Konu Başlığı: Havva nın kızları Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:59:29 Havva’ nın Kızları Hişt! Dostlarıma şunu haber ver denize açıldım ve gemim paramparça oldu İlhami Çiçek Eminim sıkça anlatılan şu hikâyeyi hepiniz bilirsiniz. Bir gün, küçük oğlunun kendisine sürekli sorular sormasından bunalan baba, oğlunu incitmeden meşgul edebilmek ve sık sık yanına gelmesini önlemek için elindeki gazeteyi parçalara ayırır ve oğluna verir. Sonra da oğluna dönerek; “Eğer bu parçaları tıpkı bir “puzzle” gibi bir araya getirebilirsen maharetini göstermiş olacaksın, göreyim seni” der. Oğluna iyi bir meşguliyet verdiğinden ve artık kolay kolay yanına gelmeyeceğinden emîn olarak işine döner. Fakat daha az bir zaman geçmiştir ki, oğlu bütün parçaları bir araya getirerek topladığı gazeteyi babasına getirince adamın şaşkınlığı bir kat daha artar. Şaşkın bir vaziyette oğluna; “Nasıl olup ta bu kadar kısa zamanda parçaları toplayabildin?” diye sorar. Çocuk babasına; “Çok kolay oldu. Sayfanın arkasında büyük bir insan resmi vardı, o resmin parçalarını bir araya getirince gazete sayfası kendiliğinden toplanmış oldu” diye cevap verir. Evet, işte aslında bütün mesele budur. Yani mesele, insanın ve özellikle müslümanın aldatıcı bir modernitenin içinde sıkıştırıldığı ve geleneksel erdemler olarak gördüğü hatlarından kurtulup, derlenip toparlanabilmesi ve kendine gelebilmesi meselesidir. Fakat bugün tamamen dünyevî kaygılar taşıyan, pısırık ve sünepeleşmiş, üstelik bunu geçmişine bir tür sadakat gibi gören bireyin, Kur’an’a dayalı ortak inanç ve bilgi rezervine ulaşmadan, içinde bulunduğu fikir ve ruh dağınıklığından kurtulabilmesi nasıl sağlanacaktır? “Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği vakit de: "Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız." dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar? (Bakara 170) Bugün onun gündelik heyecanlarını belirleyici itici gücün ne olduğunu bir solukta söyleyebilecek durumda değiliz. Göründüğü şekliyle mü’minin içi boş velvelelerini bir tarafa bırakırsanız, îman alanının hayata yansımasında ciddi şâibeler vardır. Tabii bu iddia, herkesin kendi hidâyetinden emîn olduğu ve kimsenin kendi nefsine toz kondurmadığı bir toplumda muhatabını asla bulamayacağı ve inatla reddedileceği için öylece orta yerde kalacaktır. Unutmayalım, hayatın en zalim realitesi kimi gerçeklerin kendi yüzleridir. Kalabalıkların înanç nazarıyla sahiplendiği, atalarının bozuk diliyle konuşan ve günlük hayata hâkim olan bugünkü dînî anlayışlar, hiçbir güçlü yanını bırakmayan ve ahlâkî düşüklüğü ön plâna çıkartmak olmuştur. Bunun ne kadar doğru veya yanlış olduğu konusunda karar verecek olanlar, toplumun dünya konjönktöründeki tutarlılık siciline baksınlar lütfen. Tamamen benliğe dayalı olarak gelişmiş bu kirlilik, bazı Müslümanların kendi içlerindeki dengesizliklerinin, tutarsızlıklarının ve iç çatışmalarının da alanını oluşturur. Hz. Ayşe’ye;” Kötülerden olmaya başladığımızı nasıl anlayabiliriz?” diye sorduklarında; “-Kendinizi iyilerden görmeye başladığınız zaman” diye cevap verir. Bugünkü müslümanın başucu yazısı ve hayatının manifestosu olacak nitelikte, ciltlere sığacak tarzda bir cevaptır. Liberal, sosyalist ya da diğer unsurlara bağlı kimliklerde gördüğümüz kendine âit olma ve kendini temsil etme açıklığını Müslümanlarda da görebildiğimizi söylemek o kadar da kolay değil. Söz konusu temsil edilen alan, ancak kendisine ait iç disiplinleriyle gelişme temayülü göstereceğinden, müslüman’ın hayatında da Kur’anın itici gücünü bütün tecellileriyle görmemiz gerekecektir. Ancak bunu gördüğümüz zaman, müslümanın hayatında Kur’ânî çizgilerin yer ettiğini anlayabilir ve onun belirleyici etkisinden söz edebiliriz. Yâni siz hayatı romantik bir öykü okur gibi tanımlayamazsınız, onu bütün çizgileri ile yaşarsınız ve o şartlarda ortaya koyduklarınız sizin tartışmasız gerçeğiniz olur. Eğer bugün böyle bir durum göremiyorsak, müslümanı kendi bireysel dünyasında bile bir hareket bir amel insanı olarak görmekte zorlanıyorsak, onun hayatını temellendiren unsurun Kur’ânî bir öğreti, bir Resûl terbiyesi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu elbette söyleyemeyiz. O zaman, her fırsatta kendisini mü’min olarak tanımlayan veya öyle görmeye alıştırılmış bireyin inanç bütünlüğünün hangi zihinsel yapılarla yakın ilişkiler içinde olduğu gözden geçirilmelidir. Kur’an’a dayalı kavramların toplumsal hayatımızdaki açılımları bizi Allah Resulünün davranış biçimine götürüyor ve onun hayata kattıklarına fiilî bir yaşayış olarak yaklaştırıyorsa, işte o zaman Kur’an merkezli bir inancın iç çizgilerini yakalıyoruz demektir. Bunun önemi şuradadır; Gündelik hayatın içinde insanlar, gündemi belirleyen meselelere alâka gösterirler ama bu gündem içinde kişiyi konumlandıran, onu temsil eden kesin hatları yoksa o gündemin içinde silikleşmiş, zayıf ve önemsiz toplumsal bir figür olarak kalıyor demektir. İşte aslî maddesini kaybetmiş mü’minin bugünkü ekonomik ve siyasal şartlar içindeki durumu tam da böyledir. Kendisinden emîndir ama erime eğilimindedir. Cesur görünmeye çalışır ama her an kaymaya yatkındır. Bunun tabii bir sonucu olarak da kitleleri yok sayan güçlerin ve onu belirleyen zorlayıcı iradenin karşısında canlı tezler ortaya koyamamakta ve sadece tarihsel bir tanımın bakiyesi olarak ortada durmaktadır. Bu bahsettiğimiz durum aslında bölünmüş, dağılmış bir tablonun resmini bütün renkleriyle verir. Celal Bayar anılarında Nazilli’den bir medrese hocasını, Müftü Hacı Hüsnü Efendiyi anlatır. Cumhuriyetin onuncu yıl törenlerinde bulunmak üzere içlerinde General Voroşilof da olduğu halde, kadınlı erkekli kalabalık bir Sovyet heyeti Ankaraya gelir. O günün şerefine Ankara Palas salonlarında tertiplenen baloda Sovyet misafirimiz de bulunuyordu. Bu sırada baktım sağ tarafımda bir zat belirdi. Bu müderris Müftü Hacı Hüsnü Efendi idi. Başında fes ve sarık yoktu, başı açıktı. Saçları muntazam surette taranmıştı. Geniş ve uzun sakalı kısaltılmış, hatta ucunda biraz sivrilik göze çarpıyordu. Siyah cüppe yerine üzerinde tam takım frak vardı. Frağın sağ tarafında yeşil kordelâlı İstiklâl madalyası şerefli mevkiini almıştı. Yerimi saygı ile Hacı Hüsnü Efendiye bıraktım. Gazi, bu hâli görünce hemen mevzuu değiştirdi. Sovyet dostlarımıza dedi ki; “ – Bakınız bu zat hocadır, milletvekilidir. Siz ihtilâlde ruhanîlerinizi kestiniz. Biz ise bu hâle getirdik”(D. Avcıoğlı-Türkiyenin Düzeni-c.1 shf.442) Vak’a budur. Bu toplumda zaten çok karışık (heterojen) ve aslî kaynağından biraz uzak düşmüş bir İslâm anlayışının bulunuşu, hafif çalkantılarda islâmî olguyu kolayca geri plâna atmaya yetmiştir. Mesele sadece bazı kültürel söz dağarcıklarının üzerinde cereyan etmez. Bambaşka ve o güne kadar hiç bilinmedik, görülmedik uygulamalarla ahlâkî bağlar üzerinde de derin kaymalar başlatılır. Eğer bir bütünlüğü elinizde tutmayı başarıyorsanız onu korumayı da düşünebilirsiniz. Ama içinde bulunduğunuz koşullar niteliğini, gerçekliğini ve bütün çağrışımlarını da değiştiriyorsa, bu boğucu şifasız ortamda elinizden daha nelerin kayacağını anlayamazsınız. 19. yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan derin dönüşüm hareketleri, 1929 yılına gelindiğinde Türk toplumunda ilk kez yapılacak bazı uygulamalar, bu toplumun artık dünyaya, alışılmadık bambaşka bir açıdan bakışının yollarını açacaktır. Artık tamamen kendimiz olarak modern dünyaya açılıyorduk. Burhan Belge 1936’da Ulus gazetesindeki bir makalede, bu ülkede yıkılması gereken tarih anlayışının bileşenlerin başında; “Yahudi masalları derlemesi olan “Kısas-ı Enbiya”, aslında Arap milli tarihinden ibaret olan bir İslâm tarihi ve bir sülâle zihniyeti içine sıkıştırılmış olan Osmanlı tarihidir” der. (Suavi Aydın-Kemalizm-Irkçı Paradigmanın Yükselişli ve Düşüşü-shf.367) Evet, yıkılması gereken bu unsurlar ayakta durdukça, ruhların soyunması ve bedenlerin teşhiri kolay olmayacaktır. Meşrûtiyet yıllarında, Jöntürk hareketlerinde, Alman frolayn’larının mürebbiye olarak ülkemizde çalışmaya başladıkları dönemlerde bu farklılıklar batıcı aydınların hayatında gözlendi ama bu değişim fırtınası toplumun topyekûn derinliğine nüfuz edememişti. İslam kadını denildiğinde insan muhayyilesinin en canlı ve huzur verici çizgileri olan Meryem, Hatice, Asiye ve diğerleri yerlerini modern zamanların gözalıcı yeni figürlerine bırakırlar. Onlar; bundan sonra gelecek, kültürel bozguna uğramış yeni nesiller için imrenilecek ve örnek alınacak olan hayâl dünyalarının yepyeni sihirleri olacaklardır. Kadın rûhunun o lâtif, o zarîf, o nahif, o nâzenin zarafeti, yerini kaba beden ölçülerine bırakır. Bundan böyle rüyalarımız da hülyalarımız da bizim bildiğimiz gibi olmayacaktı ve pusudaki şeytan tek tek kapacaktı bütün tedirgin yürekleri. Bir yandan bize hayat veren irfanımızı çok eski öykülerin içinde bırakırken, diğer yandan da mahmurlaştırılmış zihniyetimizin içinde yeni marifetlerimiz doğuyordu. 1929 yılına gelindiğinde Balıkhane Nâzırı Tevfik Bey’in torunu Feriha Tevfik, Cumhuriyet Gazetesinin açtığı bir güzellik yarışmasında Türkiye güzeli seçildiğinde henüz ondört yaşındadır. Ardından Mübeccel Nâmık Hanım, Nâşide Saffet Hanım ve derken 1932’ de Kerîman Hâlis Hanım ilk dünya güzelimiz olur. (Ecevit Kılıç-Sabah 9 Mart 2008-Belg 02-YBT 12 Feriha Tevfik) Eski temiz sevgiler, gençlik üzerindeki yerini yavaş yavaş ihtirasların nizamına bırakır. Kadın birdenbire ön plâna çıkarılmaya çalışılır ama kadın’ın ön plâna çıkarılması sırasında hesapta olmayan bazı problemler de yaşanır. Meselâ, Nezihe Muhiddin Hanım(1) Kadınlar Birliğini kuruyor. Bu yeni dönemde kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadelesini başlatırken, güzellik yarışmasını destekleyen Yunus Nadi, her nedense Nezihe Hanım’ın bu ciddi toplumsal çabasını hafife alıyor ve “–Mecliste kadınlar moda tartışırlar fena mı?” diyerek kadınlarla alay ediyordu. Kadını ön plâna taşımak isteyenler, onu beklide gerçekte her yerde görmek istemiyorlardı.. İslam’a karşı aynı alay ve güç birliğini yapanlar, bütün bunları gelişmelere açılmak, yeni ve aydınlık bir dünya için yaptıklarını haykırıyorlardı. Ama aslında bütün mücadeleleri kendi ikballeri adına yapıldığını da bir türlü gizleyemiyorlardı. Zira mücadelelerin tamamı insanların hakkı olan saadet mücadelesi yerine, yalnızca üstünlük davası üzerine kurulmuş olduğunu herkes biliyordu. Meclise girmek için gerçekten ciddi çabalar sarfeden kadınlar’a; “Havva’nın Kızları Meclise giriyor.” (02 Belgeler-YBK 16) diyerek alay edenlerde ne kadar samimi niyet bulabilirsiniz? Ancak toplumun hayata bakışını olduğu gibi değiştirecek ve onu en derin noktalarından yakalayacak olan bu projeksiyonda ihmal edilmeyen bir nokta vardı. İslam adını sürekli telâfuz etmek. Çok sert ve uç noktaların dışında kalanlar bu hayâtî noktayı hiç ihmal etmediler ve sonuna kadar, İslam kavramını bir güvenlik unsuru olarak hep ellerinin altında tuttular. Çünkü islamı gerektiğinde sadece bir slogan olarak kullanmak bile onların bu hayat sürekliliğinde karşı tarafı uysallaştıran ve rahatlatan bir sihir gücü taşıyordu. Ancak böyle süregelen toplumsal dünyamızda herkesi hayrete düşürecek bir şekilde, en uçta ve en keskin tavırlarıyla tanınmış bazı kişilerde kendi düzlemlerine ters düşen pişmanlıklar ve kendi üstünlük dâvâlarının çok ötesinde derin îmânî îtirafalar görülüyordu. Tonguç’a Köy Enstitülerini açtıran, Ayasofya’yı bir mâbedden müzeye çevirmede en büyük pay sahibi olan ve islama karşı mücadelelerinde tatmin arayan Hasan Âli Yücel bu derin pişmanlık duygusunu yaşayanlardandır. Ölümünden bir süre evvel TTK tarafından yayınlanan çok uzun “ALLAH BİR” şiirindeki bazı beyitlerde şöyle yakararak pişmanlığını îtiraf eder: Aslında akıl nedir zerkâ ne? Aldanmak için birer bahane Herkes seni beni başka anlar Birgün inanır inanmayanlar İrkildi fakat senin önünde Yol bulmak için akıl yönünde Çırpındı da “yok” deyip direndi İdrakini put yapıp beğendi Bir ismin eder dehayı mecnûn Rehber görünen zekâyı mel’un.. Senden çıkarak düşünmek olmaz Şüpheyle bu kâinat dolmaz Senden konuşan sesinle bildik Îmana gelir bu yolda müşrik Sen kendini sende bulansın Nûrunla cihan dolduransın… Îmansızlık ayrı bir îman İnkâr ile sarsılır mı Rahman? Bu şiir böylece kırkyedi sayfalık bir yakarış, pişmanlık ve ağır îtiraflar olarak sürüp gitmektedir. Ama ne yazık ki, en kuvvetli olduğu dönemlerde ayrımcı keskin bir kimlik temeline dayanarak mücadelesini sürdürmüştü. Ancak bir hususu ifade edelim, Muhammedî bir hayata bakışın dışında kalanların kendi içlerinde siyasal bir dünyaya ait kavgaları olsa da, islama karşı kendi kültürel simgeleriyle saldırganlıkları en insafsız noktalarda sürmektedir. 1969 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem vefat ettiğinde, Maltepe camiinde cenaze namazının kılınıp kılınmaması, cami imamı ve camaatin bir kısmı arasında tartışmaya sebep olur. Hareket tamamen İmran Öktemin şahsına karşı olduğu halde, Yargıtay mensupları bunu tamamen kendilerine karşı yapılmış bir hareket kabul ederek gericiliği(2) ve irticayı protestoya karar verirler. Yargıtay ve Danıştay üyelerinin büyük bir bölümü, her iki kuruluşun bazı kadroları, başkentte görevli hâkimler ve savcılar, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci ve öğretim üyeleri resmi görevleri sırasında, törenlerde ve görevlerini îfa ederlerken giymeleri gereken cüppeleri ile arkalarında sol yumrukları havada ve sol sloganlar atan öğrencilerin önünde yürüdüler. Bu gösterileri ile gûyâ gericiliği ve irticayı tel’in ediyorlardı. Millet adına hüküm veren hâkimin öfkelenmeye hakkı olmadığını idrâk edemediler. Hâkimlikten çok âdeta mahalle bekçiliğine soyunmışlardı. Kanunsuz gösteri ve yürüyüş yapanlar, Ankara Milletvekili Zühtü Pehlivanlı’yı, Mustafa Kemal Bulvarında Wolkswagen arabasının içinde maalesef linç ettiler. (Dr.Sadettin Bilgiç-Hatıralar-shf.174) “Siz onları sev(meye haz)ırsınız, ama onlar, bütün vahiylere inansanız bile sizi sevmeyecekler. Ve sizinle karşılaştıklarında, "Biz (sizin inandığınız gibi) inanıyoruz!" derler: ama kendi başlarına kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizle kahrolun! Unutmayın, Allah (insanların) kalplerinde ne varsa hepsini bilir!" (Âl-i İmran–119) Bu ve benzeri meselelerde hadiseleri şekillendiren ve o hadiseleri istedikleri mecralara çekmek isteyen kimselerin toplumsal yükselme adına ortaya koydukları atıflar, bir türlü içlerine sindiremedikleri Allah Resûlünün getirdiklerine karşı olmuştur. Bu bozguncu unsurlar, Hz. Muhammed’in getirdikleri ile en sert mücadelelerine girmeden evvel kendi pagan imparatorluklarını kuvvetlendirecek perestişlerini sağlamlaştırmaya çalışırlar. Bunda ne yazık ki başarılı da oluyorlar, çünkü Kur’an ile o yüce kitap ile doğrudan bağını kesmiş olan Müslüman zümreler, siyasetin baronları tarafından istenilen siyasal mekânlarda kendi normlarına uygun şekilde arındırılarak posa haline getirilmişlerdir. Eğer kendinize ait, Kur’an’dan beslenen iç direncinizi kaybederseniz, bütün gösterişli çalımlarınıza rağmen siz artık etnografik yığınlardan ibaret sayılırsınız. Horlanan, alaya alınan ve sürekli iteklenen… Hadiseler sanki birbirinden bağımsız, farklı olaylarmış gibi gözükse de aslında hedefteki nokta hep aynıdır… 1960 senesinde bazı MBK üyeleri bir köydeki merasime davet edilirler. Bursa Valisi ve Belediye Reisi Em. Korg. Danyal Yurdatapan’ ın ve aynı zamanda köy muhtarının davetlisi olarak bu törene katılınır. Bursa Belediyesi bu köydeki hanımların bir kısmına manto hediye etmiştir. Ve bu törende hanımlar çarşaflarını çıkarıp törenle mantolarını giyeceklerdir. Dolayısı ile daha önce kendilerine mantoları dağıtılan hanımlar tören alanına mantolarını giymiş olarak gelirler. Konuşmalar başlar. Konuşmacılar mantoyu övüyor ve çarşafı yeriyorlardı. Hâlbuki köyün tören alanında çarşaflı köy hanınları da vardır. Tam da o sırada müezzin minarenin şerefesine çıkmış ezan okumaya başlar ki, o anda da dernek başkanı Muhtar Kumral konuşmaktaydı. Ezan okunurken yüksek sesle ve telâş içinde bağırarak dedi ki; “– Arkadaşlar, bu ezanı kim minareye çıkar ve Türkçe okursa şu gördüğünüz dolmakalemi kendisine hediye edeceğim ki, bu kalem bana Gazi’den yadigârdır.” ( Ahmet Er–27 Mayıstan 12 Eylüle-shf.58) İşte toplumun rûhu üzerindeki hâkim unsurların, insan psikolojisine bu cüretkâr telkinleri büyük ölçüde işe yaramıştır. Bugün bizler, konuşulduğunda hayâlî manzaralar olarak görülen ve “…aman artık onlar geçmişte kaldı” dediğimiz bu trajedilerin parçaladığı, lime lime ettiği, türlü psikolojik travmaların altında ezilmiş ve modern mü’minlik kamuflajına bürünmüş kimseleriz. Çok derinlerimize kadar işleyen ve bizleri çok zaman farkına bile varamadığımız ölçüde kirleten seanslar yaşadık. Aslında bunları biz yaşamadık, bu arındırma projesini bizden evvelkiler yaşadılar, biz de aynı geleneği, aynı toplumsal kodları, toplumsal ilişkileri ve aynı örselenmiş, yaralı îman ölçülerini bir miras olarak devraldık. Bu mutasyona uğramış, bozulmuş kültür, ahlâk ve îman rezervlerini içimize kapanarak nefsimizin tartışılmaz öz malı olarak gördük. Zaman zaman derlenip toparlanmak istenildiğinde, işte bu özbenliğimiz olarak gördüğümüz ve kendimizi diğerlerine karşı ayrıcalıklı ve üstün tuttuğumuz, o bizi saran bozulmuş dînî şemalarla tesellîler bulduk. Berrak, pırıltılı ve muhakemeye açık bir kafa yapımız teşekkül etmediği için elimizdeki derme çatma bilgilerle hayatın bütününü anlamaya ve hükümler çıkarmaya çalıştık. Halâ da çalışıyoruz. Soruyorum, kendimizde var saydığımız derûnî hisler hangi derdimize deva oldu? Hele hele çok zaman bazı guruplar hâlinde kendimizi diğerlerinden daha rahmânî boyutlarda gördüğümüz için bütün alâkaların merkezi olmaya çalıştık. Bize benzemeyen farklı kitleleri gördükçe ve bazen da tahrikkâr çekişmeler yaşandıkça kendimizi daha çok mü’min ve üstünlüğe dayalı bir ayrıcalık içinde gördük. Buna rağmen karşımıza çıkan her yeni oluşumun bizleri rencide etmekte olduğunu, nefsimize ağır geldiği için sürekli inkâr ettik. Ama en kötüsü, bütün bunlar bir süre sonra insanımızda kökleşmiş, sert önyargılar haline geldi. Nasıl da yanıldık… Nasıl? Mevlana ne güzel söylüyor: “Bıçak kendi sapını kesmez ama başkasına zülfikâr kesilir.” Aslında ortaya koyduğumuz zihinsel temsiller doğrudan Kur’an’dan beslenmese de, karşı tarafın, ötekilerin inatçı tepkileri bizim kendimizi hep İslâm görmemizdeki yanlışımızı kolaylaştırdı. Ve zannettik ki, bizler en asil, en soylu hayatı yaşıyoruz. Ve zannettik ki, bizim solumadığımız bir yerde, bizim bulunmadığımız bir mekânda İslâm yoktur. İşte bu tarihe açılamama, yaşanan olayların nedenlerine inememe sebebiyle farkına varılamayan bir şekilde içimize kapanma, bizim ilkel hatlarımızı daha da kuvvetlendirdi. Fakat asıl garip olan nedir biliyor musunuz? İnsanlar bu tuhaf aldanışlardan âdeta bir tür damak tadı almaya başladılar. Oysa bu zayıf, bu kılıksız ve derinliksiz avuntu, bir garip insan doğası olarak bizleri hem sonu belirsiz serüvenlere sürükledi hem de hayatın gerçeklerinden yalıttı. Herkes kendisine bir baksın, çok dürüst bir sorgulama yapıldığında görülecektir ki, sergerde bir hayatın içinde bütün soylu taraflarını kaybeden en canlı fâilleriz. Hangi yönümüzü ele alırsanız alın bu böyledir. İster tarihsel cehaletimize dayanan efelenmelerimize, ister korkular önünde hizaya gelen tabansızlığımıza ve isterseniz bütün erdemini yitirmiş romantik ütopyalarımıza bakın, orada göreceğiniz gölgeler biziz. Bugün bizi avutan temelsiz avuntularımız, yarınki gerçeklerin dünyasında bizi yalanlayacak ve Rabbimiz önünde bizleri utandıracak kötü rüyalarımızdır. Herkes kendisine çeki düzen versin, Kur’an; mü’minin üzerinde sadece lafazanlık edip gönlünü avutabileceği bir hatıra kitabı değildir. ”Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab 36) Unutulmasın ki, mülevves, müsvedde bir hayatı yaşamaya alışamaz mü’min. Hiçbir mü’min, ama hiçbir mü’min, siyaset büyücülerinin yollarında kirlendikten ve toplumsal bozulmalara yol açan davranışları ahlâk olarak görmeye başladıktan sonra, yarın Allah’ın huzurunda şerefli bir dâvânın hesabını verebileceğini zannetmesin. (1) İyi bir hatip, karizmatik bir kişilik. Arapça, Farsça, Almanca ve Fransızca biliyor. Kadınlar Halk Fırkasını kurar ama talepleri çok aşırı bulunduğu için kapatılır. (2) Hz. Muhammed dönemine âit islamî öğretilere sevgi duyarak ona yaklaşmak, geriye dönüş ve gericilik olarak ifade edilmeye çalışıldı gûyâ. İyi ama Floransalı Dante de Kardinale sunduğu bir lâyihada Rönesansa geri dönülmesini istiyordu?! Fedor Mihayloviç Dostoyevski de Çar’a sunduğu bir lâyihada Petro devrine dönülmesini istiyordu?! Demek oluyor ki, bizim ilericilik cambazlarına göre bu iki dehâ da gerici. Doğrudur, aslında onların anlayamadığı herkes gericidir ve onların anladığı pek kimse de yok gibidir. Nurettin Özcan |