalmaya benziyor. Az gittim uz gittim, bir arpa boyu düz gittim. Elime el veren, elime kalem veren, gönlüme ilham salan olmasa görürdüm ben yazmayı karalamayı!
Ve bilahare siz olmasaydınız; ben neyi, kim için yazardım? Okumasaydınız yazdıklarımın bir anlamı olmazdı. Beni en az benim kadar anladınız, sizden destek aldım. Yalnız şu var ki, kim için yazdığımın anlamını karıştırdım. Beğenilmek için mi, verebilmek için mi?
Peki sizce?..

Tam üç kere, ciddi manada, seminerlere katılım sözü verip, program ve hazırlık yaptım. Şöyle kendi kulvarımda koşuya çıkmış başarılı kadın havasıyla, yanıma bir oğlumu da alıp, uzun uzun yollara koyulup davetlere icabet edecektim. Lakin bu adımlarımın içimdeki hangi güdüyü tatmin etmeye yönelik olduğunu tam olarak seçemiyordum. En makulü, birer seyahat vesilesi olmalarıydı. İyi ki kendime kanacak kadar aptal değilim. İnanıversem, eminim  fetih yapmış
edasıyla dönecektim.

Allah dilemedikçe

Zaman zaman ne yapmak, ne olmak istediğime dair efkâr basıyordu. İşte o zamanlarımda bir şeyler oldu da devreye neyin girdiğini gerçekten anlayamadım. İlk verdiğim ziyaret sözümde, seminerden tam bir gün önce anneciğim vefat etti. Ben iki ay önceden söz vermiştim. Ne bilirdim annemin mide kanseri olup da iki-üç haftalık ömrünün kaldığını. Hekimler, ameliyat ettirmezseniz bir ay kadar ömrü kalmış, ettirirseniz bir yıl daha yaşar, dediler. Ettirdik. Güçlükle ameliyattan çıktı, on gün yaşadı. Evet tam on gün. Gitgide ağırlaştı, sekerata döndü. Her evlat gibi son anlarında Yasin’ini okuduk, vedalaştık, ağlaştık. Sonra öldü. Doktorlar, hemşireler koşuştular ve hatta ölüm tutanağını tuttular. Gelip cenazeyi götürmeleri için “annemiz öldü” diye memleketimize telefon ettik. Doktorlar annemi ağzında pompa gibi bir şey takılı halde sedye ile odadan çıkardılar. Onların ardı sıra biz de indik. Morgun oralarda bir süre bekledik, acaba niye hâlâ gelmediler? Merakla ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk.  Anneme kalp masajı yapmışlar. Tıbbî raporlara göre on beş dakika ölü kaldıktan sonra kalbi tekrar çalışarak hayata dönmüş. Tabii sonraki yaşadıklarına hayat demek mümkünse... Bu sebeple anneciğimi yoğun bakıma almışlar. Beyin ölümü gerçekleşmiş, tüm duyu organları işlevini kaybetmiş, solunum cihazına bağlı olarak serumla annem yaşıyordu. Seminerime iki haftadan az bir zaman kalmış. Hastam var ama yinede gitmeyi istiyorum.

İşin başında ameliyat olup-olmayacağına göre anneme çok net ömür biçip yanılan ve bizi de yanıltan hekimler, bu kez temkinli konuşuyorlar. Bu hali ne kadar sürer, size süre veremeyiz, diyorlar. İki-üç günde de ölebilir, aylar yıllarca da sürebilir. Aman ya Rabbi! Orada bereli hamur çuvalı gibi şişmiş yatan kadın benim güzel annem mi? Okuyoruz, okuyoruz... Başına gelen bilir, insan böyle durumlarda kendini toparlayamıyor, nasıl dua edeceğini şaşırıyor.

Bir hafta geçtikten sonra, annemden sorumlu işgüzar hekimin biri, hasta yakınlarını yani bizi çağırarak: “Annenizin fişini (onu yaşatan cihazın fişini) çekmemizi ister misiniz?” diye sual ediyor. Aman hocam, ütüyü mü bitirdiniz de fişi çekeceksiniz? Madem ölmüş kadına niye kalp masajı yaptınız?

Sırayla ancak günde bir kez yanına girebiliyoruz. Yönü kıbleye dönük, başı sağ omzuna eğik, öylece yatıyor. O bizi duymasa da, biz kendi psikolojimiz için olsa gerek, onunla konuşuyoruz. Daha doğrusu kendimiz söyleyip kendimiz dinliyoruz. Bol dua ediyoruz. Bazen gözlerinde yaş tomurcukları beliriyor veya eli kıpırdıyor. Onlar sadece refleks diyorlar. Dinden halden bilen birine sorduk. “Sakın ha!” dediler. “Fişini çektirip de anne katili olmayın. Onun kalbi geçici bir süre durmuş olsa da asıl olan ruh henüz bedeni terk etmediği için o ölmüş sayılmaz. Kendi haline bırakın, sabredin ve bekleyin.” Anacığım, ilaveten iki-üç gün daha yaşadıktan sonra ikinci kez vefat etti!

Benim iki ay önceden vermiş olduğum seminer tarihinden tam bir gün önce annem bu kez gerçekten vefat etti. Bu nasıl bir tesadüf,  anlamakta  zorlanıyorum.

Her şeyin bir ilki varmış. Anacığımı gurbet elin morgunda, hiç tanımadığı bir hocahanımla tek başına bırakmaya gönlüm razı olmadı. Hiç tecrübemiz yoktu ama kız kardeşimle ikimiz annem gasledileceğinde yanına girdik, yardımcı olduk. O hiç iyileşemeyen ameliyat yaralarını sardık sarmaladık. Onun bizi bebekliğimizde kundakladığı gibi, biz de onu kefenledik. Saçlarına kınalar, güzel kokular serptik. Artık yola çıkma zamanıydı. Nereye niyet, nereye kısmet. İzmir Ankara arası, arabamızda annemizi götürüyoruz.

Ertesi gün için seminer sözü vermiş olduğum şehirden geçerken neler düşünmüş olabilirim? Kısa bir mola verip ilgili kişileri arayarak durumumuzu izah ettik. Allah onlardan razı olsun, kısa sürede yanımıza ulaşıp taziyede bulundular. Lakin ilgili kişilerin seminere katılacak dinleyicilerin hepsine duyurma imkanları olmadığı için, minibüslerle köylerden gelen birçok kardeşimiz geri dönmek zorunda  kalmışlar. Üzüldüm.

Sözler ve hayal kırıklıkları

İkinci sözümü bu tecrübemden iki yıl sonra verdim. Kitaplarım yeni çıkmıştı. Ne çok sevinmiştim. Benim nazarımda kitaplarım “hizmet liyakat belgesi” gibiydiler. Durum böyle olunca, şimdi lâin şeytan bana bunu harcatmak istemez mi? Daha o yaz büyük şehrin birinde düzenlenen bir kitap fuarına davet edildim. Çok uzak bir diyara, hem ziyaret hem ticaret olacak. Belli ki daha ayağım yere basmamış. On beş saat otobüsle yolculuk yapmam gerekiyor. Olsun. Bu kez kesin gideceğim! Eşime hemen müjdeli haberi verip on beş-yirmi gün öncesinden işi bağlıyorum. Yaz tatili olduğu için oğlum da benimle gelmeye müsait ve istekli. Görünürde hiçbir sorun veya engel yok gibi. Eşim zaten işlerinden dolayı istese bile gelemezdi.

Emeklilik sonrası taşındığımız küçük kasabanın kırsal bir yerini mesken tutmuştuk. Uzun memuriyet yıllarından sonra, büyükbaş besiciliğine balıklama atılmıştık. Hâlâ bunun kendimiz için tam bir izahını yapabilmiş değilim. Eşim hayvan taifesinin vefasına hayrandı! Tabiatla baş başa hayalleri içinde küçük çiftliğimize yerleşmiştik.

Mevsim hasat mevsimi, inekler sağılıyor, yaz yağmuru düşmeden evvel sap-saman taşınıyor, ot biçiliyor. Litrelerce süt taşınıyor, buzağılar doğuyor, yaz ishali oluyorlar, hastalanıyorlar, tıpkı bebek gibi özel bakım gerektiriyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bizim acemiliğimizi anlayan çiftlik yardımcımız talep ettiği fahiş fiyatı vermeyince “Gideyim de görün gününüzü!” dercesine ansızın işten ayrılıyor. Tüm işler eşimle ikimizin üzerine kalıyor. Sanki daha dün inek mi sağmışım!

İş başa düştü, yazarlık-mazarlık rafa kalktı. Gitme zamanım yaklaştıkça işlerimiz daha da artıyor. Çoluk-çocuk hiç birimizin başımızı kaşıyacak vakti yok. Uzun yola çıkmak değil, adım bile atabilecek halimiz kalmamış. Ve maalesef ben yine sözümde duramıyorum. İkinci kez çok heveslendiğim halde yine yolum kapanıyor. Hayırlar olsun.

Artık kabuğuma çekilme zamanıdır diyerek bir yıl kadar izimi kaybettiriyorum. Bu arada çiftçiliği yürütemeyip, o işi bırakıyoruz. Şimdi artık elimiz boş, gönlümüz hoş demişler. Zaten ikimiz de emekliyiz. Başımıza büyük işler sarmayalım, kanaat edelim fikrindeyiz. Bir gün telefonum çalıyor: Üçüncü davet Karadeniz yöresinden geliyor. Bu kez hiçbir mazeretim yok. Ailecek çoluk-çocuk arabamıza bineceğiz, hem gezeceğiz hem de seminere katılacağım. Konuşma salonunu dahi ayarlıyorlar. Çekindiğim ihtimal yine başıma geliyor. Ancak bunda sebep benden kaynaklanmıyor. Rüzgâr karşıdan esiyor! İlgili arkadaşım ilk sözleşmemizden on gün kadar sonra tekrar beni arayarak sıkıntı ile durumu yani sorunu izah etmeye çabalıyor. Seçimlerin yaklaşması dolayısıyla kültürel organizasyonlara bir süre ara verilmesi gerekiyormuş. İleri bir tarihte tekrarı olur inşallah diyoruz.

O ileri tarih, çok ilerilere ertelendi. Ta ki, yılsonu mu yılbaşı mı tam olarak hatırlayamıyorum. Üç çocuğumun da okul zamanı, yol uzak, kış-kıyamet, her yer karla buzla kaplı. Ne çocuklarımı emanet edebileceğim kimse var, ne de bana yol arkadaşlığı edebilecek kimse... Gidemedim. Eh, ne demişler: “Kısmet ise gelir Hint’ten Yemen’den, kısmet değilse ne gelir elden.” Ya niyetimde bir eksiklik ya da hayatımda bir acayiplik var diye düşünüyorum.

Her şeyin hayırlısı

Bu davetlerin dördüncüsü de oldu tabii. Bu kez hiç hayale kapılmadım. Tüm bunları karşı tarafa izah etmeye kalksam bana inanırlar mıydı? Ben henüz kendim bile anlayabilmiş değilim. Eğer kabul edip söz verseydim bu kez ne olacaktı da gidemeyecektim, Allah bilir. Onların anlamlı ve nazik davetini geri çevirdiğim için bu kez sonradan üzüldüm. Ya o tarihte beni yolumdan alıkoyacak bir engel olmayacak idiyse? Şimdi nefsim bana oh çekiyor. Seni nasıl engelledim
ya, diyor.

Ona çok kızgınım. En halisane niyetlerimin içine sızıyor, en güzel amellerime ortak olmaya, hatta elimden kapmaya çalışıyor. Bu gece onu yalnız bıraktım. Oh!.

Enine boyuna düşündüm. Şu soruma cevap aradım: Bu kardeşlerim beni niye davet ediyor? Kapasitem el verdiği kadar bilgilerimi ve tecrübelerimi aktarabilmek için değil mi? Demek ki onlara benim boyum-posum, ismim-cismim lazım değil. Daha önce onlara nasıl ulaşıyor idiysem yine o yolu denemeliyim. Ve işte nihayet bu yol beni bir kez daha dosta götürdü.

Az önce, yazımın başında şaka yapmıştım. Hiç insanın hayatı başucunda olur mu? Olmaz tabii.
Ama O’nun hayali kalbinde de olur, başucunda da durur! O’nun hayali ki cezbeder durur.