๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 14 Kasım 2010, 19:11:29



Konu Başlığı: Hayatı Anlamlı Kılacak Sorular
Gönderen: Zehibe üzerinde 14 Kasım 2010, 19:11:29
Hayatı Anlamlı Kılacak Sorular


Cafer Durmuş


İletişim çağında toplumlar arası geçişlilik fazla oluyor. Kökü geleneğimize yaslanmayan hayat tarzının kırıntıları milletimize de sirayet ediyor. Hayatın anlamını, ölümlü oluşumuzun hikmetlerini sorgulayacağımız alanları daraltıyor.

İnancımızdan beslenen kontrol mekanizmaları geri planda kaldıkça, fertleri ümmet şuurunda buluşturacak prensipler dumûra uğruyor. Günü gün etmeye endeksli hayat tarzı revaç buldukça nemelâzımcılık, bencillik gibi illetler kılcal damarlarımıza nüfûz ediyor. Merhamet damarlarımızı besleyecek paylaşımcı duygular örselendikçe, insanın ölümlü bir varlık olduğu, yaptıklarından hesaba çekileceği unutuluyor.

Bu furyanın önüne, bilinçli olarak durulmazsa böyle bir cemiyette dava sahibi olarak yaşamak güçleşebilir; fedakarlığa dayalı erdemlerle, “bir insanı daha imanla buluşturmalıyım” gibi kaygılar anlamını yitirebilir.

Bu itibarla her mü’minin, hususi hatırlatmalarla nefsini hesaba çekmesi gerektiğine inanıyoruz. Mesela kendi kendine;

Ezelden ebede yolculuğun ana merhalelerini oluşturan beş meskenden (ruhlar âlemi, ana rahmi, dünya hayatı, kabir hayatı ve -cennet ya da cehennem olmak üzere- ebedi hayat) üçüncüsünde olduğunu kendine ihtar edip; bu dünya hayatının da ilk ikisi gibi sonlu -hatta gayet kısa- ve ahiret yurdu için bir tarla mesabesinde olduğunu ikaz edebilmeli.

Vaktimi en iyi şekilde değerlendiriyor muyum yoksa öyle yaptığımı zannederek oyalanıyor muyum, diyebilmeli.

Ömrümün dakikalarını en verimli bir biçimde kullanmak için, kendimi başka nasıl geliştirebilirim, düşüncesini seslendirmeli.

“Allah uğruna yaptıklarım, yapabileceklerimin en iyisi midir?” diye sorabilmeli…

Öyle inanıyoruz ki, bu sorulara vereceğimiz müsbet cevaplar oranında, hayat tarzımız inancımızla örtüşecek ve ölümle olan hesabımız zihinlerde suhuletle çözülmüş olacak. Ölümün, hayatı anlamlı kılan esas mesele olduğunu kavradığımız ölçüde fâniliğimizi unutmaktan kaynaklanan ihtirasımız teskin olacak. Manevî yaralarımız şifa bulacak ve hayatta her şey yerli yerine oturacak…

Çağdaş insanın en önemli açmazı olan, her an ölümün acımasız ağına düşme tedirginliğinden kurtulmuş olacağız. Nefislerdeki enaniyet yumuşayacak. Haddini bilmenin serin sularına huzurla yelken açacağız, diye ümit ediyorum…

Hatta bu umudu kuvveden fiile taşımamız gerekiyor. Çünkü İslâm, duyarsızlığın Müslümanlara sirayet etmesini hoş görmez. Günü gün etmeye endeksli bir yaşayışı tasvip etmez. “Bir gün Rabime kavuşacağım” bilinciyle hesabı verilebilir bir ömür sürmemizi ister. Hayatı ölüm gerçeğiyle terbiye eder. “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile.” (Nisâ, 4/78) fermânıyla ecelin her an kapıyı çalabileceğini” içine sindirmeyi öğretir.

“Her canlı ölümü tadacaktır” diye ikaz ettiği mü’minlerini bir adım sonrasında “kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir” (Âl-i İmrân, 3/185) diye ümitlendirir.

Nitekim buradaki “Her nefis ölümü tadacaktır” cümlesi Rûhu’l-Beyân’da “Her nefis fenâ fillaha istidatlıdır” şeklinde açıklanıyor ki, bu insana heyecan veriyor, ufkuna ufuklar açıyor. Maneviyat fukaralığı ile sığlaşan hayatların önüne, nefsi arıtarak ulaşabilecek böyle ulvî bir hedef gösterilmiş olmasını düşünebiliyor musunuz?

Konumuzla ilgili istişhad edebileceğimiz yüzlerce âyet-i kerime içinde “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek üzere ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (Mülk, 67/2) buyruğunu burada özellikle anmak isteriz. Çünkü onda “burası imtihan dünyasıdır” algısı Müslüman zihinlere adeta perçinleniyor…

Merhûm Hamdi Yazır, buradaki “Ölüm ve hayatın insanları denemek üzere yaratıldığı” beyânını, “İki hayat arasında güzel bir amel mücahedesiyle mülk-i ilâhîde musabaka için imtihan meydanına çıkarılmaları” şeklinde tefsir ediyor. Ve bunu da “hayattan hayata, güzellikten güzelliğe bir terakki nizamı ile, güzel amellere daha güzeliyle mükafat verilmesi” gayesine bağlıyor.

Efendimiz (s.a.v.) ise, hadis-i şerifleriyle dünya hayatının kısa olduğunu ve onun Allah katındaki değersizliğini öğretiyor. Her vesileyle hayatın güzel işler yapmak için önümüze açılmış bir fırsat olduğunu hatırlatıyor. “Dünya ahiretin tarlasıdır” cümlesinin zihinlere nakşedilmesini istiyor…

Ne dersiniz?

Modern hayat tarzının oyalayıcı câzibelerine aldanmadan, sarsıcı sorularla heyecanlarımızı yenilemeye hazır mıyız?

Ölümlü oluşumuzu yeni bir hayata başlangıç için ümide çevirmeye, orada yüzümüzü ağartacak güzel işler yapmaya hazır mıyız?
Oku / Düşün

Aklın Önündeki Çağdaş Tuzaklar

“Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar, “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler.

Ya ataları bir şey akledip anlayamamışlar ve doğruyu da bulamamış iseler?

(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kafirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” (Bakara, 2/170-171)

Düşünüp akletmeyi, tezekkür ve tefekkür etmeyi emreden yüzlerce ayet içinde, yukarıdaki Ya ataları bir şey akledip anlayamamışlar ve doğruyu da bulamamış iseler? sorusu dikkatimi çekiyor. İnkarcı zihniyetin temelsiz duruşu, bir cümle ile ancak böyle tahlil edilebilirdi.

İnsanlık içinde bir damar var ki bunlar, inkar edilemez gerçeklere bile bir bahane ile karşı çıkarlar. Gün gibi ortada parıldayan hakikati inkar edecek söz bulamazlarsa, “Biz, atalarımızın yolunca gideriz” derler. Âyetteki sorunun utancını alınlarında taşıma pahasına, insanı sair mahlukattan üstün kılan akıl nimetini kullanmadıklarını açıklamaktan çekinmezler. Bu sebeple Allah onları sürülere benzetiyor…

Şunu diyebiliriz: eski çağlarda, aklın hakikatle buluşmasının önüne, geleneklere bağlılık tabusu çıkarılıyordu. Bu gün ise, aksi yönde mazeretler ileri sürülüyor. “Bu çağda, böyle inanılır mı, böyle yaşanılır mı?” gibi yaldızlı sözlerle zihinler bulandırılmaya çalışılıyor.

Yirmibirinci yüzyılın öncekilerden ne farkı var ki, insana hükmetsin de şöyle veya böyle yaşamaya/düşünmeye icbâr etsin?